128 Milyar Dolar ve İktidarın Çaresizliği

Erdoğan daha öncesinde ortaya atılan iddialar karşısında doğrunun ne olduğunu kendinden emin şekilde tane tane açıklardı. Çünkü ekonomi-politiğin namusunu, siyasetin ahlaki meşruiyetini sağlayan kadroları bu nitelikteydi. Oysa bugün açılan kara deliklerin mahiyetini bile sorumlu birkaç kişiden başkası bilmiyor.

128 Milyar Dolar ve İktidarın Çaresizliği

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin ülkeye dar gelecek bir elbise olduğu referandumdan yıllar evvel tartışılmaya başlanmıştı. Ama tam bir “kaybet-kaybet” denklemi oluşacağına dair tahminler bu kadarını öngörebilmekten uzaktı.

 

Öngörüler daha çok, sistemin otoriterleşmeyi taşıyacağı seviyenin bileşik kaplar kanunu gereğince, iktidara kaybettireceği ama muhalefete kazandıracağına dair bir iyimserliği içinde barındırmakta idi. Oysa geldiğimiz nokta “kazan-kaybet”in ötesinde bir duruma tekabül etmekte.

 

Her ne kadar muhalefetin sadık taraftarları, özellikle 128 Milyar meselesini ana muhalefetin başarısı gibi lanse etseler de, aslında bundan daha fazla iktidarın muhalefete altın tepside sunduğu bir ikram ve kredi olduğu açık. Yani gelinen nokta, muhalefetin proaktivitesinden ziyade iktidarın performansı, daha doğrusu artık kabına sığmayan, çuvaldan taşan icraatları ve kendi eliyle “başardığı” yapı bozumuyla alakalı.

 

Bahçeli’ye Mahkûm Bir “İttifak”

 

Uzunca bir dönemdir, ekonomi-politiği iktidara tevdi eden, karşılığında da muhalefette iken hayal bile edemeyeceği siyasi bir etki gücü kazanan Bahçeli’nin ittifak kurallarına uygun hareket etmediğinin bolca örneğiyle karşılaştık. Garip olan Bahçeli’nin kendi milliyetçi-totaliter ve aşırı güvenlikçi siyasetini izlemesi değil, bu siyasetin Erdoğan ve partisinin kodlarını bozan, elini kolunu bağlayan bir cendereyi beslemesi haliydi. Dahası, Bahçeli’nin ‘ittifak etiği’ olarak adlandırabileceğimiz kurallar silsilesini umarsızca çiğneyebilmesi, ortağının siyaset etme kabiliyetini de paralize etmesiyle yakından ilgiliydi.

 

Öyle ki, 128 milyar meselesinde bile ortağına sunduğu tek destek, 128 milyarın karşısına koyduğu amiraller bildirisinden mülhem, “128 milyarı bırak 104’e bak” sloganından öteye gidememişti.

 

İktidarın AB ile ilişkilerde ihtiyacı olan açılımların temelinde yer alan, açıklandığı esnada davetliler arasında Avrupalı parlamenterlerin bulunduğu İnsan Hakları Eylem Planını adeta baltalar tarzda, parti kapatmalarla ilgili siyasetini yüksek sesle deklare etmesi bunun sadece küçük bir örneği olarak tarihe geçmişti.

 

Anayasa Mahkemesi başta olmak üzere kurum ve kuruluşların “feshedilmesi”ne dair anti-demokratik talepleri karşısında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sessizliği, sistem içi paylaşımda göz yumulan konularla yakından ilgiliydi.

 

Andımız konusunda koparılan fırtına, bu konudaki ideolojik yaklaşımları yıllardır bilinen muhalefet partilerinden bile daha sert olmuş; ittifak içi muhalefetin pervasızlığı karşısındaki sessizlik ise, seçim aritmetiğini korumanın çok ötesinde nedenleri içinde barındırmaktaydı.

 

Eski Bakan Albayrak “affedildiğinde” Erdoğan’ın alternatif bir açılıma yönelip yönelmeyeceğine dair sorulan sorular, -ki bu süreçte Bahçeli güvensizlik ve şüphelerini eleştiri dozunu artırarak belli etmişti- kısa bir süre sonra bu türbülansın artık bir mukadderat olarak algılandığının göstergelerini ortaya koydu.

