15 Temmuz Sonrasında Asker-Sivil İlişkileri

Son yılların tecrübelerinden, özellikle de 15 Temmuz’da yaşananlardan dersler çıkaran TSK’nın askeri vesayet rejimini besleyen ideoloji ve değerlerle hesaplaşmaya ve sivillerin üstünlüğü ilkesini içselleştirmeye hazır hale geldiği görüşünü temellendirecek yeterli veriye sahip değiliz.

15 Temmuz Sonrasında Asker-Sivil İlişkileri

Son birkaç yıldır, yakın zamanlara kadar sıkça sorulan Türk Silahlı Kuvvetleri’nde neler oluyor, asker ne düşünüyor soruları gündemden düşmüş görünüyor. Bu durumu asker-sivil ilişkilerinde normalleşme belirtileri olarak yorumlamak mümkünse de, meseleyi bu kadar basite indirgemek hatalı olur. Son on yılda yaşadığımız siyasal dönüşüme paralel olarak TSK’nın da siyasi ağırlığı azaldı. Ancak sadece dört yıl önce bir darbe teşebbüsü gerçekleşti ve bundan sonra da büyük tasfiyelerle birlikte TSK ile ilgili önemli hukuki ve kurumsal değişiklikler yapıldı. Halen devam eden bir yeniden yapılanma süreci içindeyiz.

 

Yapılan değişiklikler gerçekten de kapsamlı. Genelkurmay Başkanlığı ve Kuvvet Komutanlıkları Milli Savunma Bakanlığı’na bağlandı. Cumhurbaşkanına Kuvvet Komutanlarını doğrudan atama ve emir verme yetkisi verildi. Milli Güvenlik Kurulu ve Yüksek Askeri Şura’da asker üyelerin sayısı azaltıldı. Jandarma Genel Komutanlığı ile Sahil Güvenlik Komutanlığı İçişleri Bakanlığı’na, Askeri Hastaneler ise Sağlık Bakanlığı’na bağlandı. Askeri Mahkemeler kaldırıldı. Askeri liseler kapatılırken, Harp Okulları ile Harp Akademileri yeni kurulan Milli Savunma Üniversitesi bünyesine alındı. Çokça eleştirilen kurmaylık sistemi ortadan kaldırılmasa da, sivil kaynaktan gelen askerlerin ya da kurmay olmayanların general olabilmeleri bir nebze de olsa kolaylaştırıldı.

 

Bir bütün olarak bakıldığında bu değişikliklerin liberal demokrasinin gerekli ancak kesinlikle yeterli olmayan bir şartı olan seçilmiş sivillerin üstünlüğü ilkesini gerçekleştirme doğrultusunda atılmış adımlar olduğu söylenebilir. 27 Mayıs 1960 darbesi ile birlikte başlayan ve her darbe sonrasında yapılan değişikliklerle tahkim edilen TSK’nın ayrıcalıklı konumunun en azından kağıt üzerinde liberal demokrat kriterlere uygun hale getirildiği görülüyor. Bu değişikliklerin düşünce ve ifade hürriyetinin önemli ölçüde sınırlandırıldığı olağanüstü hal devam ederken yapılmış olması veya bazı düzenlemelerdeki iç tutarsızlık ve çelişkiler bu tespiti değiştirmemeli.

 

15 Temmuz Sonrası Ordu

 

Öte yandan biliyoruz ki, önemli olmalarına rağmen yasal ve kurumsal değişikliklerin yapılması asker-sivil ilişkilerinde normalleşme ya da sivil otoriteye bağlılık ilkesinin bir daha geri dönülemeyecek kadar sağlamlaştığı anlamına gelmiyor. Düzenlemelerin ne ölçüde hayata geçirilebildiğini bilmiyoruz. Örneğin Harp Okulları ve yeni adıyla Harp Enstitüleri’ndeki müfredatın ne ölçüde değiştiği konusunda bilgilerimiz çok sınırlı. Hukuki kurumsal değişikliklere rağmen bilindik iş yapma tarzlarından vazgeçilmemesi alışık olduğumuz –ve sadece askerlere özgü olmayan- bürokratik direniş mekanizmalarından.

