15 Temmuz ve Asker-Sivil İlişkileri

2017 referandumuyla devreye giren Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi askeri yapıya ve sorumluluk mekanizmasına yapılan mevzuat değişiklikleriyle doğal bir etkileşim içine girmiş, bu değişiklikleri rotasından uzaklaştıran tesirlerde bulunmuştur. Sistemin kişiselleşme-keyfilik, güç yoğunlaşması, denetimsizlik ve  kurumsuzlaştırma (deinstutionalizasyon) gibi temel özellikleri, asker-sivil ilişkilerinde kendisini ilk andan itibaren göstermiştir.

15 Temmuz ve Asker-Sivil İlişkileri

15 Temmuz darbe girişimi, Türkiye’de asker-sivil ilişkileri bakımından nasıl bir anlam taşıyor?

 

Tarih, 15 Temmuz’u asker-sivil ilişkileri bağlamında nasıl yazacaktır bilinmez, ancak bu soru ve işaret ettiği bağlam, şu ana kadar, bu kalkışmayla ilgili en az sorulan soru, üzerinde en az durulan konu oldu. Bunun temel nedeni, şüphe yok ki, 15 Temmuz darbe girişiminin biri Gülencilere diğeri orduya ilişkin iki boyutundan birincisinin açık ara baskın olmasıdır. Diğer, ikincil bir neden ise, güncel-sıcak siyasi algıların etkisiyle ilgilidir. Darbe girişiminin arkasında yatan çatışma, getirdiği siyasallaşma, partizan ve kestirme hükümlerden ciddi araştırma ve tartışmaların imkansızlığına değin bir dizi faktör üreterek yukarıdaki soru bakımından yönlendirici ve indirgemeci bir rol oynamıştır.

 

Önce taşları yerli yerine oturtmakta fayda var.

 

I. Bir Kalkışma Olarak 15 Temmuz

 

1. Kendisine Haslık

 

Her darbe ya da darbe girişimi gibi 15 Temmuz’un da kendisine has özellikleri bulunuyor. 15 Temmuz’un niteliği, etkileri, ordu-siyaset ilişkilerine dair algılar bakımından dört kendine has özelliği öne çıkarılabilir.

 

1. 15 Temmuz kalkışması, ordunun (bütün ya da parçalı ancak kurumsal bir iddiayla) “askeri ideoloji”ye endeksli vesayetçi müdahale geleneğinin önemli ölçüde dışında yer almıştır. Darbe girişimi, asker-sivil veya “eski ve yeni siyasi elitler” ayrışmasının bir sonucu olmaktan çok, iki “sivil”-siyasi grup arasında, 2011’den o yana yaşanan büyük bir iktidar kavgasının son aşaması olarak ortaya çıkmıştır. Gülenciler mensupları vasıtasıyla orduyu sahaya sürmüş, bu durum soruların ve sorun tanımının rotasını doğal olarak darbeye değil, darbecilere çevirmiştir.

 

2. Askeri kalkışmanın yarattığı en önemli şok, Opus Dei tarzı bir örgütün kamu kurumlarını, özellikle silahlı kuvvetleri ele geçirme derinliği olmuştur. Güven ve güvenlik mekanizmasının dağılmasına, devlet aygıtının görülmemiş bir krizine yol açarken bu durum, kalkışmanın darbe-asker ilişkisi boyutunu rafa kaldırmıştır.

 

3. 15 Temmuz, ülkede bir siyasi algı sarsıntısına yol açarak, siyasi dengeler ve pozisyonları altüst etmiştir. Gülencilerin devlet içinde edindikleri güçle 2010’dan itibaren izledikleri emniyet ve yargı stratejisinin önündeki perde kademeli olarak kalkmış ve bu, kimi istisnalar dışında, tüm kesimler için geriye dönük bir okuma, düzeltme, açıklama, kurgu mekanizmasını tetiklemiştir. Zamanla 2010-2015 arası siyasi gelişmelerdeki, kumpas ve yönlendirilme boyutu ülkenin üzerine tüm ağırlığıyla çökmüş, bu çerçevede bir süre önce çatışan aktörler arasında yeni siyasi yakınlaşmalar ve ittifaklar doğmuştur.

