100’üncü Yılda Devlet-Toplum İlişkisini Yeniden Düşünmek
Geriye dönüp bakıldığında Cumhuriyet rejimi, sürdürdüğü otoriter modernleşme bağlamında çözülmesi güç ve zaman alan, siyasi enerjiyi tüketici üç temel mesele ile hemhal olmuştur. Bunlardan ilki, milliyetçilik siyaseti çerçevesinde gelişen Kürt meselesi, ikincisi laiklik siyaseti bağlamında neşvünema bulan dini kimlik sorunu, üçüncüsü ise ordunun oynadığı ideolojik rol çerçevesinde yaptığı müdahaleler ve gerilen asker-sivil ilişkisidir.
2023 yılı ekim ayı itibarıyla 100’üncü yaşına girecek olan Türkiye Cumhuriyeti, asırlık bir devlet olarak tarihteki yerini alıyor. Yurttaşlar açısından bu olay, gurur vesilesi olmakla birlikte “Türk devlet” tecrübesi hesaba katıldığında yüzyıllık sürecin çok da uzun olmadığı söylenebilir. Yüzyılı önemli kılan, diğer deneyimlerden ayıran husus, egemenlik ilişkisinin Türkiye Cumhuriyeti’nde doğrudan topluma bırakılmış olmasıdır. Bu noktada ele alınması gereken, Cumhuriyet rejiminin ne düzeyde tarihsel açıdan var olan devlet-toplum ilişkisini reel-politik düzlemde değiştirdiği ve egemenliği toplumsal odaklara bıraktığıdır.
Siyaset, yöneten-yönetilen meselesi olarak ele alındığında, Türk devlet geleneğinde güç ilişkilerinin toplumdan kopuk, bağdaştırılması güç, dikey bir çerçevede yürütüldüğü görülecektir. Tarihsel durum, Osmanlı İmparatorluğu’nda yenileşme çabaları çerçevesinde yatay bir ilişkiyi zorladıktan sonra Cumhuriyet ile birlikte eşitlikçi bir modele doğru geçiş yapmıştır. Buna karşın yönetme meselesinin sınırlı bir elit içerisinde kalması, toplumsal unsurların güç merkezlerinin uzağında yer alması, kurulan ya da kurulduğu farz edilen yatay ilişkinin mevcut olmadığını bizlere göstermektedir. Yönetme meselesine dair Osmanlı düzeninde var olan kopuk ilişki, modernleşme çabaları içerisinde toplumsal güçleri merkeze doğru kaydırsa da ironik bir şekilde tersine işleyen, çevre güçler karşısında merkezi tahkim eden eşzamanlı bir anlayış gelişmiştir. Dolayısıyla yenileşme çerçevesinde ortaya çıkan, Batı dünyasında uzunca bir müddet emek-yoğun bir mücadele neticesinde biçimlenen kurumlar, tarihselliklerinden kopartılmak, ithal edilmek suretiyle ülkeye tatbik edilmişlerdir. İkinci el olarak cisimleşen modern yapılar, içeriklerinden soyutlanarak tedavüle sokulmuşlardır. Geleneksel yapılar üzerine kurulu Osmanlı İmparatorluğu’nda yenileşme olgusunun seçkinci bir mahiyette arz ettiği gözlemlenmektedir. Vatandaşlık tartışmaları, eşitlik arayışları, kurulan temsil mekanizmaları aracılığıyla dikey ilişkiyi yapıbozuma uğratmış olsa da yöneten-yönetilen ilişkisinin “mesafeli” yapısı, olgusal düzlemde kendisini muhafaza etmiştir.
Yenileşme sürecinde devletin ayakta tutulması adına geliştirilen merkeziyetçi zihniyet, tarihsel olarak var olan yöneten-yönetilen kopukluğunu Cumhuriyet rejimine taşıdı. Monarşik düzen karşıtlığı üzerinden estetize edilen yeni rejim, tevarüs ettiği insan kaynağı, yönetim geleneği ve zihniyet dünyası ile seçkinci tavrını sürdürdü. Devleti ayakta tutmak adına yapılan modernleşme çabaları yeni rejimde önce devletin kurulması ve buna eşlik eden ulusun inşası olarak kendisini tezahür etti. Osmanlı yenileşmesinde görülen seçkinci tavır, Cumhuriyet rejiminde doğrundan, tepeden ve bir merkezden yürütülen “toplum mühendisliğine” dönüştü. Bu bağlamda ulus-devlet ve onun tezahürü olan demokratik siyaset, sahip olunan ideolojik araçlar üzerinden tersyüz edilmek suretiyle bastırılmıştır. Laiklik ve milliyetçilik üzerine kurulu resmî ideolojisi üzerinden toplumsal alanı baskılayan, farklılıkları törpüleyen niteliği ile yeni rejim, demokrasi ile olan mesafesini artırmış; toplumun ortak faydasını gözetmekten özenle geri durmuştur. Yeni yönetim, meşruiyetini ulustan alan, demokratik bir cumhuriyet yerine devlet çıkarını önceleyen otoriter bir siyaset olarak karşımıza çıkacaktır. Halbuki cumhuriyet, Roma’daki ifadesi ile kamuya/topluma (res publica) ait bir unsurdur ve bu farklı kimliklere ve değerlere işaret etmektedir. Kamusal alanın bastırıldığı, topluma ait farklılıkların yeraltına itildiği siyasal düzen ve buna eşlik eden devlet-toplum münasebetleri, köylülüğün hüküm sürdüğü tek-parti döneminde yönetimi elinde tutmayı başarmış olsa da kentleşme olgusunun yükselmesi ile birlikte kriz alanlarının sayısı artmıştır. Demokrasi ve halkın iradesinden neşet eden bir hukuk düzeni ile tahkim edilmeyen, yöneten-yönetilen ilişkisini tarihsel konuma uygun olarak mesafeli bir şekilde icra eden yeni rejim, sahip olduğu ideolojik araçların simetrisinde yapısal krizlerin kaynağı haline gelecektir. Geriye dönüp bakıldığında Cumhuriyet rejimi, sürdürdüğü otoriter modernleşme bağlamında çözülmesi güç ve zaman alan, siyasi enerjiyi tüketici üç temel mesele ile hemhal olmuştur. Bunlardan ilki, milliyetçilik siyaseti çerçevesinde gelişen Kürt meselesi, ikincisi laiklik siyaseti bağlamında neşvünema bulan dini kimlik sorunu, üçüncüsü ise ordunun oynadığı ideolojik rol çerçevesinde yaptığı müdahaleler ve gerilen asker-sivil ilişkisidir.
