100’üncü Yılda Türkiye’nin Öncelikli İhtiyacı Yeni Anayasa mı?

Yeni bir anayasa illa yapılacaksa, buna başlamadan önce siyasi çoğulculuğun, ifade özgürlüğünün, toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkının ve daha nice hak ve özgürlüğün etkin bir şekilde kullanılmasını engelleyen kanunlar ile uygulama yanlışlarını düzeltmeli; kutuplaşmayı azaltmalı, çatışmacı ve tek taraflı bir anayasa değişikliği zorlamasının aksine çoğulcu bir süreci içeren uzlaşma üzerine dayalı bir anayasa değişikliği süreci yaşamalıyız.

anayasa

“Anayasa” kelimesinin gündemi bu kadar meşgul ettiği başka bir ülke var mı bilinmez ancak Türkiye’de anayasa tartışmaları gündemden hiç düşmüyor. Çoğunlukla kısmi değişikliklere ilişkin talep ve girişimlerin yer aldığı bu tartışmalarda son zamanlarda ağırlıklı olarak “yeni/sivil bir anayasanın” baştan yazılması taleplerinin ağırlıkta olduğunu görüyoruz. Bu bakımdan özellikle Mayıs seçimlerinin ardından yoğunluğu artan yeni anayasa tartışmalarında başrol -bekleneceği üzere- iktidarda. 12 Eylül darbesinin yıldönümünde gerçekleştirilen “1982 Yerine 2023 Anayasası Sempozyumu”na katılan Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan “Türkiye Yüzyılı hedefimizin unsurlarından biri olan yeni anayasayı milletimize kazandırana kadar çalışmayı, gayret etmeyi, mücadeleyi asla bırakmayacağız” ifadeleriyle bu niyeti de güçlü bir şekilde dillendirmiş oldu. Benzer şekilde TBMM Başkanı Sayın Numan Kurtulmuş ve Adalet Bakanı Sayın Yılmaz Tunç başta olmak üzere birçok siyasetçi ve akademisyen yeni anayasaya yönelik ihtiyacı vurgulayan söylemlerde bulundular. Tüm bu ifadeler ve güncel tartışmalar çerçevesinde bu kısa yazı şu soruya yanıt arıyor: Türkiye için yeni bir anayasa şu an için öncelik verilmesi gereken bir ihtiyaç mı? 

 

Yürürlükte olan 1982 Anayasası kabul edildiği günden bu yana 19 defa değişikliğe uğradı. Söz konusu değişikliklerle Anayasa’nın çoğu maddesi değiştirildi. Sonuncusu 2017 referandumunun ardından yürürlüğe giren kapsamlı değişikliklerle birlikte Cumhuriyet’ten daha eski geçmişi olan parlamenter sistemi dahi terk ettik. Kimisi oldukça “radikal” tüm bu değişikliklere rağmen neden “halâ” yeni bir anayasa yapmak istiyoruz?

 

Yeni, “Sivil” Anayasa Talebinin Gerekçeleri

 

Anayasa hukuku öğretisinde ve siyasilerin söylemlerinde yer alan yeni anayasa hazırlanmasına yönelik gerekçelere bakıldığında, 1982 Anayasası’nın 12 Eylül rejiminin ürünü bir darbe anayasası olması, Anayasa’da yapılan reformların “vesayetçi ruhu” ortadan kaldıramaması, Anayasa’nın sistematiğinin bozulmuş ve değişiklikler sebebiyle “yamalı bohça” haline gelmiş olması, Anayasa’nın insan onuru ile temel hak ve özgürlükleri esas alması gerektiği gibi gerekçeleri görüyoruz.  

 

“12 Eylül Vesayeti” 1982 Anayasası’ndan mı İbaret?