 

4. Hem fiili düzeyde hem algı düzeyinde girişimin en önemli sonuçlarından birisi, diğer askeri darbeler ve hamlelerden farklı olarak, ordu-güç bağını değil, ordu-acz ilişkisini gündeme getirmesidir. Bu hal, asker-siyaset ilişkileri bakımından bu kuruma sızma, kullanma, zafiyeti meselesini öne çıkarmıştır.

 

Özetle 15 Temmuz’un tetiklediği kriz, devletten siyasete, toplumdan dini alana değin çok katmanlı olmuş,  bu genel kriz tablosunda “asker meselesi” bağımlı bir değişken olmanın ötesine geçmemiştir. 

 

Bu durum darbe sonrası gerek önlem siyasetinde gerek algı-siyaset ilişkisi bakımından daha belirgin hale gelecektir.

 

15 Temmuz sonrası alınan tedbirler esas olarak  (1) olağanüstü hal kararnamelerine dayanan kanuni yeni bir alt yapıyla kurumlarda tasfiye-temizlik, (2) devleti yeniden kurma, kitlesel personel alımları devletin memur yapısını yenileme olarak iki istikamette gelişti.

 

Orduya yönelik düzenlemeler, ikinci husus çerçevesinde, devletin yeniden yapılanma politikasının bir parçası olarak, 15 Temmuz tipi kullanımları engelleme mantığıyla, bu tür, en fazla askeri işlevin etkinliği  gibi tartışmalar etrafında hayata geçti.

 

Diğer taraftan, ordudaki Fethullahçı derinlik, yapılan düzenlemelerin ordu-siyaset ilişkileri bakımından “sivilleşmiş bir doku”yu ve “ideal yapı”yı hedeflediği kanısını, (kimi asker grupları dışında) gerek kamuoyu, gerek siyasi partiler, gerek basın nezdinde genel bir kabule dönüştürdü. Ordudaki çöküntü görüntüsü de buna eklenince, “darbe  girişimi ve girişim sonrası önlemler ordu-siyaset ilişkilerinin ‘sıfırlandığı’ anı, bir miladı oluşturmaktadır” fikri hızla yayıldı. Bu iklimde zaman geçtikçe, ordu-siyaset ilişkileri kritik bir tema olmaktan iyice çıktı.

 

Sonuç olarak, (muhalifi dahil olmak üzere) basın, üniversiteler, sivil örgütler darbe girişiminin asker boyutuyla, alınan yeni düzenlemelerin niteliğiyle, yeni alımların orduyu nasıl yapılandığı konusuyla ilgilenmedi.

 

2. Süreklilik

 

Bunlara rağmen darbe girişiminin ordu boyutu özellikle kimi açılardan hafifsenemez.

 

Fiili açıdan ele alındığında, 15 Temmuz ülkedeki darbeler ve darbe girişimleri zincirinin bir halkasıdır. Türkiye, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde bir askeri darbe girişimi daha yaşamış, parlamentosu bombalanmış, istihbarat örgütü kuşatılmış, özel hareket merkezi vurulmuş, televizyonları basılmış, Genelkurmay Başkanı esir alınmış, 248 kişi hayatını kaybetmiş, darbe kalkışması başarının, Türkiye de felaketin eşiğinden dönmüştür.

 

Girişim, şekli olarak, ister emir-komuta mekanizması içinde yapılsın, ister bir grup subayın işi olsun, ister ordunun Kemalist müdahale geleneğine otursun, ister ideolojik bir görüş ya da örgütün orduyu araç haline getirmesini ifade etsin, ordu-siyaset, özellikle silah-siyaset ilişkileri bakımından aynı oranda önemlidir. Bu ilişkiler silahlı gücün siyaset üzerindeki etkisi ve tehdidi üzerine oturur. Bu çerçevede orduda yerleşik bir tutuma, gruplaşma risklerine, bunun fiili ve zihni imkanlarına işaret eder. 