Milliyetçilik ve Kürt Meselesi
Resmî bir ideoloji olarak Kemalizm’e renk veren unsurların başında milliyetçilik düşüncesi ve siyaseti gelmektedir. Ulus-devlet formunu alan yeni rejim, milliyetçilik ideolojisini resmî paradigmanın inşasında yoğun bir şekilde kullanmıştır. Milliyetçilik, Cumhuriyet rejiminde iki ayrı yöne bakan bir mahiyette tezahür etmektedir. Kemalizm birinci derecede Fransız-tipi bir milliyetçilik olarak vatandaşlığı ön plana çıkartırken, bünyesinde barındırdığı etnik kimliği dışa vurmak suretiyle Alman-tipi bir modeli reel-politik düzlemde kısmen açıktan kısmen kapalı bir surette icra edecektir. Türkçü damarın aksine içe büzüşmeci, sınırları gözeten Kemalist milliyetçilik, dış Türklere karşı oldukça mesafeli davranmış, temel varoluşunu ve enerjisini ulus-devletin inşasına adamıştır. Kuruluş aşamasında, dini kodlar üzerinden tahkim edilen Türk milliyetçiliği, sahip olduğu dayanışma ruhunu I. Meclis’e taşımış; yeni devletin inşasında İslam ve milliyetçilik birlikte kurucu vazife görmüşlerdir. İslami kimlik, sistem dışına itilecek temel bir umde olmakla birlikte kuruluş aşamasında Müslümanlar nezdinde sahip olduğu birleştirici mahiyet nedeniyle hedeflenen kopuş, stratejik bir şekilde ötelenmiştir. Kuruluş aşamasının tamamlanmasının ardından Batılılaşma siyaseti çerçevesinde İslam’ın sahip olduğu birleştirici vazife, milliyetçilik ile ikame edilmeye çalışılmıştır. Vicdani bir mesele olarak telakki edilen inancın kamusal kimliğini baskılayan Kemalist siyaset, hukuktan eğitime, ticaretten kültüre hayatın her alanına Batılı bir kimliği yerleştirmeyi şiar edinmiş; mücadelesini bu minvalde sürdürmüştür. Kendisini sıfır noktası olarak gören, “anka kuşu” gibi küllerinden doğma iddiasında olan Kemalizm, dün ve bugün arasındaki ilişkiyi kopartma, imparatorluk bakiyesinde yer alan İslam’ı ve ayak izlerini silmek adına otorite dozunu günden güne artırmıştır.
Takrir-i Sükûn ile başlayan, 1930 sonrasında yoğun bir şekilde işleyen süreç, Türk kimliğinin etnik bir karaktere doğru kaydığı ve aidiyet duygusunun dini değerlerden soyutlandığı bir dönem olacaktır. Türk Tarih Tezi, Güneş-Dil teorisi ve onu takip eden antropolojik çalışmalar, “ırkçı” bir damarın kamu kudreti aracılığıyla ön plana çıkarıldığını göstermektedir. Bu dönemde, Türk milliyetçiliğinin yükselişi, ona eşlik eden otoriter siyaset ile dip dalga olarak işleyen “unutma” kültürü, Millî Mücadele döneminde Türklerle birlikte yol yürüyen Kürt kimliğinin buharlaşmasına neden olacaktır. Özellikle iki İslam unsurunu birleştiren ve onları devlete rapteden hilafetin kaldırılması, Kürtler başta olmak üzere Müslüman kimliği üzerinde travmatik bir etki bırakmıştır. İmparatorluk içerisinde milliyetçilik bilincine en geç erişen, mevcut düzeni ayakta tutmak adına mücadele eden iki kurucu unsur, yeni dönemde birbirini beslemek suretiyle geç kalmışlık sendromlarını telafi edeceklerdi. Fakat Türk milliyetçiliğinin kamu kudretini kullanması, hâkim millet kodlarını uhdesine alması, ilişkiyi eşitsiz bir hale sürükleyecek ve Kürt kimliği yeni rejimde bir “mesele” haline gelecekti.
