15 Temmuz: Bir Direnişin Gasbı
Etiko-politik bir mucize olarak 15 Temmuz’a ihanet edilmesinin Türkiye’de çok ama gerçekten çok derin ve o kadar da ‘anlaşılır’ bir nedeni var: Halkın ortaklığını kabul etmek zorunda kalmak. Bu ülkede siyasal ve toplumsal rejim halkı ilgâ etmek üzere kurulmuş. İdeolojik pozisyonları nasıl ifade edilirse edilsin, muktedirler açısından, halkın ortaklığından, “ayakların baş olmasından” daha büyük bir felâket tahayyül edilemez*
Bir soru cevaplanmamış olarak kaldı. Bazıları kazandıkları “başarının” sarhoşluğuyla sorunun geçersizleştiğine inandılar, bazıları bu soruya kabul edilebilir bir karşılık vermenin, bugün açısından tadsız imâları olacağını farkedip susmayı tercih etti. Soru şuydu: eğer 15 Temmuz’daki hayasız girişim Türk halkı tarafından engellenmeseydi, nasıl bir Türkiye’de yaşıyor olacaktık? Bütün ayrıntıları kurgulamak mümkün olmasa bile, muhtemelen, devletin ve siyasal kurumların varlığı, toplumsal kurumların işlevselliği ve gündelik hayatın devamlılığının, giderek kendisi için bile katlanılamaz hâle gelecek melodramatik bir dinselliğin üzerini örttüğü baskıcı bir rejim tarafından güya “güvence” altına alındığı; görünenle amaçlanan arasındaki devasa yarılmanın meşrulaştırıldığı sinik politizasyon ve sosyalizasyon süreçlerinin “resmîlik” kazandığı; İran’ın daha yumuşak bir versiyonu sayılabilecek (açık ve örtük reliyarşik tahakkümün varlığı) ve kısmen Körfez ülkelerinin baskıyla ve parayla korkutulmuş kitlelelerin sevimsiz dinselliğiyle harmanlanarak, sonuçta, bir siyasal (dinsel) yorum ve tutumun diğer bütün yorumları ve tutumları bastırdığı bir Türkiye olacaktı. Yeni düzen muhtemelen en çok da AKP içinden gelen siyaset seçkinlerince her gün kutsanacak, liberal kibrin sahipleri, sırtlarını Cemaate[1] ve kaposuna dayayarak “biat kültürüne tâbi olanlara” küfretmeye devam edeceklerdi. Öteden beri “bunlar onlardan daha ılımlı” demeye hazır sol bir klik, bu düzenin meşrulaştırılması için majestelerinin muhalefeti olmanın verdiği gücü sakınmadan kullanacaktı. Ve evet maalesef, mutlaka Şehir Üniversitesi ve Bilim ve Sanat Vakfı gibi Cemaatin sızamadığı kurumların faaliyetlerine de son verilecekti. O ana kadar Cemaatin gücünden çekinerek konuşmamaya karar veren diğer dinsel gruplar ve topluluklar, bir daha asla konuşamayacakları bir sıfır noktasına itileceklerdi.