 

15 Temmuz askeri darbe girişimi özellikle bu bakımdan diğer darbelerden ve girişimlerinden ayrılmaz. 15 Temmuz öncesi 360 olan general ve amirlerden yüzde 40’ının darbeci olmak, darbeye yakın durmak gibi gerekçelerle ordudan atıldığını dikkate alınacak olursa, korgeneral, tümamirallerin sadece bir FETÖ üyesi değil, uzun yıllar sadakat ilişkileri içinde rütbe almış bir ordu mensubu olduğu düşünülecek olursa, bu tablo daha net hale gelir. Kaldı ki, 15 Temmuz başarılı olsaydı, ülkede bir askeri idarenin nasıl kurulacağı, örneğin FETÖ ile başka gruplar arasında koalisyonun oluşup oluşmayacağı konusunda bir tahmin yürütmek mümkün değildir. Dahası o gece ordu içindeki kimi ilişkiler ve gidiş-gelişler hakkında da henüz tam bir açıklık bulunmuyor.

 

Darbenin askeri boyutuna gönderme yapan diğer açılar, sırasıyla, 15 Temmuz müdahale tarzının ordudaki iç siyasallaşma belleğine katkısı ve asker-sivil ilişkilerinin yeniden yapılanmasıyla ve bunun yeni siyasi rejimin girdileri etrafında uygulama safhasıyla ilgilidir. Bunları aşağıda, 15 Temmuz’un asker-sivil ilişkilerine etkisi başlığı altında ele alacağız.

 

 II. 15 Temmuz’un Asker-Sivil İlişkilerine Etkisi

 

Belirttiğimiz üzere bu başlık altında üç ayrı husus öne çıkmaktadır. (1) Darbe tarzında geri dönüş ve muhtemel etkileri, (2) 15 Temmuz sonrası ordunun kurumsal yapılanması ve asker sivil ilişkilerine dair yeni düzenlemeler, (3) Ordu bünyesinin yenilenmesi ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin çerçevesinde yeni sivil-asker ilişkileri düzenin pratik sonuçları ve son görünümü.

 

1. Ordu İçi Siyaset Belleği

 

Ordunun kullanılması ve orduya sızılması bir darbe girişimi olma bakımından, 15 Temmuz’un, Türkiye’deki vesayetçi müdahale geleneğine, hem yeni bir unsur eklediği hem de bir geri dönüşü ifade ettiği söylenebilir. Yeni unsur, ordunun kendi dışından bir örgüt tarafından bir araç olarak kullanılmasıdır.

 

Geri dönüş ise darbeye kalkışma tarzının işaret ettiği daha ciddi bir durumdur. 1960 askeri müdahalesi sonrası ordunun siyasete dair tutumu ve yapılanması iki istikamette gelişmişti. İlk istikamet, askeri alanın sivil-siyasi alan karşısında  mevzuat vesilesiyle sistematik genişlemesiydi. İkinci istikamet ise ordunun bütünlüğü korumak ve siyasi etkinliği arttırmak gerekçesiyle siyasi işlevin kurumsal kuşatıcılığı ve niteliğinin geliştirilmesiydi. Askerin her düzeyde siyasi müdahalesi vesayet mekanizmasına, dolayısıyla emir-komuta zincirine bağlanması hedeflenmişti. Bu hassasiyet ordu bakımından en kritik hususlardan birisi kabul edilmiş ve inşası ve yerleşmesi zaman almıştı. Bu mekanizma alt kademelerden komuta kademesine yönelen beklentiyle, vesayet dozunu da artırmıştı. Kimi asker grupları tarafından başlatılan 27 Mayıs 1960, 22 Şubat 1962, 21 Mayıs 1962, 9 Mart 1971 girişimleri defteri bu çerçevede 12 Mart 1971 muhtırası ve 12 Eylül 1980 darbesiyle kapanmıştı.