Millî Mücadele’yi yürüten, daha sonra I. TBMM’de I. Grup olarak devam edecek olan ve Mustafa Kemal Paşa’ya bağlı çalışan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin nizamnamesi, Anadolu’da bulunan ve ülke bütünlüğü için çalışan unsurların İslami bir çatı altında birbirlerini tanıdığı ve dayanışma içerisinde olduğunu göstermektedir: “Bilcümle anasır-ı İslamiye yekdiğerine karşı hürmet-i mütekabile ve hiss-i-i fedakârî ile meşhun ve vaziyet-i ırkiye ve içtimaiye ve şerait-i muhitiyelerine riayetkar öz kardeştirler.” Bu süre zarfında Türklük ya da Türk milliyetçiliğinin kullanılmadığı, Anadolu’da var olan İslami unsurların yekdiğerini tanıdığı “devlet aklı” çerçevesinde ifade edilmiştir. İslam kardeşliği kadar Ermeni tehlikesi üzerinden Kürtleri yanına alan, Amasya Protokolü’nde Anadolu’yu aynı zamanda bir “Kürt yurdu” sayan irade, Cumhuriyet’in kurulması sonrasında Kürt kimliğini tanımama ve unutma eğilimi gösterdi. Unutma/inkâr siyasetinin artmasına bağlı gelişen isyanlar Kürtlerin varlığını hatırlatsa da, doğrudan bir etnik kimliğin reddi üzerinden değil, yaşanan hadiseler, geri kalmışlık, eşkıyalık ya da gericilik üzerinden tercüme edilecek; politik Kürt kimliği dışsallaştırılacaktır. Kimliğin bastırılması, göz ardı edilmesi, buna karşın Kürt milliyetçiliği üzerinden gösterilen reaksiyon, rejim nezdinde tedirginlik, Kürt tarafında korku haline dönüşecektir. 1925 yılındaki Şeyh Sait İsyanı’ndan 1937 Dersim İsyanı’na kadar 18 ayrı Kürt ayaklanması çıkmış; isyanlar sert tedbirler çerçevesinde bastırılmakla beraber hadiseler yeni hoşnutsuzlukları tetiklemiştir. Yaşanan olayların sebep olduğu ekonomik kaybın Kurtuluş Savaşı’ndan daha fazla olduğu bilinmektedir.
Tek-parti döneminde isyan hareketleri karşısında devletin bir başka çözümü, zaman zaman yaptığı “ıslahat” çalışma ve raporlarıdır. Bu raporların büyük oranda “güvenlikçi” bir perspektifi barındırdığı, ülke içerisinde nüfus gruplarının değiştirilmesi ve Kürt bölgesindeki nüfusun ülkenin muhtelif yerlerine dağıtılması üzerine kurulu olduğu bilinmektedir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında “Şark meselesi” olarak ele alınan konu, tek-parti devrinde geliştirilen güvenlikçi siyaset sonrasında 50’li yıllarda Demokrat Parti (DP) iktidarı ile birlikte ekonomi meselesi, özel olarak da “kalkınma” sorunu olarak ele alınacaktır. DP’nin bölgeye yaptığı yatırımlar, resmî çizgiden önemli ölçüde ayrıştığını gösterse de devlet politikası bakımından Kürtler nezdinde bir tanınmanın olduğunu söylemek mümkün değildir. Kentleşme olgusunun yükselişi, toplumsal çeşitliliğin artması ve bunlara eşlik eden ideolojik renklenme, 1960 sonrasında Kürt kimliğini sol hareketlerin bir parçası haline getirecek ve baş gösteren siyasi hoşnutsuzluk bu damar üzerinden kendisini dışa vuracak; Kürt hareketi de Soğuk Savaş atmosferi içerisinde anti-komünizm üzerinden değerlendirilecektir. 50’lerde DP’nin Kürt meselesine dair geliştirdiği ekonomi okuması 60’lı yıllarda bir devlet politikası haline gelirken, iktisadi geri kalmışlığın giderilmesi halinde Kürt “meselesinin” de çözüleceği ileri sürülecektir. Sol içerisinde mayalandıktan sonra özerk bir kimliğe bürünecek olan Kürt kimliği, 1978 yılında PKK’ya dönüşecek ve Türkiye başta olmak üzere Irak, İran ve Suriye’de Kürtlerin “özgürleşmesi” ve “bağımsızlığı” adına yoğun terör faaliyetleri yürütecektir.