 

Sayın Tolga Şirin’in de geçtiğimiz günlerde T24’teki yazısında hatırlattığı gibi, anayasa yapım süreçlerinin demokratik olup olmaması o anayasanın uygulandığı devletin demokratik olup olmamasını doğrudan belirleyen bir özellik değil. Örneğin 1949 Alman Anayasası, işgal güçlerince hazırlanmış, yürürlüğe sokulurken halka da sorulmamış bir metin olmasına rağmen Federal Anayasa Mahkemesi’nin kararlarıyla ve “örgütlü kamuoyunun” sahiplenmesiyle meşruiyetini kabul ettirmiştir. Haliyle bir anayasanın anti-demokratik yöntemlerle hazırlanması, o anayasanın hazırlandığı ülkenin demokrasi düzeyini ve geleceğini etkilese de tek parametre değil. Üstelik 1982 yılından bu yana yapılan değişikliklerle birlikte mevcut Anayasamızda askeri vesayetin -amiyane tabirle- “a”sı dahi kalmadı. Ancak diyelim ki tüm değişikliklere rağmen bu anayasa darbecilerin dayatmasıyla hazırlandığı gerekçesiyle yenilenmeli; peki o dönemde yapılan kanunların yenilenmesi neden aynı ölçüde bir önemli bir ihtiyaç olarak ortaya konulmuyor?

 

Darbenin gerçekleştiği 12 Eylül 1980 tarihi ile Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlık Divanı’nın oluştuğu 6 Aralık 1983 arasında, diğer bir deyişle “12 Eylül rejiminde” onlarca kanun memleketimizde kabul edildi. 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu, 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu, 2839 sayılı Milletvekili Seçimi Kanunu veya 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu bu çerçevede örnek olarak gösterilebilir. Bu durumda şu soruyu sormamız gerekiyor: Bu kanunlar da 12 Eylül vesayetinin ürünü değil mi? Neden bu kanunlar şimdiye kadar yenilenmedi? 

 

Gayet tabii bu kanunlar günümüze kadar birçok değişikliğe uğradı ancak madem 1982 Anayasası tüm değişikliklere rağmen darbe ürünü olarak görülüp bu sebeple değiştirilmek isteniyor; o halde 1980-1983 arasında yapılan kanunların da yeni kanunlarla değiştirilmesini beklemek haklı bir beklenti olarak karşımıza çıkıyor. Üstelik yeni bir kanun yapmak yeni bir anayasa yapmaktan veya mevcut anayasayı değiştirmekten çok daha kolay. TBMM’nin çoğunluğunu elinde bulunduran Cumhur İttifakı milletvekilleri muhalefetin desteğine dahi ihtiyaç duymadan bu kanunları istedikleri yeni kanunlarla değiştirebilirler. Gerçekten de Anayasamız anayasa değişikliklerinde TBMM’nin en az beşte üçünün olumlu oyunu ararken kanun değişiklikleri için toplantıya katılan milletvekillerinin salt çoğunluğunun oyu yeterlidir. Değişikliklere rağmen hâlâ anti-demokratik hükümler barındıran, 12 Eylül ruhunu yansıtan ve yeni kanunlarla değiştirilmeyen bu kanunlar, 12 Eylül rejiminin ürünü birer yamalı bohça değil midir? İktidar yapabileceği halde bu kanunları neden yıllardır yenileriyle değiştirmiyor?

 

12 Eylül Anayasası’ndan Geriye Gidişler

 

1982 Anayasası’nın ilk hâlinin temel özellikleri, 1961 Anayasası’na kıyasla hak ve özgürlüklerde geriye gidilmesi ve yürütme organının diğer organlara göre çok daha güçlü bir şekilde düzenlenmesi şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Merhum Hocamız Bülent Tanör’ün ifadesiyle “1982 Anayasası ile birlikte ‘en kârlı çıkan yürütme, en çok yara alan da yargı’ oldu” gerçekten. Ancak günümüze kadar yapılan anayasa değişiklikleriyle 1982 Anayasası’nın hak ve özgürlüklere yönelik olumsuz yaklaşımı önemli ölçüde değiştirilmiş, hak ve özgürlüklere ilişkin düzenlemeler istisnai bazı hükümler dışında -en azından anayasal düzeyde- ideal hale getirilmiştir. Ancak yürütme organının güçlendirilmesi eğilimi özellikle son yıllarda yapılan anayasa değişiklikleri ile artmış, 2007 yılında cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesine ilişkin değişikliği takiben 2017 yılında Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçilmesini öngören değişiklikle birlikte yürütmenin güçlendirilmesi eğilimi en uç noktaya gelmiştir.