 

15 Temmuz eski parçalı müdahale tarzına, iç siyasallaşmaya ve ayrışma-çatışmalara geri dönüşü ifade eder. Bu özelliğiyle Fethullahçı parantezinde ele alınıp geçiştirilmesi doğru değildir. Kaldı ki bu parantez dahilinde bile mevcudun üçte birini oluşturan cemaat mensubu generaller dikkate alındığı zaman, asker rolü-kimliği ile örgüt mensubu rolünün yan yana ve iç içe yaşadığını göz ardı etmemek gerekir. Bu durum, kendi başına ve ileriye yönelik olarak kritik önemdedir. Ordu içi gruplaşma ve siyasallaşmanın zeminini, imkanlarını, 15 Temmuz yapılanmasının ordu üzerindeki etkilerini, koşullar oluşup, kimi bilgilere ulaşıldığında özellikle ve dikkatle incelemek gerekir.

 

2. Kurumsal Boyut: Demokratikleşme

 

Türkiye’nin uzun yıllar, kuruluş döneminde her askeri müdahaleyle pekişen askeri bir vesayet düzenine sahip olduğu malum. Bu düzen, ordunun mali, idari (siyasi), yargısal ve askeri bakımlardan bağımsız ve denetime kapalı, buna karşın formel (mevzuat) ve enformel (çıkış ve müdahaleler) imkanlarla denetleyici olduğu, siyasi yetkilerine rağmen siyasi sorumluluktan muaf bulunduğu bir ilişki düzeni olarak tanımlanabilir.  

 

Buna karşın ülke silahlı kuvvetlerinin demokratik denetimi, demokrasinin önkoşullardan birisi olarak (NATO ve AB genel ilkeleri) kabul edilmekte, Türkiye’nin yakınından bile geçmediği şu üç esas üzerine oturmaktaydı:

 

1. Siyasi otoriteye tam bağımlılık ve bu çerçevede demokratik denetim;

 

2. Ordu içinde aşırı merkezileşme ve güç birikimi oluşmasını engelleyen bir teşkilat yapılanmasıyla, askeri faaliyet ve kararların, sivil makamların aktif katılımı üzerinden düzenli denetimi;

 

3. Askeri harcamalar, mallar, alımlar üzerinde parlamentonun da devrede olduğu etkin siyasi ve sivil denetim.

 

Türkiye’de askeri vesayet yapısına dair ilk kırılma, demokratik denetime doğru ilk adım 2003’te atılmış, bunlar 2013 yılına kadar çeşitli vesilelerle sürmüştü. Bu çerçevede, MGK yasasının ve yapısının değiştirilmesi, MGK Gizli yönetmeliğinin kaldırılması (2003) ve EMASYA Protokolünün ilgasıyla (2010) askeri otoritenin hükümet üstü kimi icraî yetkileri kaldırıldı. Sayıştay Kanunu’nda yapılan değişikliklerle (2003 ve 2011) askeri harcamalar ve mallar üzerinde sınırlı da olsa denetim yolu açıldı. Bu istikamette denetim harici kalan ordunun yoğun olarak kullandığı bütçe dışı fonlar kaldırıldı. Ordunun kuvvetli bir özerklik kaynağı olan Yüksek Askeri Şûra kararları yargı denetimine açıldı (2010). İç Hizmet Kanunu’ndaki askerlik tanımı değişti ve ordunun göreviyle ilgili Cumhuriyeti koruma ve kollama ibaresi kaldırıldı (2013).