Kürt kimliğine dair kırılmalardan en önemlisi, Türkiye’nin tüm politik aidiyetlerinin bastırıldığı, devlet-toplum ilişkisinin yapıbozuma uğratıldığı 12 Eylül dönemidir. Askeri idarenin yürüttüğü otoriter, de-politize edici siyaset nedeniyle demokratik ilişkiler yara almış ve birçok siyasi kimlik yeraltına inmek zorunda kalmıştır. Ara rejimin baskılayıcı siyaseti, Turgut Özal iktidarı ile birlikte şekillenen yeni-sağ ve onun alan açtığı sivil toplum üzerinden görece törpülenmiş, bastırılan kimlikler yeniden gün yüzüne çıkmaya başlamıştır. Bu bağlamda Kürt kimliği sadece bastırılan ve neticesinde terör üzerinden patlak veren bir siyasi oluşum değil; parlamenter siyaseti de zorlayan, toplumsal temsil kabiliyetine sahip bir hareket haline gelecektir. Önce merkez-sol siyaset ile ittifak yapan Kürt hareketi, HEP üzerinden başlattığı parlamenter siyaseti günümüze kadar farklı siyasi oluşumlar üzerinden sürdürmüş, yasama temsilinin yanında birçok yerel yönetim organının icrasını üstlenmiştir. Kürt kimliğinin kamusallaşmasına bağlı olarak Türk siyasetinin seçilmiş demokratik aktörleri için Kürt realitesinin göz ardı edilebilecek bir mesele olmaktan çıktığı ve 90’lı yıllardan itibaren tüm siyasi aktörlerin “sorunun” çözümü için politik tutum geliştirdiği söylenebilir. Çözüm önerisinin içeriği, tanımları, bakış açısı ve yöntemi farklı olmakla birlikte meselenin konuşuluyor olması dahi bugüne kadar varlığı bazen açıkça bazen zımnen göz ardı edilen Kürt meselesi ve kimliğinin kabul edildiğini göstermektedir. Buna karşın bizatihi PKK terörünün demokratik alanı tahrip etmesi, Kürtler adına tarihsel anlamda sol fraksiyondan gelen politik aktörlerin demokratik alanı muhafaza etme noktasında gösterdikleri “yetersizlik”, Kürt siyasetinin demokrasi kültürü içerisinde eritilmesini engellemiştir. Bu sürecin nakıs işlemesinin diğer bir nedeni ise 90’lı yıllarda seçilmiş demokratik aktörlerin aksine ön plana çıkan güvenlik bürokrasinin gösterdiği militarizme gömülü muhafazakâr tutumdur. Terör olaylarının yükselmesi ve buna eşlik eden ekonomik krizler, pamuk ipliğine bağlı koalisyon hükümetleri, ülkenin en önemli meselesini konuşma ve çözme kapasitesini boşa çıkartacak ve ülke önemli bir yükünü 21’inci yüzyıla devredecektir.
2002 yılında tek başına iktidara gelen AK Parti, demokrasiyi tahkim etmek ve vesayet mekanizmalarına son vermek adına radikal bir strateji ve politika takip etti. Verilen mücadelenin en kritik virajı, demokrasi sorunu olarak ele alınan “Kürt Meselesi”’dir. Demokratik kaldıraç olarak Avrupa Birliği uyum sürecini kullanan AK Parti iktidarı, güvenlik paradigmasının değiştirilmesi, sivil denetimin artırılması, askeri vesayetin geriletilmesi, temel hak ve hürriyetlerin geliştirilmesi, yargı reformu, kültürel hakların genişletilmesi, eğitim hakkının güçlendirilmesi ile sosyo-ekonomik alanda yapılan yatırımlar üzerinden demokratik alanı güçlendirmiş ve devamında açılım süreçlerini yürütmüştür. Yok sayma, reddetme, dışsallaştırma, bastırma siyasetlerinden sonra yürütülen demokrasi mücadelesi 90’lı yıllarda siyasi aktörlerin ürettiği tanıma söyleminin ve hazırlanan raporların çok üstünde “devlet aklını” seferber edecek bir düzeyde olmuştur. 2009 yılında başlatılan “milli birlik ve kardeşlik projesi” ile 2012 yılında devreye sokulan “çözüm süreci”, devlet-toplum ilişkisini demokratik bir düzleme oturtmanın yanı sıra terör örgütünün silah bırakması ve terörün bitirilmesi sürecini amaçlamıştır. Demokratikleşme hamleleri üzerinden devlet-toplum ilişkisini tadil edilmekle birlikte örgütün tasfiyesi Arap Baharı’nın Suriye’de alan açtığı iktidar boşluğu nedeniyle gerçekleşmeyecektir.
Darbeler ve Askeri Vesayet
Osmanlı-Türk siyasi düzenini tarihsel anlamda belirleyen en önemli unsurların başında ordunun politik alanda oynadığı rol gelmektedir. Ordu sadece milli güvenliği sağlayan, ülkenin varlığını dış güçlere karşı koruyan, zaman zaman asayiş olaylarına yardımcı olan silahlı bürokratik bir mekanizma değil, bunların yanında ve üstünde ideolojik karakteri haiz politik bir kurumdur. Her ne kadar belli bir süredir ordunun politik konumu zayıflamış, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) salt güvenlik aygıtı izlenimi vermeye başlamış olsa da tarihsel anlamda politik karaktere sahip, ülkenin modernleşmesinde kendisini öncü gören, devletin yönetilmesinde pay sahibi olan, kamu yönetimine insan kaynağı devşiren bir aygıt olarak vazife görmüş, bu bağlamda reel politik bir mücadele yürütmüştür.