 

Bir tarafta, ciddi manada baraj altında kalmakla birlikte kaybedecek hiçbir şeyi olmayan bir siyasal oluşum, diğer tarafta ekonomi-politiğin kötü yönetiminin sonuçlarını ülkenin kaynaklarını tüketerek örtmekten başka çaresi olmadığını yeter derecede ispat eden bir iktidar ve o iktidara gitgide daha ağır faturaların çıkmaya başlaması.

 

Dolayısıyla bugün, günah galerilerini kendi tabanından da saklayamaz hale gelmiş Erdoğan ve çevresinin içine girdiği sarmal, “dış” muhalefetin performansından ziyade, “iç” muhalefetin katkılarıyla da yakından ilgilidir.

 

Yakın geçmişteki soru “tahammül çıtasının seviyesi ne olabilir?” iken, artık bu seviye aşılmış; yerini görünen köyün Çavuşesku termometresini hangi noktada parçalayacağı kıvamına bırakmıştır.

 

Bu seviyedeki kararı ise, ana muhalefetin performansından ziyade, Erdoğan ile duygudaşlık içindeki kitlelerin kararı belirleyecektir. Yeni soru şudur; “Bu kararı etkileyecek gelişmeler var mıdır? Varsa niteliği nedir? 128 Milyar konusu bu konuda bize ipuçları sunmakta mıdır?”      

 

“128 Milyar Savunuları” Erdoğan’ın Çaresizliğinin İtirafı

 

Salgın döneminin başında, salgının iktidara can simidi olduğu kanısı yaygındı. Zaten kötü yönetilen uzunca bir dönemin cürümlerine örtü oluşturacak bahaneler silsilesine kapı aralandığı düşünülmüştü. Kitle de buradan sadır olacak bahaneleri satın almaya hazırdı. İktidarın planı, piyasaya para pompalayıp kredi genişlemesi yaratarak popülist bir iklim oluşturmak; bu iklimi de piyasaları yıllık 30-35 milyar dolarlık döviz satımıyla besleyerek sandığı garanti etme hesabı üzerine kuruluydu.

 

 

Hukuk, yargı ve adalet konularındaki geriye gidişlerin 15 Temmuz, dış güçler ve FETÖ’yle mücadele bahanesiyle tolere edilmesi mümkündü ve öyle de oldu. Terörle mücadele, beka, güvenlik konuları ekonomi-politiğin zaaflarını örtmede kullanılırken, elde kalan kaynakların zamana yayılarak tüketilmesi, iktidara sübap görevi görmekteydi. Sorun, sadakate dayalı sistemden kaynaklı olmak kaydıyla çuvala sığmayan yozlaşma konularının nasıl tevil edileceği ve salgının yönetilmesindeki zorlukların, tükenen kaynaklara rağmen nasıl tolere edileceğiydi.

 

Nitekim, yılda ortalama 30-35 milyarlık arka kapı kur operasyonlarıyla geminin yüzdürülebileceği hesabı tutmamış, salgın yılında 90 milyar dolardan fazla döviz erimesi mezkûr gizli ajandayı tarumar etmişti.

 

Çıplak biçimde ortada olan ve yönetimi çok zor bir döneme geçilmişti. Zorluk, gerçeklerin muhalefetten gizlenmesi değildi. Muhalefet zaten uzunca bir süredir dersine iyi çalışmakta idi. Kamu Özel İştirakleri taahhütlerinden tarım politikalarına, işsizlikten istihdam ve enflasyon konularına kadar büyüyen kara deliği analiz etmede muhalefetin elindeki lojistik bir hayli sağlamdı. Üstelik kendi içinde bir eşseslilik içermekteydi. Esas zorluk, artık sofralara kadar varan sıkıntıların, seçilmiş-atanmış kadroların göz önündeki suistimallerinin iktidar tabanındaki kimlikçi desteği eritmede gerçekçi bir karşılık görüp görmeyeceğiydi.

 

128 Milyar konusunun esas önemi burada yatmaktadır. 128 Milyar afişlerine savcılarla, vinçlerle müdahale de muhalefetin başarısının ötesinde asıl, iktidarın sıkışmışlığının iktidar tarafından icraatlarıyla itiraf edilmek zorunda kalınmasıyla ilgilidir.