 

Öte yandan bu süreçte, hak ve özgürlüklere ilişkin anayasal güvenceleri artırmaya yönelik anayasa değişikliklerinin çoğunlukla uzlaşmayla kabul edildiğini; ancak hükümet sistemini, devlet teşkilatını ve organlar arasındaki yetki dağılımını etkileyen değişikliklerin çoğunlukla çatışmacı bir süreç sonunda yapıldığını görüyoruz. İlk gruba örnek olarak 2001 ve 2004 değişikliklerini; ikinci gruba örnek olarak ise 2007, 2010 ve 2017 anayasa değişikliklerini zikredebiliriz. Olağanüstü hâl devam ederken yapılması, TBMM görüşmelerinde gizli oy ilkesinin ihlal edilmesi, hazırlık sürecinin şeffaf bir şekilde yürütülmemesi, Yüksek Seçim Kurulu’nun mühürsüz oylara ilişkin kararı ve değişikliğin yüzde 51,41 evet, yüzde 48,59 hayır oylarıyla kabul edildiği 2017 değişikliği bu çerçevede özellikle çarpıcı bir örnek olarak karşımızda duruyor. Ayrıca doğrudan hak ve özgürlüklerle ilgili kısımda olmasa dahi Anayasa’nın diğer kısımlarında yahut alt mevzuatta yapılan bazı değişiklikler hak ve özgürlüklerle ilgili geriye gidiş anlamı da taşıyor. Özellikle 2017 anayasa değişikliklerinin yargının -o dönemde de fazla olmayan- bağımsızlığına vurduğu darbe bu çerçevede örnek olarak gösterilebilir.

 

Bir akademisyen olarak başka bir örnek daha vereyim. Malumunuz 1982 Anayasası ile birlikte üniversite özerkliğine darbe vurulduğu genel kabul görmekte, YÖK’ün sahip olduğu yetkiler eleştirilmekte, bu kurumun kaldırılması veya yapısının değiştirilmesi gerektiği sık sık vurgulanmaktadır. Şimdiye kadar yapılan anayasa değişikliklerinde üniversite özerkliğini güçlendirecek düzenlemeler bir tarafa, alt mevzuatta yapılan değişikliklerle bu özerkliğin daha da zarar gördüğüne şahit olduk. Örneğin Anayasamızın 130’uncu maddesi uyarınca, rektörler cumhurbaşkanınca kanunun belirlediği usul ve esaslara göre atanmaktadır. 2018 yılı öncesinde 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun 13’üncü maddesinde, rektör adayı seçimlerinin yapılacağı, toplantıda en çok oy alan altı kişi arasından YÖK Genel Kurulu tarafından seçilecek üç kişinin cumhurbaşkanına sunulacağı ve cumhurbaşkanının bunlar arasından birini seçip rektör olarak atayacağı düzenleniyordu. Vakıflarca kurulan üniversitelerde ise rektör adaylarının seçiminin ve rektörün atanmasının ilgili mütevelli heyeti tarafından yapılması öngörülmekteydi. “Yeni sisteme uyum amacıyla” 2018 yılında çıkarılan 703 sayılı KHK ile rektör adaylığı için seçim yapılması usulüne son verildi. Mevcut düzenleme uyarınca “Devlet ve vakıf üniversitelerine rektör, Cumhurbaşkanınca atanır. Vakıflarca kurulan üniversitelerde rektör ataması, mütevelli heyetinin teklifi üzerine yapılır.” 