Cumhuriyet rejimi, yıkılan bir imparatorluğun devamı olarak kurulması sebebiyle temel düzeyde güvenlik merkezli bir miras devralmıştı. Savaşarak ayakta duran, savaşıp aldığı yerleri muhafaza etmek adına bu durumu devam ettiren, kendi varlığı üzerinden dünyada barış tesis etme iddiasında olan Osmanlı İmparatorluğu, adeta bir savaş makinası olarak çalışmıştır. Savaş meydanlarında Batı karşısında yaşadığı dramatik yenilgiler bu makinanın çarklarında bir sorun olduğuna dair ilk uyarı olmuş; sistem kendisini bozulduğu yerden tamir ve tanzim etmek istemiştir. Osmanlı yenileşmesinin ordu merkezli olması ve bu yenileşme sürecinin devleti ayakta tutmak adına yapılması, modernlik ve siyasal var oluş arasında koparılması güç bir ilişkiyi tesis etmiş ve bu tarihten itibaren ordu “tecdit” düşüncesinin sembolik unsuru olmuştur. Yenileşmenin tezahürü olan ordu, zaman zaman kendisine bu vazifeyi tevdi eden siyasi otoriteye karşı da politik bir tutum geliştirmiştir. Ordunun siyasi meselelerde sık sık güç kullanmasının temelinde; silahla teçhiz edilmesi, ülkeyi savunma tekelinin kendisine verilmiş olmasının yanı sıra modernleşmenin kurucu unsuru olması yatmaktadır. Yaşanan tarihsel hadiseler, ordu mensupları kadar devletin diğer kurumları ile toplumsal kesimlere de sirayet etmiş; militarist düşünce siyasal kültürde yaygın bir kabul görmüştür. Ordunun siyasi konumu sadece milliyetçilik ve militarizm gibi modern ideolojiler üzerinden değil geleneksel kodlar üzerinden de beslenmiş ve TSK toplum ve siyaset kurumları nezdinde ayrıcalıklı bir konum elde etmiştir.
Modernleşme olgusunun ilk adımları III. Selim zamanında Nizam-ı Cedit birliklerinin kurulması ile başladı; Sultan II. Mahmut döneminde Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması ve yerine Asâkir-i Mansûriyeyi Muhammediyye ordusunun kurulması ile devam etti. 1835 yılında Mekteb-i Harbiye’nin açılması, hem Batılı bir eğitim sürecinin başlaması hem de insan kaynağının temin edilmesi bakımından oldukça önemlidir. Tarihsel olarak devşirme yöntemi üzerinden orduya insan kaynağı temin eden “devlet aklı”, “zâdegan” denilen içe dönük, kendi mensuplarının çocuklarını almak suretiyle sınıfsal bir yönelim geliştirdi. Fakat ordunun modern ideolojik unsurlardan beslenen bir küme haline gelmesi çok daha geç bir dönemde, 19’uncu yüzyılın sonlarına doğru İttihat ve Terakki’nin güç kazanması ile olacaktır. Jön Türk muhalefetinin Selanik ayağı olarak kurulacak İttihat ve Terakki, II. Abdülhamid idaresine karşı muhalif, alt sınıf memurlardan müteşekkil, organik, paramiliter kodlara sahip ve milliyetçilik duygusundan beslenen komitacı bir örgüt şeklinde teşekkül etmiştir. Osmanlı yenileşmesi idari açından Fransız modernleşmesinden beslenirken; ordu, büyük oranda Alman düşüncesi ve stratejisi üzerine şekillenmiştir. Alman nüfuzu altında biçimlenen İttihatçılık, örgüt kültü, dava düşüncesi, yabancı düşmanlığı ve otoriter gelenekten ilham alırken; temsili karakteri haiz demokratik kurumların gözden çıkarılması zor bir mesele olmamıştır. Örgüt için temel amaç, devletin kurtarılması ve statükonun muhafaza edilmesidir. Dolayısıyla örgütün entelektüel bir arayış içerisinde olduğunu söylemek mümkün değildir.
Sahip olduğu silahlı güç üzerinden sistemi zorlayan ve Kanun-ı Esasi’nin tekrar yürürlüğe koyulmasında inisiyatif kullanan İttihatçılar, 1909 yılında önce padişahın hal edilmesini daha sonra da anayasanın tadil edilmesini sağlamışlardır. Darbe-iktidarın halli-anayasa tadilatı, sık sık tekrarlanacak bir olgu olarak Cumhuriyet rejimine intikal etmiştir. Süreklilik sadece politik düzlemde değil insan kaynağı bakımından da dikkat çekicidir. Modern Osmanlı okullarından yetişen, imparatorluğa ve padişaha sadakat duyan birçok asker yeni rejimin varlığı için çalışacaktı. İttihatçılığın yeraltına inip düzenli ordunun emrine girdikten sonra organik düzlemden düşünsel bir boyuta evrildiği ve yeni dönemde bir iş yapma biçimi olarak varlık gösterdiği söylenebilir.
