1921 Anayasası Ruhu ve İkinci Yüzyıl
Anayasaların ruhu, metnin bütünüyle özdeştir. Sadece çoğulcu bir özellik taşıdığı için ya da dönemin salt konjonktürel yapısı örnek alınarak çizilen bir anayasa çerçevesi, ikinci yüzyılına giren Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin siyasal ve toplumsal beklentilerini karşılamakta eksik kalacaktır.
Bir ülkenin anayasası, demokratik yapısının temel taşı olarak vatandaşların haklarını, özgürlüklerini ve devletin işleyişini düzenleyen “kutsal” bir metindir. Ancak, bir anayasanın gerçek değeri, kâğıt üzerindeki kelimelerden ziyade günlük yaşamda nasıl uygulandığı ve etkili bir şekilde korunduğuyla ölçülmektedir. Bu nedenle, anayasa metninin içeriğinden daha önemlisi, anayasanın nasıl uygulandığı gerçeğidir. Bir anayasanın sadece bir metin olmaktan öteye geçebilmesi için toplumun tüm kesimlerinin, özellikle de hükümetin, yargının ve vatandaşların bu metne bağlı kalma ve onu koruma konusunda kararlı olması gerekmektedir. Aksi takdirde dünyanın en iyi anayasasına sahip olsanız dahi bu durum, teorik metinlerin varlığından başka bir seçenek sunmayacaktır.
TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’un geçtiğimiz günlerde “1921 Anayasası’nda olduğu gibi katılımcı, güçlü anayasa yapma imkânı bu Meclis’te vardır” şeklinde yaptığı açıklamalar sonrasında Türkiye’de bir sivil anayasa hazırlığı tartışmaları yeniden gündeme gelmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti ikinci yüzyılına adım atarken toplumun ve devletin karşı karşıya olduğu önemli sorunlarla yüzleşmektedir. Demokrasi, adalet, özgürlük ve insan hakları gibi temel değerlerin güvence altına alınmasını kapsayan ve Türkiye’nin geleceği için belirleyici önemi olan bu sorunların çözümünde etkili bir araç olan anayasa ve bu anayasanın işletilmesini sağlayan sistemin eksiklikleri göze çarpmaktadır. Özellikle son yıllarda, demokrasiye olan güvenin sarsılması, yargı bağımsızlığı ve basın özgürlüğü gibi sorunlarla kendini gösteren temel kurumların zayıflığı, toplumda derin endişelere yol açmıştır. Bu endişelerin bir sonucu olarak, mevcut anayasa yapısının yeterince güncel olmadığı ve bir darbe düzeninin inşasından öte çağın gereksinimlerini karşılamadığı ortaya çıkmaktadır.
Yeni bir anayasa, Türkiye’nin demokratik ve katılımcı bir yapıya kavuşmasında kritik bir rol oynamaktadır. Bu anayasa, temel hak ve özgürlükleri güvence altına almalı, adaletin işleyişini sağlamalı ve farklı kültürel ve siyasi kimliklere saygı göstermelidir. Ayrıca yürütme, yasama ve yargı erkleri arasındaki dengeyi sağlayarak demokratik kurumların düzenini güçlendirmelidir. Ancak, yeni bir anayasanın hazırlanması ve kabul edilmesi kolay bir süreç değildir. Siyasi farklılıklar, çıkar çatışmaları ve toplumsal kutuplaşma, bu süreci zorlaştırmaktadır. Türkiye’nin geleceği adına gerekli olan bu adımın atılması için tüm siyasi aktörlerin işbirliği ve uzlaşma yeteneğini göstermesi gerekmektedir.
Peki bu şartlar altında yürütülen yeni bir anayasa düzenlemesinde 1921 Anayasası’nın baz alınması Türkiye adına ne kadar doğru bir referans olacaktır?
Olağanüstü şartlar altında ve yeni Türk devletinin kuruluş sürecinde hazırlanmış bir savaş anayasası olan 1921 Anayasası, Mustafa Kemal Paşa tarafından 13 Eylül 1920 tarihinde Meclis’e sunulan bir programla filizlenirken yaklaşık 5 ay süren tartışmalar neticesinde 20 Ocak 1921 tarihinde TBMM’de kabul edilmiştir. Bu süreçte I. İnönü Zaferi ve Çerkes Ethem isyanının bastırılması gibi önemli askeri başarılar da anayasanın kabul sürecini kolaylaştırmıştır.