15 Temmuz’dan sonra yazılan ve söylenen tamamı kahramanlık edebiyatına bağlı ve önünde sonunda iktidar güzellemesine durmaya mahkum kalan bütün o literatürün ötesinde, belki de yazılabilecek en güzel yazıyı yazmış olan Ertuğrul Başer, Türkiye’de sosyalistlerin, en azından bir kısmının, neden bu darbe girişimine yüreklice hayır diyemediklerini açıklarken, şöyle bir yargıya varmıştı: “Bahsetmediler, yokmuş gibi davrandılar, çünkü onlar sosyalistti, demokrattı, ilericiydi, ileri görüşlüydü; çünkü darbenin püskürtülmesi en çok Erdoğan’a yarayacaktı; otokrasi hiper otokrasiye, faşizm hiper faşizme, şeriat hiper-şeriate dönüşecekti; çünkü Erdoğan başkan olmak için Kürtlere soykırım yapan, dikta heveslisi, bunun için her imkânı, her örgütü kullanmaktan çekinmeyen İslamcı bir faşistti.”[2] Solun Türkiye’deki söz dağarcığından sık sık kullanmakta tereddüt etmediği bu gürültülü sıfatları ve onlarda yatan mantığı bir kenara bırakalım ve fakat düşünmeye devam edip soralım. Eğer rejimin tabiatı mutlak anlamda bir tür otokrasiye dönüşmediyse bile, her türden otokratik pratiğe kapıyı aralayan bir dönüşüm yaşanmamakta mıdır? Ve bu dönüşümün yolları her gün herkesin gözü önünde, iktidar gücü ve yargıdan üniversiteye, kamu bankalarından, devasa güvenlik sistemine, rejimin kurumları tepe tepe kullanılarak, döşenmekte değil midir? Önümüzde duran şeyi adlandırmak için faşizm belki “yerinde ve yeterli” bir kavram olmayabilir ama mesela iktidarın kudretli dahiliye nâzırının devletle toplumu özdeş kılmak uğruna yaptıklarını, mesela kadın düşmanlığının tam içinden konuşma imkânı veren erken yaş evlilikleri ve taciz olaylarını önemsizleştirmek üzere sık sık söz alan ve bunlar dışında nedense hiçbir konuda konuşma gereği duymayan yerli ve millî bir köşe yazarı, ilahiyatçı ve akademik tayfanın, “kan ve toprak” kutsallığına sığınarak, biat etmeyen her insanı, yeterince alkışa durmamış her yurttaşı ve topluluğu milli birliğe, dâvâya ve hatta Ayasofya’ya çağırmasına ne buyuracağız? Kürd meselesinin “odadaki fili” görmeme inadıyla kavrulan bir zihniyet tarafından bitmiş sayılmasına söyleyecek lafımız kaldı mı?
Bugün tanık olduklarımız, 15 Temmuz’daki hayasız teşebbüsün yapabileceklerinden düzey olarak elbette farklı ancak mahiyet ve yönelim konusunda aynı kesinliğe sahip olduğumuzu söylemek kolay değil. 15 Temmuz’un ifade ettiği en önemli konu, yâni halkın darbeye direnerek kurduğu ortaklık ve bir “halk” olarak kendini özneleştirmesi, şimdi üzeri örtülecek bir ayıp, halk arka odaya sığıştırılan özürlü bir çocuk gibi zoraki evcilleştirilmiş. Neye “No Pasaran” denildiği önemli elbette; ama sonrasında, hatta hemen ertesi gün nelere “geçebilir” denildiği ve şimdiye kadar geçen klan ruhu ve nepotik iktisat sarmalı da bir o kadar önemli olmalı. Sonuçta, 15 Temmuz Erdoğan’a çok ama çok “yaradı”; istemediği kadar yaradı, AKP’yi kuran temel kaygıdan ve o kaygının ortaklarından bile uzaklaşmakta beis görmedi. O kadar yaradı ki, bugün yargı bağımsızlığı, insan hak ve özgürlükleri, depolitizasyon vs. bir sürü konuda, 90’lı yıllara dönülmüş olmasına aldırmıyor bile. Ve aldırmayan bir kitleyi de mobilize edebildi; neden aldırsın?
Türkiye toplumu, yeni yüzyılın başlarında kısa süreli bir düş gördü. Bütün eksiği gediyle toplumdaki tabuları kıran, yurttaşlara nefes aldıran, ekonomik istikrarı sağlayan bir dönem yaşadık.[3] Sonrasında, kendi siyasal atılımları ve cesaretiyle elde ettiği bütün siyasal kazanımların arkasında kalan, toplumu paçasından tutup ısrarla ve kararlılıkla düştüğü yere çeken bir gerilemeye tanık olduk. Kendisini ancak ve fakat bu bakımdan anlamlı, sayısal çokluğa bağlı bir siyasallıkla, diğer bütün yolları dışta bırakarak vareden bu regresyon, taçlandırdığı siyasal sistemin bütün siyasal katılma ve yapma süreçlerini ve kurumlarını ilgâ eden niteliği sebebiyle, ne bugün önümüzde duran meseleleri konuşma imkânımız kaldı ne de geleceğe dair ümidvâr bir öngörüde bulunma. AKP’nin taşıdığı sosyolojik dinamiğin, bundan sonra Türkiye’nin geleceğine dair sunacağı her proje kaçınılmaz olarak irili ufaklı bir yığın şüphe barındıracaktır. Bu şüphenin giderilmesi, atılacak bütün adamların hayatiyetinden daha önemli hâle gelecek en azından.