Millî Mücadele döneminde I. Meclis’in emrine giren ordu, parlamentonun yönetiminde kurtuluş mücadelesini yürütmüş; siyaset ve ordu aynı çizgiyi takip etmiştir. Yeni dönemde ordunun politik alanda herhangi bir inisiyatif almasına izin verilmediği, yönetimin Mustafa Kemal Paşa, İsmet Paşa ve Fevzi Çakmak Paşa üçgeninde icra edildiği bilinmektedir. Askerlik ve mebusluğun bir arada olamayacağı, siyaseti tercih eden ordu mensuplarının 1927 yılına kadar istifa mekanizmasını çalıştırmak suretiyle ordudan ayrılması gerektiği yasal düzenleme ile kayıt altına alınmış; ordu merkezli politik çıkışlar sivil alana taşınmak suretiyle mücadele alanı daraltılmıştır. Buradaki amaç asker-sivil ilişkisinin Batı modeline uygun olarak tanzim edilmesi ve ordunun demokratik açıdan denetlenmesi değil, silahlı kuvvetlerin bir darbe kaynağı olmasının önlenmesidir.
1960 yılına gelindiğinde iktisadi, siyasi ve kültürel açıdan çevre güçleri temsil eden DP’nin iktidardan uzaklaştırılması, ordunun politizasyonunu artırdığı gibi emir-komuta zincirini yerinden oynatacak; ordu içerisinde patlak veren birçok cunta bu tarihten başlayarak darbe girişimlerinde bulunacaktır. Darbe sonrasında 1961 Anayasası aracılığıyla ihdas edilen kurumlar, tek-parti döneminde doğrudan işleyen otoriter vesayet rejimini kurumlar vesayetine dönüştürürken demokratik temsil mekanizmaları kısıtlanacaktır. Yasama alanında TBMM’nin yanında ihdas edilen Cumhuriyet Senatosu, yargı alanında faaliyete başlayan Anayasa Mahkemesi, demokratik iktidar karşısında güç paylaşımı yapan Millî Güvenlik Kurulu ile yargı bütünlüğünü deforme eden Askeri Yargıtay bunlardan en dikkat çekenidir.
1960 sonrasında yükselen sol siyaset ile ordu içerisinde baş gösteren cunta girişimleri neticesinde TSK, 12 Mart 1971 tarihinde yayınladığı muhtıra üzerinden Adalet Partisi’ni (AP) iktidardan uzaklaştırmak suretiyle demokratik rejime yeniden müdahale etmiştir. Muhtıra, ordunun emir-komuta zincirini muhafaza etme amacı kadar yükselen ideolojik akımları durdurma hedefini de taşıyordu. Askeri müdahale sonrasında sosyalist Türkiye İşçi Partisi (TİP) ile İslamcı Millî Nizam Partisi’nin (MNP) kapatılması dikkat çekicidir. Bu tarihten itibaren resmî ideolojinin iki ötekisi “komünizm” ve “İslamcılık”, darbelerin, kapatılmaların temel taşıyıcısı ve malzemesi olacaktır. Diğer yandan darbe sonrasında anayasada yürütmeyi güçlendirici, temel hak ve hürriyetleri kısıtlayıcı değişikliğe gidilmiş; Devlet Güvenlik Mahkemesi, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi gibi hukuk devletini zedeleyici yeni kurumlar ihdas edilmiş ve hükümete kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi tanınmıştır.
Devlet-toplum ilişkilerini derinden zedeleyen, demokratik siyaseti askıya alan radikal müdahalelerin başında 12 Eylül askeri darbesi gelmektedir. Soğuk Savaş atmosferi içerisinde gerilen ve şiddete dönüşen politik kimliklerin ürettiği çatışmanın söndürülmesi gerekçesiyle 1980 yılında yönetime el koyan ordu, kapsamlı ve radikal bir dönüşüm yapmak suretiyle sistemi militarize etmiştir. Üç yıl süren ara rejim zarfında sistemi önemli ölçüde değiştiren ve yeni bir anayasa ihdas eden askerler telafisi kolay olmayan, depolitizasyon üstüne kurulu yeni bir rejim kurgulamışlardır. Toplumsal odakları siyasetten uzaklaştıran, siyaseti ve siyasetçiyi kötü addeden, kamu yönetimini militarize eden, demokratik hak ve hürriyetleri kısıtlayan ordu, 1983 yılında sivil siyasete izin verse de demokrasi birçok defoyu taşıyacaktır.
90’lı yılların ortalarına gelindiğinde, Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın vefatı, demokratik siyasetin iç çelişkileri ile ülkede baş gösteren ekonomik kriz ve terör, sistemi müdahaleye açık bir hale getirecekti. TSK, Refah Partisi’nin (RP) yükselişi ile birlikte siyasetteki ağırlığını MGK aracılığıyla genişletmeye başlattı. İslami kimlik bu dönemden itibaren bir iç tehdit haline geldi ve ordu parlamenter siyasete müdahale dozajını artırdı. Post-modern olarak tanımlanan, yeni araçlar vasıtasıyla gerçekleşen darbe, kırılganlaşan sistemi düşürmek için yeterliydi. 28 Şubat 1997 tarihinde yapılan müdahale ve devamında RP’nin önce siyasetten uzaklaştırılması ardından kapatılması ile rejim, merkezi aktörler tarafından kontrol altına alınmıştır.