 

Yoksa zaten iktidar, uzun süredir hemen her konuda siyasetsizliği şiar edinmişti. Muhalefeti sürekli kriminalize etmiş, fezlekelerle, soruşturmalarla, kapatma tehditleriyle, yargı baskısıyla, Meclisi illegal yöntemlerle işlevsizleştirerek, sivil toplumu ve medyayı baskılayarak bunu ortaya koymuştu!

 

Hatta siyasetsizliği o seviyeye taşımıştı ki; ortaya çıkan tutarsızlıklar ve eşitsizliklerin kör göze parmak sergilenmesinde bir sakınca görülmez olmuştu. Salgın tedbirleri iktidar için geçerli olmuyor; cezalardaki eşitsizlik, devlet görevlilerinin davranışlarındaki özensizlik ve hoyratlık, vatandaşa dönük muamelelerdeki tahrik edici tablolar karşısında umarsız bir yarış içine bile girilmişti. Bu aynı zamanda bir yönetememe krizinin de habercisiydi. “İnadına” ifadesi, muhalefete bir refleks göstermenin ötesine geçmiş, kendi tabanının da dahil olduğu halkın geniş kesimleriyle inatlaşan bir seviyeye evrilmişti.

 

İşte bu vasatta, 128 milyar konusuyla ilgili yapılan açıklamaların yetmediği, sadece ana muhalefetin değil, iktidar dışı tüm mahfillerin, uzmanların, profesyonellerin, ehil kadroların eşsesli biçimde ortaya koyduğu “Kral Çıplak” tablosu artık Erdoğan tarafından “cevaplanmak” zorunda kalmıştı. Ne Canikli’nin iktisat biliminin gerçeklerinden uzak amatör savunuları ne sözcülerin hamasi çıkışları ne iktidar yanlısı medyanın “Büyük Yalanlar” propagandaları, ne de Hazine ve Maliye Bakanı Elvan’ın finansal olmaktan ziyade, adam ve dönem kollayarak, “yolsuzluk, talimat yok” diyerek siyasete can simidi olmaya çalışan çıkışları ve itirafları kamuoyunu tatmin etmeye yetmedi. Hele bu sonuncusu, kendi itiraflarıyla “Tek Kişilik Yönetim Sistemi” olan bir düzende, bir “Talimat(lar) Düzeni”nde tam da şecaat arzederken sirkatin söyler durumunu ortaya koydu.

 

Özcesi, Erdoğan’ın konuya doğrudan girmesi tam da çaresizliğin itirafı oldu. O, bu defa kendisinin belirlemediği bir gündemde, kendisine ait olmayan argümanlarla, üstelik kısa süre önce “kandırıldığı” konusundaki imalarla bagajı büyük olan bir konuda topa girmek zorunda kalmıştı.

 

Dün, her konuda geniş bir vizyonla meseleleri izaha çaba gösteren; ortaya koyduğu argümanları karşı tarafın kucağına bırakıp kendinden emin şekilde yoluna devam eden ya da suskunluğu tercih ederek gündemin sönümlenmesini bekleyen Erdoğan gitmiş, yerine ana muhalefetin argümanlarıyla konuşmak zorunda olan Erdoğan gelmişti. Geçmişte kendisinin karşısında Bahçeli, Kılıçdaroğlu ya da Baykal’ın konumu ne ise bugün onun sıkıştığı pozisyon da o oldu.

 

Oyun kurucu, “Onlar ne derse desin biz önümüze bakıyoruz”; “Onlar konuşur, biz yaparız” diyebilen Erdoğan gitmiş; yerine, kötü hazırlanmış videolu senaryolarla pankartlara cevap vermeye çalışan bir Erdoğan geçmişti.

 

Danışmanlarının yanlış yönlendirmeleriyle, muhalefetin argümanlarına cevap mahiyetinde olduğunu zannettiği “Para hiçbir yere gitmedi; para Türkiye’nin içinde” savunusuna başvurması çaresizliği katmerlediği gibi; tartışmaya son noktayı koyacağını zannettiği aynı konuşmada -yanlış bir taktikle, kaybedecek hiçbir şeyi olmayan Bahçeli’yi taklit ederek- “ihanet”ten, “saldırı”dan, “hançerleme”den, “dış güçler”den, “Türkiye’nin itibarını sarsma kampanyası”ndan bahsetmesi; üstüne üstlük açıklamalarına itibar etmeyenleri vatan hainliğiyle suçlaması gelinen noktanın vahametini göstermesi açısından manidardır.