Burada altını çizmemiz gereken, bu kuşkuya rağmen, 15 Temmuz’daki direnişin, Türkiye’de özelde yurttaşlık kültürüne, genelde de toplumsal açıklığa yaptığı katkıdır. Ne duble yollar, köprüler, hastahaneler, TOKİ konutları, ne vesayet edebiyatı ve kaçırılan bir fırsat olarak sulh girişimi… AKP’den ve Erdoğan’dan kalacak olan belki de en değerli şey, Cemaat’le temsil edilen ne varsa ve Cemaat neyi amaçladıysa, onun ve esasta da toplumu ve siyaseti, şantaj yoluyla teslim alma girişiminin başarısızlığa uğratılmasında bir yerde durmalarıdır. Brezilya’da sadece yargıda örneğini gördüğümüz bir örgütlenmenin nelere yol açtığını hatırlayacak olursak, Türkiye’de hemen her yere nüfuz etmiş, gerçekten ikinci bir devlet olarak örgütlenecek düzeye gelmiş, Kemalizmin en güçlü kurumu ordu içerisinde yüzlerce generale sahip olmuş bir teşkilâtın neler yapabileceğini, 15 Temmuz’a gelinceye kadar yaptıklarına bakarak çıkarsayabiliriz. Bir toplumun bir tür mistik-dinsel ve esasında masonik yâni seçkinliğe ve seçkinlikciliğe dayalı teslim alınmasının sonuçlarını olup bitenlere bakarak tahayyül bile etmek istemem.[4]
Bu çerçevede 15 Temmuz pedagojisinde özellikle İslâmcı aydınların karşılamaktan kaçındığı bir hususu vurgulamak gerekir. 15 Temmuz darbe girişimi, bütün diğer unsurları elbette sürece katarak söylüyorum, Türkiye’deki sünni omurgayı oluşturan iki grubun politik çekişmesinin tezahürü olarak gelişti. Bir tür dinsel yorum, kendi açık ve gizli gücünü gerçekleştirmenin engeli olarak başka bir dinsel yorum sahiplerini gördü ve belgelendiği üzere bu engeli ortadan kaldırmak için darbe dahil, topluma karşı her türlü saldırıyı gerçekleştirmeden kaçınmadı.[5] Gelgelelim, bugün yine dinsel bir yorum, üstelik siyasal iktidarın desteğini de alarak, reliyarşik (dinsel) bir egemenlik alanı yaratmak için elinden geleni arkasına koymamaktadır.[6] Cemaat dinselliği, içinden geldiği Nurculuğun (ve benzeri bütün oluşumların) dinselliği sorgulanmadan, AKP’nin reliyarşik salınımı da Türkiye’deki ortodoks (sünni) statükonun hegemonyası eleştirilmeden 15 Temmuz’un nasıl olup da gerçekleştiğini açıklayamayız. Dinsel dolayım, mutlak ve dokunulmaz kılındıkça, Cemaat ve benzeri bir oluşumun Türkiye’de önü her zaman açık olacaktır. Bütün bunların dinle ilgili olmadığını, “büyük resme”, politik ekonomiye, dış güçlere vs. bakmamızı isteyen söz sahiplerine de şu naive soruyu sormak gerekiyor: Gerçekten bütün bu olup bitenlerin dinle hiç ilgisi yok mu?