28 Şubat süreci üzerinden bastırılan İslamcı siyaset, 21’inci yüzyıla gelindiğinde iki ayrı çizgi üzerinden kendisini parlamenter siyasete taşımış; Millî Görüş hareketinden ayrılan kadroların kurduğu AK Parti, muhafazakâr siyasetin takipçisi olarak siyaseti 2002 yılından günümüze kadar tek başına taşımayı bilmiştir. Kurulduğu ilk yıllarda sistem nezdinde meşruiyet arayan, bunun adına demokratik araçları yaygın bir şekilde kullanan AK Parti, sistemin gadrine uğramaktan kurtulamayacak ve 2007 yılında önce e-bildiri üzerinden bir muhtıra ile kısa süre sonra da kapatma davası ile karşılaşacaktır. Siyasi aktörlerin e-muhtıraya gösterdiği reaksiyon sistemin darbelere karşı direnç kazandığının önemli bir tezahürüydü. Bu dönemde MGK’nın sivil denetime alınması, EMASYA’nın kaldırılması, bazı kamu kurumlarındaki askeri üye uygulamasının son bulması, YAŞ kararlarına karşı yargı yolunun açılması, 12 Eylül darbecilerinin yargılanması ile askeri yargı alanının daraltılması sivilleşme adına oldukça önemliydi. Fakat ordu içerisindeki NATO’cu yapılanma bu sefer seküler değil muhafazakâr bir görünüm üzerinden gerçekleşecek ve 15 Temmuz 2016 tarihinde ordu başta olmak üzere devlet içerisine “paralel” bir yapılanma ile girecek “Fethullahçı” unsurlar, cunta darbesi üzerinden demokratik sisteme müdahale edeceklerdir. Siyasal sistemin yaşanan hadiseler karşısında direnç kazanması, sosyolojik anlamda biriken orta sınıflaşma olgusu, darbenin önlenmesinde önemli bir direnç olmuş ve girişim akamete uğratılmıştır.
Laiklik ve Din-Siyaset İlişkisi
Yukarıdaki satırlarda ifade edildiği gibi Osmanlı yenileşmesi üzerine bina olunan Cumhuriyet modernleşmesi, geçmiş birikimden farklı olarak yeni dönemde radikal bir dönüşümün takipçisi olmuş ve bir bütün olarak hem devleti hem de toplumu Batılı bir biçime büründürmek için mücadele vermiştir. Batılılaşma siyaseti adına hukuk, eğitim ve idari anlamda önemli değişiklikler yapan kamu otoritesi, sisteme dünyevi bir karakter kazandırmıştır. Kuruluş evresinde yapılan reformların tamamına yakınının din ile ilişkisinin olduğu görülmektedir. İslam’ın resmî bir mahiyet arz ettiği, toplumsal açından belirleyici olduğu imparatorluk düzeninden sonra Batılılaşma siyasetini temel yönelimi olarak seçen Kemalizm için bunun bir zorunluluk olduğu anlaşılmaktadır. Fakat devlet kapasitesinin zayıflığı, İslam’ın Anadolu topraklarında kök salan gücü karşısında resmî ideoloji din kimliğini bir bütün olarak ortadan kaldırma yerine dönüştürmek ve kontrol etmek isteyecektir. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Başbakanlık makamına bağlanması, diğer yandan toplum nezdinde itibarlı din adamlarının kuruma başkan olarak atanması kurgulanan stratejinin önemli bir yansımasıdır. Dinin vicdanlarda yaşanmasını öngören resmî ideoloji, İslam’ın kamusal kimliğinin silinmesi adına önce Harf Devrimi’ni gerçekleştirmiş, 1932 yılında ezanın Türkçe okunmasını zorunlu kılmış ve nihai olarak 1934 yılında da Ayasofya’yı müze haline getirmiştir. Toplum alanını tanzim eden resmî ideoloji benzer şekilde politik alanı da dönüştürecektir. 1928 yılında “Din-i İslâm’dır” ibaresini anayasadan çıkartacak olan siyasi güç, daha sonra parti programı ile anayasaya laiklik ilkesini yerleştirecektir.
1. Dünya Savaşı sonrasında dünya dengelerinin değişmesi ile birlikte çok-partili hayata geri dönen Türk siyaseti, tek-parti döneminde örselenen, yeraltına itilen, politik kimliği bastırılan İslam’ın yeniden gün yüzüne çıkışına şahit olacaktı. Tek-parti dönemini otoriter bir siyaset içerisinde geçiren CHP, yumuşama politikalarının bir yansıması olarak medrese kökenli Şemsettin Günalatay’ı Başbakanlık koltuğuna oturtmuştur. 1950 yılında CHP’den koparak kurulan DP, toplumsal temsili artırmak adına tek-parti döneminde yasaklanan Arapça ezan yasağının kaldırılması, İmam-Hatip okullarının MEB’e bağlanması ve tek-parti döneminde dip dalga olarak yaşayan “volk” İslam’ın din özgürlüğü çerçevesinde politize olması yeni dönemin ilk işaretleri olarak karşımıza çıkmaktadır. CHP içerisinden çıkarak kurulan, benzer bir sınıfsallığı ve kültürü paylaşan DP’nin toplum nezdinde edindiği mütekabiliyet, 27 Mayıs üzerinden hesaba çekilecek ve Türk siyaseti darbeler sarmalı içerisine girecektir.