 

Tüm siyasi aktörler ve kurumlar gibi, TSK’nın da kendi etki ve nüfuz alanının daraltılmasından memnun olma ihtimalinin yüksek olduğunu söylemek zor. Son yılların tecrübelerinden, özellikle de 15 Temmuz’da yaşananlardan dersler çıkaran TSK’nın askeri vesayet rejimini besleyen ideoloji ve değerlerle hesaplaşmaya ve sivillerin üstünlüğü ilkesini içselleştirmeye hazır hale geldiği görüşünü temellendirecek yeterli veriye sahip değiliz. Temennilerle olguları birbirine karıştırmaktan kaçınmalı.

 

Her tarihi olay ya da süreç farklı aktörler tarafından kendi dünya görüşü ve çıkar algısına hizmet edecek bir biçimde yorumlanır. Sivilleşme doğrultusundaki çabaları ordunun zayıflatılması olarak okuyanların TSK içinde ne ölçüde etkili olduklarını bilemiyoruz. Keza, TSK içindeki hakim yönelimin 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsünde yaşananları dini istismar eden bir örgütün –sivillerin de desteğiyle- orduya sızması neticesinde yaşanan ve kahraman subayların kalkışmaya katılmaması ile bastırılan menfur bir hadise olarak okuma eğiliminde olduğu söylenebilir. Bu sızma sürecinde TSK’nın yaptıkları ve yap(a)madıkları hakkında iç değerlendirme ya da özeleştiri olduğuna dair bir veri var mı? Hatta bu dönemde yaşananlar üzerinden, TSK’nın “laiklik” ilkesini koruma adına takip ettiği politikaların ne kadar yerinde olduğunun bir kez daha ortaya çıktığını düşünenlerin var olduğu da söylenebilir.

 

Kısacası yeni düzenlemelere dair, emekli TSK mensupları ile kategorik muhalifler tarafından dile getirilen eleştirilerin cılızlığı kimseyi aldatmamalı. Bu durum, düzenlemelerin benimsenip kabullenilmesinden ziyade, Türkiye’de eleştirel fikirleri dile getirmenin bedelinin yüksek olması ile ilgili. Hüküm süren sessizliği daha derinlerde biriken ve siyasal konjonktür değiştiğinde şiddetli bir biçimde açığa çıkabilecek tepkinin bir göstergesi olarak okumak daha gerçekçi ve makul olur.

 

Asker-Sivil İlişkilerini “Dengeleyebilmek”

 

Değişikliklerin köklü ve kalıcı olabilmesi, sivil otoritenin üstünlüğünü sürekli kılabilmesı için siyasi iktidarlara büyük görevler düşüyor. Öncelikle yapılan reformların gerekliliği iyi anlatılmalı. Her kurumsal değişiklik tepki yaratır. Siyasi otoriteye ve diğer denetleme organlarına hesap vermeyen, şeffaflıktan uzak ve bir siyasi parti gibi davranan bir ordunun sadece demokrasiye zarar vermekle kalmayıp, savunma görevini yerine getirecek kadar güçlü ol(a)mayacağı ne kadar vurgulanırsa o kadar iyi. Yapılanların muhafazakâr siyasi iktidarın İslami bir toplum yaratılmasının önündeki son engel olarak gördükleri laikliğin kalesi TSK’yı etkisiz hale getirme politikalarından ibaret olduğuna dair iddiaları besleyen tutum ve davranışlardan uzak kalmanın faydası açık.

 

Bir yandan son sözün seçilmiş sivillere ait olduğunu vurgularken, diğer taraftan da subayların kendilerinin “özel” bir mesleğin mensubu olmaktan kaynaklanan bazı imtiyazlara sahip olmaları gerektiğine dair görüşlerini anlamak –anlamak onaylamak değildir- ve ona uygun stratejiler geliştirebilmek gerekiyor. Zihniyet değişimi kolay değil, çaba gerektiriyor. Sivillerin üstünlüğü ilkesini savunurken, TSK’yı önemsemez ya da küçümser bir biçimde hareket etmemek önemli. Türkiye’de sivil siyaset geleneğinin bu konudaki sicili pek parlak değil. Darbelerin tetiklediği travmatik tecrübeler, hınç alma güdüsünün kontrolünü zorlaştırıyor gibi görünüyor. Keza sivillerin üstünlüğü ilkesini TSK’nın bürokratik özerkliğini tamamen ortadan kaldırır tarzda yorumlamanın da orta ve uzun vadede ters tepeceği söylenebilir. Partizanlıktan olabildiğince uzak kalıp sadakati ihmal etmeden liyakat ve uzmanlığa önem verilmesi gerektiğini söylemeye bile gerek yok.