 

Bu adımlar atıldıkları dönemde birer küçük devrim niteliği taşımakla birlikte, yukarıda belirtilen evrensel stardartlara göre oldukça geride olup Türkiye’deki askeri vesayet düzenini kırmak yetersizdi. Nitekim sürdürülmediler ve parçalı oldular. Genelkurmay Başkanını sorumluluk mekanizması, ordu içi merkezileşme, idari denetimi yokluğu, Yüksek Askeri İrade Mahkemesi’nin varlığı gibi vesayet düzeninin diğer kurucu ayakları oldukları yerde kaldı.

 

15 Temmuz darbe girişimi sonrası, ordu teşkilatı ve yetki-sorumluluk mekanizmalarında yapılan düzenlemeler, önemli bir yönüyle, AK Parti’nin 2003-2013 arası “sivilleşme” istikametinde attığı, ancak kısa ve eksik kalmış adımları tamamlayıcısı ve devamı olarak yorumlanabilir.

 

Bu adımlar, aşırı merkezi askeri kurumu ve gücü, işleyiş, sorumluluk ve denetim açısından parçalara ayırmış, diğer ifadeyle askeri gücü tek elde toplayan modeli yürürlükten kaldırmış, sivil otoritenin kararlara etkin katılımı ön görmüş, mali, idari, askeri denetim mekanizmalarını demokratik ilke ayakları üzerine oturmuştur.

 

Bu çerçevede, siyasi bağımlılık, gücün bölünmesi, karar mercilerinin sivilleştirilmesi, işleyişin denetimi bakımından atılan adımlar şunlar oldu: Siyasi iktidarın Genelkurmay Başkanı seçimindeki tercihlerini sınırlayan kurallar kaldırıldı. Genelkurmay Başkanı ile Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanları Milli Savunma Bakanına ayrı ayrı bağlı ve sorumlu kılındı. Genelkurmay Başkanlığı ile Kuvvet Komutanlıklarının teşkilatı Milli Savunma Bakanlığına bağlandı. Kuvvet komutanlarını belirleme, subay sınıflarını tanımlama, general-amiral kadrolarının miktarına karar verme, üyeleri itibariyle sivil ağırlık getirilen Yüksek Askerî Şûra’nın yeri, zamanı ve gündemini önerme, rütbe terfilerine onay verme konularında karar merci Milli Savunma Bakanı oldu. Subay ve astsubay atamalarının Kuvvet Komutanlıklarının teklifi üzerine Milli Savunma Bakanı’nın onayı ile yapılması usulü getirildi. Kurmay subay yetiştiren harp akademileri ve askeri liseler kapatıldı. Harp okulları sivil bir üniversite bünyesinde toplandı. Askeri okullara giriş tüm liselere açıldı.

 

Bunun yanında, şu adımlarla da askeri alan ve sivil hukuki denetime açıldı doğal sınırlarına çekildi: Jandarma Genel Komutanlığı ordu bünyesinden, komutanı MGK’dan çıkarıldı. Milli Savunma Bakanlığı karargahı kaldırıldı ve sivilleştirildi. Askeri Yüksek İdare Mahkemesi ve Askeri Yargıtay uygulamasına son verildi. TSK bünyesindeki askeri sağlık kurumları Sağlık Bakanlığı’na, askeri tersane ve fabrikalar Milli Savunma Bakanlığı’na bağlandı. Büyük şehirlerin içerisinde konuşlu kışlalar şehir dışına çıkartıldı.

 

Yerleşik ordu yapılanması ve ideolojisinin kurucu öğelerini bir anda darmadağın eden bu hamleler, 15 Temmuz askeri darbe girişimine verilen siyasi tepkiyi ifade ettikleri kadar, muhtemel yeni darbelere yönelik önlem arayışı olarak da tanımlandılar.

 

3.Demokratikleşmenin Sınırları: Yeni Girdiler ve Uygulama

 

Kağıt üzerinde ve ilkesel olarak şeffaflık taleplerine ve demokratik şablona uygun bu düzenlemeler, “uygulamada nasıl bir yön ve biçim almıştır” sorusu, asker-sivil ilişkilerinin istikameti bakımından, en az o düzenlemeler kadar önemlidir.