DP ve devamında kurulan merkez-sağ siyasetin, devlet ve resmî ideoloji ile olan gök bağına karşın İslamcı çizginin temsilcisi olarak kurulan Millî Görüş hareketi müstakil bir siyasetin temsilcisi olmuştur. Millî Görüş hareketinin ilk deneyimi olan Millî Nizam Partisi (MNP) 12 Mart sonrasında AYM tarafından kapatılacak ve devamında Millî Selamet Partisi (MSP) kurulacaktır. Anaakım iş, siyaset ve toplum çevrelerinin aksine doğrundan İslmi kimliği referans alan, çevre güçleri temsil eden Millî Görüş hareketi lideri Erbakan’ın öncülüğünde 1980 öncesinde iktidar ortaklığı elde etmesinin yanında birçok yerel yönetim birimini yönetecektir.
1980 sonrası dönemde din-siyaset ilişkisi, bir tarafta yeni-sağ siyasetin alan açtığı özgürlükçü ortam diğer yandan resmî ideolojinin benimsediği Türk-İslam-Batı sentezi üzerinden kendisine imkân bulmuştur. Askeri idarenin baskıladığı siyasal sistem yükselen kimlik siyaseti ve sivil toplum üzerinden kırılmaya çalışılmış; eş anlı ve amorf bir düzlemde Türk siyaseti liberalizm ve otokrasiyi birlikte yürütmüştür. Din ve siyaset çizgisinde, daha önce kurduğu partiler kapatılan, siyasi yasaklara maruz kalan Millî Görüş hareketi, önce mahalli idarelerde daha sonra da kazandığı milletvekili genel seçimleri üzerinden gecikmeli de olsa iktidar olmayı başarmıştır. 28 Şubat ve sonrasında ordu, yargı, basın ve sivil toplum üzerinden baskılanan İslamcı siyaset, RP’nin kapatılması ve devamında kurulan Fazilet Partisi (FP) üzerinden bir soğuma yaşasa da bu durum din-siyaset ilişkisinin yeni bir ivme kazanmasına neden olacak ve AK Parti “muhafazakâr demokrasi” kavramı üzerinden siyaseti 2002 yılından itibaren domine edecektir. Başörtüsü sorunu, katsayı problemi, İmam-Hatip okullarının orta kısmı, YAŞ kararları, 80’li yıllardan itibaren uygulanan katı laiklik ya da laikçilik üzerinden ülkenin gündemini esir aldıktan sonra AK Parti döneminde peyderpey bir demokrasi meselesi olarak tartışılmış ve gündem dışına çıkarılmıştır. Sürecin dönüşmesinde İslamcı siyasetin evrimi kadar Kemalist kabullerin de demokrasi lehine kat ettiği mesafe önemli rol oynamıştır.
Sonuç
Altı çizilmesi gereken birinci husus, Cumhuriyet’in 100’üncü yılından geriye bakıldığında üç zor meselenin Türkiye’nin enerjisini tüketici bir rol oynadığıdır. İktisadi, siyasi ve toplumsal açından üç sorun, sadece devlet-toplum ilişkisi noktasında değil toplumsal açıdan da bir iç yarılma üretmiş, millet olma bilincini yaralamıştır. İkinci husus, devlet toplum ilişkisinde var olan kopukluğun siyasi açından önemli ölçüde giderildiği, toplumsal iradenin güç ilişkilerini belirlemede mesafe katettiğidir. Geriye bakarak var olan yapısal sorunların kısmen çözüldüğü ya da çözüm atmosferine girmiş olduğu söylenebilir. Üçüncüsü husus ise “devlet aklının” da sabit olmadığı, yaşanan hadiseler neticesinde, rasyonel, makul ve demokratik bir karakter etrafında dönüştüğüdür. Bu noktada gerçekleştirilmesi gereken ilk husus, dönüşümün başta bir anayasa metni üzerinden kayıt altına alınması, ülkenin ivedilikle yeni bir siyasi metni ortaya koymasıdır. Yöntem açısından bu sürecin, tek taraflı bir irade üzerinden değil, çoğulcu, müzakereci ve kapsayıcı olması önem arz etmektedir. Nihai olarak toplumsal entegrasyonu artırıcı, yaşanan iç bölünmeyi telafi edici ve birlikte yaşama iradesini tahkim edici siyasal bir perspektif geliştirilmelidir. Toplumsal olanın merkeze alındığı, farklılıkların değerli görüldüğü bir siyasal düzen yeni sorunların oluşmasını engellediği gibi var olan problemleri de hızlıca tolere edecektir. Devleti ve milleti yeni yüzyıla taşıyacak olan, toplumsal iradenin istisnasız bir bütün olarak yönetme meselesinin içerisine katılması, var olan kopukluğun bir bütün olarak ortadan kaldırılmasıdır.