 

Ancak tüm bunlardan çok daha önemli olan başka bir nokta daha var. Asker-sivil ilişkileri hiçbir zaman genel siyasetin ve bu siyasetin parametrelerini belirleyen, iktisadi, kültürel ve siyasi çatışma eksenlerinin dışında ve üzerinde değil. Nihai analizde devlete kimin ne ölçüde tasarruf edeceği meselesi etrafında dönen bir mücadele söz konusu. Askerler ve siviller kendi içlerinde uyumlu, homojen ve kendilerini diğerine karşıtlık üzerinden tanımlayan bir blok oluşturmuyorlar. Diğer bir deyişle, askerlerin tamamı ile sivillerin tamamı ayrı bir blokta birbirlerine karşı mücadele etmiyorlar. Genellikle kendi içlerinde de –bir ölçüde- farklılaşan askerler her halükarda belli sivil kesimlerle işbirliği içinde. Hem sivil hem de askerler aynı zamanda dış siyasi aktörlerle de etkileşim içindeler. Oynak bir zeminde, sürekli değişen ittifaklara dayalı asker ve sivillerden oluşan farklı çıkar birlikteliklerine dayalı siyasal bloklar ya da koalisyonlar var.

 

TSK siyasete değişik biçimlerde –siyasi açıklamalar, muhtıralar ve darbeler- müdahil olduğunda bunu sadece kendi kurumsal çıkarları için yapmadı. Her müdahale bu müdahalelerden çıkar sağlayan toplum kesimlerince ve müdahalenin kendi çıkarlarına hizmet edeceğini düşünen devletlerce desteklendi. Siviller, askerler siyasal rakip olarak gördükleri kesimlere karşı harekete geçtiğinde ilkeler bazında tepki göstermek bir yana askerlere destek verdiler. Ordu, sadece askerlerden oluşmayan bir siyasi koalisyonun önde gelen öncü gücünü temsil etti ve değişen konjonktüre uygun olarak ‘sivil’ siyasi güçlerle açık ya da kapalı ittifaklar kurdu. Dolayısıyla, nihai analizde, asker sivil ilişkilerinin normalleşmesi demokrasimizin halihazırda içinde bulunduğu hiç de iç açıcı olmayan durumdan çıkabilmesine bağlı.

 

Cumhur İttifakında TSK

 

Kısa vadede demokrasimizin geleceği üzerinde belirleyici olacak unsur AKP/MHP koalisyonunun tercihleri olacak. Son on yılda Türkiye’de daha liberal bir siyasal rejimin kurulmasının önündeki en büyük engellerden biri olan askeri/sivil bürokrasinin ağırlığı hiç olmadığı kadar geriletildi. Siyasi otorite güç kazandı. Darbe teşebbüsü yargılamalarının tamamen ve bütünüyle -tarihimizde ilk kez- sivil mahkemelerde yapılması bu değişimin göstergelerinden biri. Yukarıda sözü edilen kapsamlı değişikliklerin yapılabilmesi bir diğer gösterge. Bürokrasinin kontrol altına alınması daha liberal bir rejim önündeki en büyük engellerden biriydi ancak “tek” engel değildi.

 

Seçilmiş olmak, liberal demokrat tutum ve davranışı garanti etmez. Seçimle gelenler de, iktidarlarının hukuk normları ile sınırlı olması gerektiği gerçeğini kabul etmekte zorlanmışlardır. Sınırlandırılmış iktidarın orta ve uzun vadede kendileri de dahil herkesin yararına olduğunu kabul edebilecek uzak görüşlülük ve basireti gösterebilen muktedirlerin sayısı yüksek değildir. Türkiye de bir istisna değildir. MHP’nin desteklediği AKP iktidarı beka kaygısını abartıyor, bunu kuvvetler ayrılığı ilkesi ile temel hak ve hürriyetleri daha da kısıtlamak için kullanıyor, muhalefeti ve genel olarak eleştiriyi fitne ve bölücülük olarak algılıyor, şeffaflık taleplerini şimdi sırası değil diyerek geçiştirmeye çalışıyor. Kamusal gücü belli bir dünya görüşü ve hayat tarzını yaygınlaştırmak için kullanma yolunda sınırların zorlanması eğilimi de güçleniyor. Yargıya duyulan güven en düşük seviyelerde.