AKP’nin ve Türkiye’deki sağ muhafazakârlığın belirli bir halk tahayyülü var; bu, halka iktidardan başka her şeyi vermeye açık bir tahayyül. Popülizmin bu versiyonunda halk, “halkımız” her şeye lâyık bir varlıktır (“yol onun, varlık onun”), neredeyse “halkın sesi, hakkın sesi”dir; fakat bu ses de çok çıkmamalı, çıktığında belli bir desibelin altında kalmalıdır. Bütün bu sosyal yardımlar, konut politikaları, aile planlaması, sağlık harcamaları halkı bir yerde ve düzeyde tutmak için seferber edilirler. Halk neyi istediğini ve ne kadar istediğini söyleyemez, onun yerine, Reis, parti, dinsel seçkin konuşur ve bu konuşma genellikle pratik bir talebin dile getirilmesinden daha fazla bir şey değildir. Sağın siyasal ve ideolojik serüveninde, bu özellik, genellikle Kemalist ve sol seçkinlere atfedilen ve tepe tepe eleştirilen bir temaydı- hâlâ da öyle. Gelgelelim, özellikle 15 Temmuz sonrasında olup bitenler, sağ seçkinlerin, bunlardan hiç de geri kalmadığını ve sağ vesayetin, en azından Kemalist vesayet kadar hegemonik olma arzusuyla kavrulduğunu da belirtmek gerekir. 15 Temmuz’daki direnişin gasbı temelde bu noktada açığa çıkıyor: halk yaptığından soyutlandıkça, halkın hakkını vermekte cimri davranıldıkça, darbe girişimi bir saray entrikasına dönüşüyor. Soytarılar ve hokkabazlar sözü teslim alıyor ve TOKİ ve duble yol ve köprü müteahhitlerine devrediyor.
Bazen çalının yanından dolaşmak gerekir; üzerinden atlamaya yahut içinden geçmeye çalıştığınızda yaralanırsınız, dikenler canınızı acıtır, kazanacağınız her neyse, ona değmediğini farkedersiniz. Ancak bataklığın ne üzerinden atlamak mümkündür ne de içinden geçmek. Giderek daha da batacağınızı bilmenin mutsuz bilinciyle etrafa haykırmaya başladığınızda artık çok geçtir. 15 Temmuz sonrasında içine düştüğümüz bataklığın, bir sürü nedeni var; ancak en önemli neden, halkın emeğine, mücadelesine ve direnişine ihanet edilmesidir. 15 Temmuz’a sahip çıkmak, bu emeğin, direnişin siyasal ve ideolojik yeniden temellüküyle mümkün olacaktır. Burada Türkiye’de ne siyasetin tabiatını yeterince idrâk edebilmiş ne kendi öncüllerine sadık kalabilmiş bir liberal dogmanın verileriyle dile getirilen hazır bir iktidar eleştiri değil söz konusu olan; Türkiye’deki muhafazakâr, dindar ve sağ kitlelerin kendi modern tarihlerindeki belki de en anlamlı girişimi acımasızca itibarsızlaştırmalarıdır.
Rus şair İvan Bunin’in bir şiiri şöyle nihayete erer: “Gün gelir biter kalbin hüznü de/Mutluluğun ve acıların olmadığı bir yerde/Rüyâlar ve hatırâlar kaybolur yavaştan/Yalnızca bağışlatıcı bir uzaklıktır kalan.” 15 Temmuz ve sonrasında olup bitenlerden bize kalan, bir “uzaklıktır” ama bu uzaklık, “bağışlayıcı” değildir. Bu türden tarihsel bir olayın varlığı, subjektif bir bağışlamanın unsurlarını ortadan kaldırır. Objektif bir bağışlama için konumların değişmesi ve buna bağlı bir nedamet gerekir. Halkın emeği ve direnişini çalmayı meşru kılan, ihanet eden, bu fiili görmemezlikten gelen kendi hanesinde helal ekmek yemenin saadetini bir daha tadamaz. “Üzerimizdeki gökyüzü ve içimizdeki ahlâk yasası”, bu türden bir bağışlamanın önünde sonunda egemenle uzlaşmak demek olacağını, buna karşılık bağışlamamanın kin ve kibrine yenik düşmekle de varılacak haklılığın hiç de sağaltıcı olamadığını ve sonuçta dünyanın iyileştirilmesinden vazgeçmeye kapı aralamanın uğursuz yollarından birisine çıkılacağını ikâz eder. Öyle çaresiz bir yerdeyiz ki kırılganlığımız küçük bir öfkeye dönüşecek güce bile sahip değil. Fakat ne dünyayı iyileştirebiliriz diye yan yana durduğumuz geçmişe yönelik bir bağışlanma talebine yazılıyoruz ne de bu rüyâya ihanet edildi diye geleceğe dair bir bağışlama vaadine. Takati kalmayan bir ümidin yardımı ve Seyyid Rıza’nın asılırken sahip olduğu kırılganlıkla boşluğa doğru fısıldıyoruz: “bu da size dert olsun!”