 

Bu bakımdan elimizde iki önemli girdi bulunuyor: İlk girdi, askeri personele yönelik yoğun tasfiyeler, yeni alımlar ve buna ilişkin buna ilişkin stratejiler etrafında ordu efektifinin yapılanmasıyla ilgilidir. İkinci girdi ise yeni asker-sivil düzeninin 2017 Ocak sonu itibariyle devreye giren Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile ne tür etkileşim içine girdiği ve uygulamada ne tür bir istikamet kazandığıyla ilişkindir.

 

3/A. Ordunun Yenilenen Bünyesi: Tasfiyeler ve Yeni Alımlar

 

Darbe girişimi sonrası yapılan tasfiyeler, onu takip eden yeni personel alımları, alım yöntemleri de dahil olmak üzere nasıl bir ordu bünyesi yarattı? Siyasallaşmanın gölgesindeki bir ordu için bu, şüphesiz önemli bir sorudur ve asker-sivil ilişkilerinin kritik bir boyutuna işaret eder.

 

Buna dair elimizde ne tür veriler var?

 

15 Temmuz sonrası asker-sivil ilişkilerinin demokratikleşmesinde ilk sınır burada karşımıza çıkıyor. Ordu effektifi, subay niteliği, tasfiye edilen ve alınan personel sayısıyla ilgili bakanlık, genelkurmay ve kuvvet komuntalığı sitelerinde, yayınlarında kamuoyuna yönelik hiç bir bilgi bulunmuyor. Yılda bir kaç kez, biri bütçe görüşmelerinde olmak üzere Savunma Bakanı ve (Jandarmayla ilgili) İçişleri Bakanının (özellikle tasfiyeler konusunda) sözlü olarak yaptığı açıklamalarla yetiniliyor. Bu bakımdan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, ordu mevcudunun düzenli olarak açıklandığı 15 Temmuz öncesi döneme göre daha kapalı evrede olduğu söylenebilir.

 

2020 Haziran’ında Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar (jandarma hariç) ordudan ihraç rakamını 19 bin 583 olarak veriyordu. Buna, 4 bin 156 personel hakkındaki soruşturmanın sürdüğü bilgisini de ekliyordu.

 

Bu açık nasıl kapatıldı?

 

Ordu  bünyesi bakımdan sorulması gereken ilk soru, kuruma kaç yeni personel alındığıdır. Milli Savunma Bakanı Akar’ın bütçe konuşmasında verdiği bilgilere göre 2019 başında bu rakam 51.144’dir. Tasfiye edilen asker sayısının iki katını ifade eden bu rakam, ordu mevcudu bakımından önemli bir miktardır.  

 

O zaman şu ikinci soru daha da önem kazanır: 50.000’i aşkın (profesyonel) asker nereden temin edilmiştir?

 

2019 başını esas alan verilerle[1] yanıtlayalım. Eski Savunma Bakanı Canikli’nin verdiği bilgilere göre (2017 ve 2018 yıllarında) 14.816 subay-astsubay dış kaynaktan karşılandı. Bunlara (2018’de) yeni açılan Milli Savunma Üniversitesi’den mezun 5.333 subay-astsubay eklenirse, alınan toplam subay-astsubay rakamı 20.000 civarındadır. Diğer 30.000 kişi ise ezici çoğunlukla, uzman ve sözleşmeli personel olarak alınan gönüllülerdir.

 

Peki, bu yeni personel kimdir, nasıl, hangi çerçevede alınmıştır?