 

Erdoğan’ın çizdiği kırmızı çizgi, bundan böyle muhalefetin bu konuda iyiden iyiye kriminalize edileceğinin de bir göstergesidir. Peki bu tutum tartışmayı bitirecek midir yoksa dezavantajlı kesimlerin de dahil olduğu daha geniş kitleler nezdinde iyiden iyiye popülarize olmasına mı sebebiyet verecektir?

 

Bir açıdan bakıldığında tabloyu muhalefetin başarısı olarak okuyanlar haklıdır. Erdoğan’ın yumuşak karnını iyiden iyiye açık ettiğini, muhalefetin argümanları karşısında zayıf kaldığını, tutumunun da tartışmayı kapatmayıp bilakis sürdürülmesine çanak tuttuğunu, karşıt ittifakta çatlak yaratmada başarıyla sürdürülen stratejilerin burada duvara tosladığını tespit edenler haksız değillerdir. Lakin meselemiz palyatif polemiklerin çok ötesinde bir gerçeklik durumuna tekabül etmektedir.

 

Kara Delikler Büyürken, Girdabı Örten Kaynaklar Tükendi  

 

128 Milyar konusu sadece finansal bir mesele olarak değil, sistemin emniyet sübaplarının tükenmesi, bağışıklığının dumura uğraması, sistemik zaafları örten kaynakların tükenmesinin eve, sokağa, metazori sürü bağışıklığı siyasetine, dış politikaya yansımalarına kadar gizlenemez ve geniş bir havzada tartışılır hale gelmesinden kaynaklı olarak ciddiye alınmak zorunda kalınmıştır!

 

“Cumhurbaşkanına hakaret” gündemiyle, vinçler ve savcılarla konunun kriminalize edilerek büyütülmesi hata değil, genel çaresizliğin itirafıdır.

 

Başka zaman olsa Ruhsar Pekcan gibilerin sırf muhalefete yem olmamaları için kollanması, bilahare biletinin Erdoğan’ın uygun gördüğü bir zaman diliminde kesilmesi söz konusu olacakken, rutin dışına çıkılıp görevden alınmasının (aynı sürece denk gelmiş olabileceğini tahmin edenler burada yanılmaktadır. Denk gelmiş olsaydı, özellikle ertelenirdi) bu genel çaresizlik haliyle yakın ilgisi vardır.

 

Sorun, mızrağın uzun süredir çuvala sığmaması değil, çuvalı örtecek maddi, fiziki ve hamasi kaynaklar tükenince yönetememenin ortaya çıkmasının, yönetemeyince süreçleri kara düzene terketmenin iktidar tabanı tarafından da fark edilir olmasından kaynaklanmaktadır!

 

Daha önceki hücumları, çekmecedeki farklı dosyaları öne sürerek savuşturmak mümkün iken; o gündemlerin konsolidasyona da hizmet etmesi üzerinden muhalefeti zaman zaman ademe mahkûm etmek bir strateji iken, bu defa hem lojistiği hem ideolojisi tükenmiş bir yapının saldırganlığı söz konusudur. Günahların kümülatif sonucu, yapısal sorunların zincirleme reaksiyonlarla birbirini etkilemesi ve çözümsüzlük girdabının açığa düşmesidir söz konusu tablo.

 

İktidar medyasının elde kalan tek lojistiği “Eyy yalancılar” propagandasıdır. Kılıçdaroğlu üzerinden yapılan ve geçmişe atıfla “FETÖ ile işbirliği”, “soruları çalanlarla hedef birlikteliği”, “Gobbels benzetmeleri” gibi anakronik yaklaşımların dışında bir strateji üretme kabiliyeti kalmamıştır. Bu aynı zamanda tam bir iletişim fiyaskosudur!

 

Kaynaklar henüz tam tükenmemişken, eski bakanın çıkıp dört işleme takla attırırcasına yaptığı “600 milyar salgın desteği” propagandası günlerini hatırlayalım. 600 milyardan 60 milyara varan tenzilatı yine kendileri yapmıştı. Bugün muhalefeti yalancılık ve propagandayla suçlayan akıl, kendi kendisini yalanlarken de tabanını dezenforme etmekte zorlanmadığını düşünen bir özgüvene sahipti.