___
* 15 Temmuz’un siyasal ve etik bir mucize olarak kavramsallaştırılmasını ve bu mucizenin tedrici inkârının sebebleri ve sonuçlarını şurada daha geniş tartışmaya çalıştım: Mucizenin Etik Uğrağı (Ankara, Felix Yayınları, 2019) içinde “Etik ve Politik Bir Mucize Olarak 15 Temmuz” başlıklı 6. bölüm.
[1]Bu kavramın, kavramın kendindeki kök anlamıyla ve kültürel boyutuyla bir ilgisinin kalmadığı açık. Bir karanlık örgüt, masonik bir şebeke, niteliği bariz bir suç teşkilâtından bahsediyoruz. Ben kişisel olarak, Cemaat kavramını en uzak ve sosyolojik anlamda kullanırken bile, bu insanlar tarafından lekelendiği şekliyle hatırlamanın öğretici olduğu kanısıyla Cemaat demeyi tercih ediyorum.
[2] Ertuğrul Başer, “Bir Fatiha: Arkadaşım Ahmet Aşık’ın Ruhuna Mektup”, http://serbestiyet.com/yazarlar/bir-fatiha-arkadasim-ahmet-asikin-ruhuna-mektup-24188/, 30. Temmuz 2016. Ben, göreli ve uzlaşımsal bir pozisyondan yanayım; sol denilen bütünün, tatamıyla bu zihniyet dairesine sokulması konusunda kuşkularım olduğunu belirtmekle yetineyim. Kişisel bir not: Bu satırları, Başer’in yazısını bu problematik eşliğinde yeniden okumayı teklif eden Nurettin Yaşar’ın dikkatine borçluyum.
[3] Bu dönemin, kendi ifadesiyle, “sonuca değil, sürece” odaklanan ve nesnel diyebileceğimiz bir tasviri için bkz., Hatem Ete, “Erdoğan ve AK Parti’nin İktidar Serüveni”, https://www.perspektif.online/erdogan-ve-ak-partinin-iktidar-seruveni-2/ 22.06.2020. Yine de, sonuca bakarak süreci görmezden gelen tutumun taşıdığı eksikliklerin, sonucu ve bu sonuca bağlı bir gelecekteki ilave sorumluluklarını azımsamasıyla özdeş olabileceğini akılda tutmak gerekir.
[4] Masonik “insanlık” ve Cemaatçi “din” anlayışının, önce kendi içerisinde, sonra da dışarıya dönük kurguladığı hiyerarşik bakışın, kaçınılmaz olarak, bu insanlık idealine rağmen diğer insanların, dindarlık iddiasına rağmen diğer dindarların vazgeçilebilir olduğu bir örgütlenmeyi meşrulaştırdığını daha önce açıklamaya çalıştım: Mucizenin Etik Uğrağı, s. 103-5.
[5] Bu tür durumlarda, dinsel olanın aslında siyasal olduğu akıldan çıkarılmamalı fakat “son tahlilde” dinsel auranın, siyasal formu çevrelediğini söylemek zorundayız.
[6] Dinsel söylemin tartışma konuları tarihsel olarak hangi karşılıklara sahip olurlarsa olsunlar, yine de modern bilincin, utanmanın, nezaketin dışında kalarak ve bir tür görünüşü, üstleik dinsel olmaktan çok tarihsel olduğu açık bir görünüşü, bu kadar ısrarla savunmanın sebebi ne olabilir? Gerçi, kendi içindeki en küçük olumsuzluğu bile eleştiremeyen bir hareketten umabileceklerimizin sınırlı olduğunu bilmiyor sayılamayız.
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.