 

2017 anayasa değişikliklerinden önce Anayasa uyarınca tarafsız olması gereken cumhurbaşkanlarının seçimle belirlenen adaylar arasından istedikleri kişiyi rektör olarak atamaları eleştirilirken, görüldüğü üzere günümüzde siyaseten taraf olan cumhurbaşkanı dilediği kişileri atanacak kurum dışından dahi rektör olarak atayabilmektedir. Bu hususta son dönemde Boğaziçi Üniversitesi’nde yaşanan olaylar akıllara gelebilir. Tam da bu noktada şu soruyu sormak gerekiyor: Üniversite özerkliğini zedeleyen 12 Eylül düzenlemelerinin iyileştirilmemesinin, bu özerkliği daha kötü hale getirecek şekilde değiştirilmesinin sorumluluğu kime ait? Bu hususta faturanın ne kadarını “12 Eylül Anayasası’na” kesebiliriz?

 

Mevcut Anayasa’ya Uyuyor muyuz?

 

Yukarıda, günümüze kadar yapılan anayasa değişiklikleriyle 1982 Anayasası’nın hak ve özgürlüklere yönelik olumsuz yaklaşımının önemli ölçüde değiştirildiği ve hak ve özgürlüklere ilişkin düzenlemelerin istisnai bazı hükümler dışında anayasal düzeyde ideal hale geldiği belirtilmişti. Ancak gerek kanunlardaki ve diğer alt mevzuattaki Anayasa’ya aykırılıklar gerekse son dönemde dozu artan keyfi uygulamalar, Anayasa’daki hak ve özgürlüklere ilişkin güvencelerin etkili şekilde hayata geçirilmesinin önündeki engeller olarak karşımıza çıkıyor. Bu kısa yazıda hepsini saymak mümkün değil ancak hayatımızı yakından ilgilendiren “anayasal riayetsizliklerimize” birkaç örnek verip hafızamızı tazeleyebiliriz:

 

1. 2017 anayasa değişiklikleri parlamentoda görüşülürken anayasa değişikliği yönünde oy kullanan milletvekillerinden bazıları söz konusu oylamanın gizli olması gerekmesine rağmen gizlilik kuralını açıkça çiğneyerek Anayasa’yı ihlal ettiler. Nitekim bu milletvekilleri evet yönünde oy kullandıklarını göstermek için çekimser ve hayır anlamına gelen yeşil ve kırmızı pulları kapalı oy verme yerinde belirtilen yere bırakmamış, oy verme yerinden çıktıktan sonra havaya kaldırarak kendi partililerine   göstermiş ve bu şekilde fotoğraf çektirmişlerdir. Oysa Anayasa uyarınca anayasa değişikliklerinde oylamanın gizli yapılması gerekmektedir (m. 175). “Anayasa’ya sadakatten ayrılmayacaklarına” yemin edip göreve başlayan milletvekillerinin gizlilik gibi basit bir kuralı bile bu kadar pervasızca ve “görmeyen göze parmak sokarcasına” ihlal etmelerinin sorumlusu da 1982 Anayasası değil. Bu örneği özellikle vermekte yarar gördüm, zira o andan itibaren anayasa değişikliği ne zaman gündemimize gelse 2016-2017 sürecindeki anayasaya aykırılıklar gündeme geliyor ve bu durum da haliyle mevcut parlamento çoğunluğuna karşı -haklı olarak- bir güvensizliğe sebebiyet veriyor.

 

2. COVID-19 salgınının hayatımıza soktuğu “genelge rejimi” hâlâ devam ediyor. Açık kanuni dayanağı olmayan, hak ve özgürlükleri ölçüsüz bir şekilde sınırlandıran tedbirlerin hukuka aykırılığı Anayasa Mahkemesi’nin vermiş olduğu kararla da ortaya çıktı. Ancak İçişleri Bakanlığı’nın çıkardıkları başta olmak üzere Türkiye’nin tamamında uygulanması öngörülen bu genelgeler hakkında idari yargının tepesinde bulunan Danıştay günümüze kadar tek bir karar dahi ver(e)medi. Yargının bu pasif tavrının da etkisiyle salgın bitmesine rağmen bakanlıkların ve valiliklerin açık kanuni dayanağı olmayan genelgelerle ve diğer idari işlemlerle hak ve özgürlüklere müdahaleleri sürüyor. Müzik yayınına yönelik yasak yahut konser, şenlik ve festivallerin yasaklanması bu çerçevede akıllara gelebilir. Tüm bunlar 1982 Anayasası uyarınca temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması için açık kanuni dayanak olması gerekmesine (m. 13) rağmen gerçekleşiyor.