 

Bugün yalancılıkla suçlanmada ana muhalefet yalnız değildir. Muhatap olarak onu alsalar da, çok geniş bir yelpazede tüm muhalif kesimlerin, uzman ve profesyonellerin hesabıyla devlet kasasından sadece 6 milyar yardım yapıldığı, 60 milyarın yüzde doksanının işsizlik fonuna yani vatandaşa ait olduğu sarih şekilde ortaya konmaktadır. Yani propagandanın sürdürülebilir olmaktan çıkması sadece gerçek kaynakların tükenmesi değil, bilimsel gerçeklerle yapılan itirazlarla birlikte, o rakamlarla tenakuz oluşturan sürü bağışıklığı politikaları ve sahada o yardımların karşılığının görülememesidir.

Bültenimize Üye Olabilirsiniz

Soğan patates dağıtım fotoğraflarıyla örtülemeyecek kadar büyük ve sahici olan husus, bu gerçeklerin en sıcak biçimde iktidar tabanının da dahil olduğu kitleler tarafından da farkedilir olmasıdır. Dahası, o farkındalığın kimlikçi reflekslerle tolere edilebileceğine dair keskin inancın sarsıldığının muktedirler cenahında da hissedilir olmasıdır. Öyle olmasaydı Erdoğan’ın, “Açıklayamıyorum ama meseleyi uzatanı hain ilan eder, tepesinde yargı sopasını sallarım” mealindeki tehdidini son dönemlerin savrulmalarından, siyasetin sinir krizlerinden biri olarak niteleyip geçebilirdik.    

 

Büyük Yalanlara Cevap Veren Siyasal Ahlak Dumura Uğradı

 

Erdoğan daha öncesinde ortaya atılan iddialar karşısında doğrunun ne olduğunu kendinden emin şekilde tane tane açıklardı. Çünkü ekonomi-politiğin namusunu, siyasetin ahlaki meşruiyetini sağlayan kadroları bu nitelikteydi. Oysa bugün açılan kara deliklerin mahiyetini bile sorumlu birkaç kişiden başkası bilmiyor.

 

Siyaseten meşruiyetin yitirildiği alanlar aynı zamanda ülkenin kaynaklarının da kötüye kullanıldığı ve yakıldığı zeminler. Ve bugün o zeminleri sadakat ehli kadrolar, hamasi sloganlarla savunduğunu zannetmekte. Halbuki siyasetin ve mekanizmalarının onların koltuk koruma motivasyonlarından daha gerçekçi ve hakikat içre gerekçeleri ve ilkeleri var.

 

Böyle olduğu içindir ki, önce içeriden soru soran, yanlışlara itiraz eden ve engel olmaya çalışan (daha doğrusu ayak bağı olan) kadrolar ekarte edildi. Halbuki bu kadrolar ahlaki meşruiyeti korumaya gayret ediyorlardı. Liyakatlerini kurumların ve mekanizmaların doğru işletilmesi için işlevsel kılıyorlardı. Onlar varken, “gerçeklerin karşısına dikilen” vinçlere ve yargının sopasına ihtiyaç yoktu.

 

Bugün o kadroların yokluğunda gerçekleşen yapısal değişikliklerin neticesi olarak dört yılda dört Merkez Bankası başkanı değişiyor. Bu durum sadece ideolojik saplantılarla ülkenin deneme tahtasına çevrilmesinin değil, gayet pragmatik sebeplerle düşük kurdan döviz satılması, seçim odaklı popülist likidite siyaseti ve iktidarda kalmayı sağladığı düşünülen bedeli yüksek yanlışlarla ilgilidir.

 

2001’de Merkez Bankasının 5 milyar dolar dövizi aynı yöntemlerle piyasaya sürmesinin hesabını “görevi kötüye kullanma” suçlamasıyla iktidara geldiğinde soran bir partiden, bugün 128 milyar doların günahının olmadığını savunmaya çalıştığını zanneden bir yapıya dönüşmek ve konu edeni vatana ihanetle itham etmek, 84 milyonluk bir ülke açısından hazmı kolay bir durum değildir. Bedeli çok ağır ve yüksek olacaktır. Maddi-manevi tazmini de.