 

Bakan açıklamalarına göre dış kaynaktan karşılanan, herhangi bir üniversite mezunu subay ve astsubaylar sınav, güvenlik soruşturması (ideolojik aşama), mülakat (sadakat aşaması) sonrası, sadece 6 aylık kursla nasb edilmişler ve göreve başlamışlardır. Milli Savunma Üniversitesi’nden mezun olanlar da sadece 2 yıllık hızlandırılmış eğitimle mezun olmuşlardır. Gönüllüler de benzer bir süreçle orduya katılmışlardır.

 

Bu verilerden hareketle orduya katılan asker dokusuyla ilgili şu sonuçlara varmak mümkündür.

 

1) Yeni personel herhangi bir askeri kurum kültürünü yeteri kadar almamıştır.

 

2)  Subay kalitesinde eğitim süresine dayalı bir kalite düşüklüğü önemli bir varsayımdır.

 

3) Hızlı devşirme yöntemlerinin ürettiği kalitede ve kurumsal kültürde düşüş ile farklı eğilimlerden siyasallaşma/gruplaşma riskinde artış arasında doğru orantı varsayımı diğer önemli bir konudur.

 

4) Bu rakamlara göre 2016 öncesine oranla ordudaki subay-astsubay oranı sözleşmeliler ve uzmanlar karşısında yüzde 60’tan yüzde 40’a düşmüştür. Bu yapısal değişiklik, profesyonelleşme iddiası yanında ortalama asker profilini değiştirmiştir. Bu, orduda muhtemel siyasallaşma halinde yeni siyasi kanallar üretebilecek bir durumdur.

 

Siyaset-ordu ilişkileri bakımından, bir diğer sorun, kitlesel tasfiyeler sonrası teğmen olarak göreve başlayan büyük bir kitle dikkate alınırsa, ileride alt rütbelerde şişme olmaması için Milli Savunma Bakanına, rütbe bekleme süresini dikkate almadan terfi yetkisi verilmesi olmuştur. Bu yetki, terfilerde siyaset kriterini bu kez siyasi iktidar merkezli devreye sokma riski taşımaktadır.

 

Özetlersek, 15 Temmuz sonrası oluşan askeri dokudaki subay kalitesi ve kurumsal kültür eksiklikleri gerek ordu içindeki muhtemel siyasi eğilimler, bakanda toplanan, dağıtılmamış yetki tablosu, ordunun siyasi işlevi ya da siyasi kullanımı açısından endişeler yaratabilecek yönler içermektedir.

 

Ordu bünyesinde yaşanan bu değişim asker profili ve zihniyeti üzerideki etkileriyle 15 Temmuz’un önemli sonuçlarından birisidir ve asker-sivil ilişkisi değerlendirmelerinde (mevzuat yanında) dikkate alınması önemli ve fiili bir öğedir.

 

3/B. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ve Asker Meselesi

 

2017 referandumuyla devreye giren Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin asker-sivil ilişkileri üzerine demokratik ilkeler bakımından olumsuz etkileri olmuştur. Bu sistem askeri yapıya ve sorumluluk mekanizmasına yapılan mevzuat değişiklikleriyle doğal bir etkileşim içine girmiş, bu değişiklikleri rotasından uzaklaştıran tesirlerde bulunmuştur.  Somut bir ifadeyle, Cumhurbaşkalığı Hükümet Sisteminin kişişelleşme-keyfilik, güç yoğunlaşması, denetimsizlik ve  kurumsuzlaştırma (deinstutionalizasyon) gibi temel özellikleri, asker-sivil ilişkilerinde kendisini ilk andan itibaren göstermiştir.

 

Bu açıdan şu üç gelişmenin altını çizmek gerekir.

 

1. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin devreye girmesiyle birlikte, Başkan-bakan ilişkisinden hareketle Milli Savunma Bakanlığı’dan çok Milli Savunma Bakanı’nın şahsını öne çıkaran bir uygulama modeli gelişmiştir. Diğer bir deyişle, sivil-asker ilişkileri kurumsal olmaktan uzaklaşmış Cumhurbaşkanı-bakan arasında kişiye endeksli bir bağımlılık ve sadakat ilişkisi görüntüsü almıştır.