 

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin kabulüyle daha da pekişip görünür hale gelen iktidarın giderek merkezileşip şahsileşmesi kurumsallaşmayı zorlaştırdığı gibi, kazanımların varlığının tek bir kişinin siyasi varlığına bağlı olduğu fikrini de besliyor. 2000’li yıllarda liberalleşme ve demokratikleşme doğrultusunda atılan adımlardan büyük bir geriye dönüş söz konusu. Dünyada demokrasinin değersizleştiği bir dönemde olmamız da bir talihsizlik.

 

Demokrasimizin en hafif ifadeyle çok sorunlu durumunda bir iyileşme ya da düzelme umudu olmadıkça, başta ordunun sivil otoriteye bağlı ve hesap verir olması ilkesi olmak üzere, demokratikleşme adına sağlanan kazanımlardan geriye kalanların da kaybedilmesi riski söz konusu. İktidar koalisyonunun otoriter yönelimleri ve seçimler dışındaki yatay hesap verme mekanizmalarını etkisiz hale getirme çabaları, temel özelliği askeri/sivil bürokrasinin rejimin kırmızı çizgilerini belirlediği eski rejime dönmek isteyenlerin elini kuvvetlendiriyor.

 

Eski Alışkanlıklar Tekrar Eder Mi?

 

AK Parti iktidarı gitsin de nasıl giderse gitsin diyenlerin oranını tam olarak bilebilmek mümkün değil fakat 15 Temmuz’un başarısız olmasından üzüntü duyanların sayısının hiç de ihmal edilebilir bir düzeyde olmadığı söylenebilir. Muhalifler arasında iktidara muhalifim ancak iktidarın askeri müdahale ile gitmesine karşı çıkarım diyecek olanların sayısının çok yüksek olmadığını tahmin edebiliriz. İktidar karşıtlığı çok güçlü. Toplumdaki bu hoşnutsuzluğun subaylar arasında yankı bul(a)mayacağını düşünmek doğru olur mu? Böylesine kırılgan bir siyasal zeminde asker – sivil ilişkilerini dikkatle izlemekte fayda var. Esasen siyasetin doğası gereği, sivillerin üstünlüğü ilkesinin yerleştiği toplumlarda bile, ordunun hep sivil otoriteye bağlı kalacağının garantisi yok. Liberal demokrasi bir kere kurulunca, otoritarizme geri dönüşün imkansız hale geldiği bir rejim değil.

 

15 Temmuz darbe girişiminin halkın desteğiyle bastırılmasının siyasete müdahale geleneğinin sonu olduğunu düşünenler aşırı iyimser olabilirler. ABD destekli Gülenci subayların öncülüğü üstlendiği, ayrıca askeri vesayetin geriletilmesinden rahatsız olanların da çeşitli biçimlerde destek verdiği 15 Temmuz’un püskürtülmesinde rol oynayan ve her zaman gerçekleşmesi kolay olmayacak faktörleri unutmamak gerekir. Sivil siyasal liderliğin ve onu takip eden kitlelerin beklenmedik direnişine ek olarak, gerek erken harekete geçilmesi ve gerekse teşebbüsün Gülenciler tarafından yapıldığının anlaşılması, kararsızların katılımını güçleştirerek darbenin bastırılmasını kolaylaştırmıştır. Biliyoruz ki aynı nehirde iki kez yıkanılmaz.

 

Yanlış anlaşılmasın burada bir müdahale ihtimalinin yüksek olduğu söylenmiyor, söylenen şey subaylar arasında siyasete müdahalenin bir suç olduğuna dair farkındalık düzeyinin sihirli bir biçimde yükseldiğini varsayacak kanıtlardan yoksun olduğumuz. Ayrıca, doğrudan bir müdahale gerçekleş(tirile)mese bile, askeri-sivil bürokrasinin serbest ve adil seçimlere hiç dokunmadan “sivil” iktidarları kontrol edebilme ve perde arkasında kalarak hayati kararların alınmasına etki edebilme kapasitesinin yüksek olduğunu iyi biliyoruz. Esasen kimi yorumculara göre 2015 ve sonrasında olup biten tam da bu. Bu yorum abartılı olsa bile, kurumsallaşmadan ziyade güçlü ve karizmatik siyasal liderliğe bağlı siyasal güç dengelerinin daha zayıf liderlerin gelişiyle birlikte değişeceğini söylemek de kehanet olmaz.

 

Hülasa, sivil-asker ilişkilerini dikkatle takip etmemiz gereken bir dönemdeyiz. Meseleyi tüm boyutlarıyla ele alan bilgiye dayanan soğukkanlı ve mesafeli analizlere ihtiyacımız var. 

 

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.