 

Kimlik Siyasetinin de Örtemeyeceği Bir Faza Doğru

 

Konunun sahici biçimde gündemleşmesindeki başarının muhalefetten ziyade bizatihi iktidarın ülkeyi içine soktuğu geri dönülmesi güç hezimet haliyle ilgili olduğunu söylemiştik. Eğer muhalefetin başka konulardaki “kimlikçi siyaset inadı” olmasaydı; iktidarın illüzyonlarının kendi tabanı tarafından fark edilmesi de bu derece gecikmeyecekti.

 

Bundan sonra muhalefete dönük kriminalizasyon çıtası yükselebilir. İktidarın yakın geçmişten devraldığı ezbere sığınması beklenebilir ki o da sarmalın iyiden iyiye derinleştiği ve büyüdüğü bu süreçten ancak kimliksel kavgalarla çıkılabileceği çıkmazını getirir.

 

Lakin bu defa bu siyaset kendi tabanında da öfkeye sebebiyet verebilir. Tabanın bir bölümü lisan-ı hal ile “yeter artık; işleri berbat ettiğiniz yetmiyormuş gibi bizi de bu çamura alet etmeye çalışmayın” diyebilir.

 

Zamanın ruhu, ahlaki üstünlüğün elde tutulduğu bir zaman diliminden çok uzakları temsil ediyor. Herşeye rağmen ülkede “Türkiye IŞİD’i destekliyor” diyen bir muhalefetten fazlası var. 

 

Bir sokak röportajında mütesettir bir hanımın Kılıçdaroğlu’nun SGK yıllarını hatırlatan birisine “20 yıl önceyi bırak bugüne bak, tencere kaynamıyor” itirazı, artık münferit olmaktan çıktı.

 

Kimliksel bağ kemikleşmişse o bağın içindekiler zaten herşeye gözünü kulağını kapar; aklî melekeler zaafa uğrar. Zihin sadece yıllar öncesinin ahlaki meşruiyet dönemlerini hatırlamak ister. Eski günler yadedilir. Geçmiş korkular geleceğe de taşınır. Bu duygu durumunu tamir edebilecek bir muhalefet yoksa süreç daha da ivmelenir. Kaybetme korkusu, Erdoğan’ın kaybetmesinin ötesinde bu kemikleşmiş kitlelerin kendi bekası sorununa dönüşebilir. Ki bugüne dek olan da, iktidarın güç aldığı psikoloji de bundan fazlası değildir.

 

Lakin genç işsizliğin milyonlara, geniş tanımlı işsizliğin yüzde otuzlara, yolsuzlukların, örgütlü insan kaçırmaların ayyuka çıktığı bir vasatta, atanmışların muhalefete ayar verme, tehdit etme, ellerindeki gücü ona karşı kullanma tavrı, o yüzde otuzun içindeki iktidara yakın kitleyi de bir süre sonra irrite etmeye, öfkelendirmeye başlayabilir.

 

Bahçeli’ye her ne pahasına olursa olsun müsamaha göstermek zorunda olan Erdoğan görüntüsü, bir süre sonra yerini “neden bu derece mahkûmiyet?” sorusuna bırakabilir.

 

Evine ekmek götürmekte zorlanan bu kitle, atanmışların avantajlı konumlarını ya da kör göze parmak eşitsiz uygulamalarını gördükçe partisiyle arasına mesafe koyabilir. Erdoğan ile arasına koyacağı mesafeyi ise Erdoğan’ın bunlara hangi seviyeye dek destek olacağı çıtası belirler.

 

Dün, “Erdoğan iyi, çevresi kötü” diye düşünenler; gün gelip o çok kızdığı çevreye karşı müsamahası yüzünden Erdoğan hakkında da soru sormaya başlayabilir.

 

128 milyar çıplak gerçeğinin henüz popülarize olduğu bugünlerde, bugün yaşanan sıkıntılar ile kara delikler arasında kurulacak bağ; yani örtülemeyen, maskelenemeyen gerçekler de buna eklendiğinde bu faza geçişin mesafesi ve zamanı kısalabilir.

 

Zamanı kısaltacak, duygudaşlığın yönünü değiştirmede belirleyici olacak ise ana muhalefetten ziyade, iktidar partisi içinden çıkan oluşumların doğru bir strateji üzerinde yükselen performansı olacaktır. 

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.