 

2. Kağıt üzerinde asker-sivil ilişkileri demokratik denetim ve yapılanma kurallarına uygun görünmekle birlikte, yeni siyasal düzenin sivilleşmeyi yetki mekanizmasına dokunmadan, sıradan bir yetki devri görüntüsüne soktuğu söylenebilir. Mevzuat değişikliklerinin öngördüğü yetki dağıtımı mekanizması hayata geçmemiş, yetkiler bakanlık düzeyinde kişiye bağlı olarak merkezileştirilmiştir. Yetki toplulaşması bakan nezdinde devam etmiştir.

 

3. Bakanlık ve komutanlık fiilen aynı kişi uhdesinde birleştirilerek, bakanlık bakan üzerinden ordunun parçası kılınarak, sivil denetim ve idare adı altında yeni tip bir “merkezileşme” görüntüsü ortaya çıkmıştır. Zaman zaman “ordu mu bakanlığın parçası, bakanlık mı ordunun” sorusunu akla getirecek bir tablo ortaya çıkmaktadır. Bakan sadakat bağını kurarak, sivil otorite kadar, belki ondan daha çok, eski Genelkurmay Başkanı vasfıyla, orduyu temsil etmekte, hem icra hem denetim makamı olarak dolaylı bir sorumsuz konuma işaret etmektedir. Nitekim Akar, denetleyici ve düzenleyici bir bakanlık işlevi görmekten çok bir ordunun komutanı gibi davranmakta, dış operasyonlar dahil olmak üzere askeri icrayı mikro bir işletmecilikle yönetmektedir.

 

Bu durumun, Kurtuluş Savaşı sırasındaki ve Cumhuriyetin II. Dünya savaşına kadar olan dönemde benimsediği asker-sivil ilişkisi modellerini akla getirdiği söylenebilir. 1920-1924 arası dönemde, olağanüstü koşullar gerekçesiyle, Genelkurmay Başkanı asker üniforması ve statüsüyle bakanlar kurulunun üyesiydi. 1924-1944 arasında ise Genelkurmay Başkanı (Fevzi Çakmak) kabine dışında kalacak, ancak 1924 yasasıyla gerekli gördüğü her konuda bakanlıklara müdahale etme yetkisiyle bakanlıklar üstü bir konumda (fiili bakan üstü bakan-resmen Genelkurmay Başkanı) bulunacaktı.  Yasa başkanlığı değil başkanı, kurumu değil kişiyi öne çıkarırdı. İlişkisi doğrudan (o dönem sorumsuz) Cumhurbaşkanıyla ve sadakat ilkesine göre olurdu.

 

Bu tablo, kişiler arası bağlar üzerinden yürütülen siyasayı ciddi olarak düşündürmekte, bu oranda yarına yönelik olarak ordunun demokratik denetimi ve hukuk devleti ilkeleri etrafından kurumlaşması sorularını ortaya koymaktadır.

 

Sonuç olarak; 15 Temmuz asker-sivil ilişkileri yansımasının serancamı ana hatlarıyla ve bugün itibariyle böyledir. Düne oranla ileri ve geri adım ve durumları aynı anda içermekte, yapılan yasal değişikliklere ve formel demokratik bir görüntüye rağmen ordunun siyasetten uzaklaştığına dair açık veriler sunmamaktadır. Mevcut konjontürde, yeni iktidar bloğu olarak tanımlanan “AK Parti-MHP-devlet (asker)” üçlüsü, ordunun ve bakanın konumu bu zeminde düşünmeyi de gerektirmektedir.

 

__

[1] Bu bilgiler, 15 Temmuz 2016 öncesine mevcut tabloları, Devlet Personel Başkanlığı’nın kısmi verileri, bakanların bütçe görüşmeleri sırasında sunduğu rakamlardan oluşan, yürütmüş olduğum bir çalışmaya dayanmaktadır.

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.