 

3. Anayasamızın 90’ıncı maddesi gereğince, usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası antlaşmalar kanun hükmündedir. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınmalıdır. Bu çerçevede Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Sözleşme’nin kurduğu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) verdiği kararlar hepimiz için bağlayıcıdır. AİHM tarafından verilen kararları beğenmeyebiliriz ama hukuken yapılması gereken bu kararları uygulamaktır. Ancak son zamanlarda AİHM kararlarının bazılarını uygulamıyoruz, üstelik bu kararları uygulamayacağımız yöneticilerimiz tarafından da alenen beyan ediliyor. Bu beyanlar aynı zamanda Anayasamızın 90’ıncı maddesini uygulamayacağız demekle de eşdeğer. Hatta yakın zamanda kendi Anayasa Mahkememizin verdiği kararları uygulamamakta direnen hâkimler oldu. Anayasa’nın açıkça ihlali niteliğinde olan bu durum, sebebiyet verenlerin sorumluluğunu gerektirmesine rağmen böyle bir sorumluluk işletilmedi ve bu durumu ödül verilircesine yapılan atamalar takip etti…

 

Yeni bir anayasa yapmaktan ziyade mevcut Anayasa’ya riayet etmekle alakalı ciddi sorunlarımız bulunduğunu gösteren bu örnekler -maalesef- çoğaltılabilir.

 

Sonuç

 

Görüldüğü üzere mevcut Anayasa’dan kaynaklanan çoğu hukuki sorunumuzun altında mevcut iktidarın değiştirebilme imkânı olduğu halde değiştirmediği yahut değişiklikler yoluyla getirdiği yeni düzenlemeler yatıyor. Ancak yukarıda ele alınmaya çalışıldığı gibi, hukukla alakalı güncel sorunlarımızın nispeten azı mevcut Anayasa’yla ilgili. Bu sorunların çoğu da anayasa değişikliğine kıyasla çok daha kolay olan kanun değişiklikleriyle yahut uygulama değişiklikleriyle giderilebilir. Hal böyleyken yeni bir anayasanın güncel bir ihtiyaç olduğunu söylemek mümkün değil.

 

Yeni bir anayasa illa yapılacaksa, buna başlamadan önce siyasi çoğulculuğun, ifade özgürlüğünün, toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkının ve daha nice hak ve özgürlüğün etkin bir şekilde kullanılmasını engelleyen kanunlar ile uygulama yanlışlarını düzeltmeli; kutuplaşmayı azaltmalı, çatışmacı ve tek taraflı bir anayasa değişikliği zorlamasının aksine çoğulcu bir süreci içeren uzlaşmaya dayalı bir anayasa değişikliği süreci yaşamalıyız. İlla yeni bir anayasa yapılmak isteniyorsa, “Cumhuriyetin 100’üncü Yılına” yakışan anayasa yapım süreci ancak bu şekilde olabilir.

 

Kaynakça

 

– Tolga ŞİRİN, “Temcit pilavı olarak “sivil anayasa”, T24, 12 Eylül 2023, Çevrimiçi: https://t24.com.tr/yazarlar/tolga-sirin/temcit-pilavi-olarak-sivil-anayasa,41480.

– Abdurrahman EREN, Anayasa Hukuku Dersleri: Genel Esaslar-Türk Anayasa Hukuku.

– Bülent TANÖR, İki Anayasa 1961-1982.

– Bülent TANÖR, Necmi YÜZBAŞIOĞLU, 1982 Anayasasına Göre Türk Anayasa Hukuku.

– Mustafa Karakuş Başvurusu [GK], B. No: 2020/34781, 17/1/2023.

– Volkan ASLAN, Türkiye’de Yargı Organı: Sorunlar ve Çözüm Önerileri, Anayasa Uzlaşma Komisyonu Tecrübesi: Uzlaşılan Maddeler ve Anayasa, SETA.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.