23 madde ve bir ekten oluşan 1921 Anayasası; oldukça kısa muhteviyatıyla esasında bir “çerçeve anayasa” mahiyetine sahiptir. Öyle ki genel maddelerin yetersiz kaldığı durumlarda Osmanlı Devlet’nin kullandığı Kanun-i Esasi’ye başvurulan ve dolayısıyla 1924 yılına kadar süren bir “çift anayasalı dönemin” düzen metnidir.
1921 Anayasası’nın ilk maddesinde “Hakimiyet bila kaydü şart milletindir. İdare usulü, halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir” ifadesiyle egemenlik Osmanoğulları’ndan alınarak millet iradesine verilirken Erzurum ve Sivas kongrelerinde benimsenen “Kuvayı Milliye’yi amil milli iradeyi hâkim kılmak esastır” şiarı tescillenmiştir. Dolayısıyla ulusal egemenlik ilkesi ilk kez 1921 Anayasası ile inşa edilirken Türkiye Cumhuriyeti tarihinde hazırlanan tüm anayasaların temelini oluşturmuştur.
2’nci maddede yer alan “İcra kudreti ve teşri salahiyeti milletin yegâne ve hakiki mümessili olan Büyük Millet Meclisi’nde tecelli ve temerküz eder” ifadesiyle yasama ve yürütme güçlerinin Meclis’te toplandığı ifade edilerek Meclis’in Kuvvetler Birliği ilkesini benimsediği belirtilirken, 1921 Anayasası’nda yargı erki ile ilgili açık bilgi bulunmamaktadır. 3’üncü maddede yer alan “Türkiye devleti Büyük Millet Meclisi’nce idare olunur ve hükümeti Büyük Millet Meclisi Hükümeti unvanını taşır” ifadesi ışığında Ankara’da oluşturulan yeni bir hükümet ile anayasanın “ihtilalci” yönü vurgulanmıştır. Ancak 1921 Anayasası’nda devlet başkanlığı makamı bulunmamaktadır. Keza Meclis Hükümeti sistemi gereği Meclis başkanı, hükümetin de başkanıdır. Saltanat ve hilafetin varlığına dair açık bir karşı çıkma tavrı barındırmayan 1921 Anayasası, bir geçiş döneminin temsili olduğu için günümüz anayasasının ilk 4 maddesinde yer alan devletin yönetim şekli, bayrağı, milli marşı ve başkentine dair bilgileri içermemektedir.
Ergun Özbudun’a atıfla 1921 Anayasası’nın en belirgin özelliklerinden birisi de yerel yönetimlere ayırdığı geniş kapsamdır. Toplamda 23 maddelik bu kısa anayasanın 14 maddesi, yerel yönetimlere tahsis edilirken, iller ve nahiyelerde halk tarafından seçilmiş meclisler ve bu meclislerce seçilen yürütme işlerinden sorumlu bir icra amirliği makamı oluşturulmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini atan 1921 Anayasası, ülkenin siyasi, hukuki ve toplumsal yapısını belirleyen önemli bir belgedir. 1921 Anayasası’nın ruhu, Türkiye’nin bağımsızlık ve milli egemenlik mücadelesinin yansımasıdır ve günümüzde de önemini korumaktadır. Zira 1921 Anayasası, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü ve işgal altındaki bir ülkenin yeniden doğuşu arasında köprü oluşturur. Bu belge, milletin iradesini yansıtan bir Meclis tarafından oluşturulmuş ve ulusal egemenliğin önemini vurgulamıştır.
1921 Anayasası’nın ruhu, milletin ortak değerlerine ve ulusal birliğe olan inancı yansıtır. Bu belge, Türk milletinin tarih boyunca gösterdiği direniş ruhunu ve kararlılığını simgelemektedir. Ulusun bir araya gelerek kendi kaderini belirleme hakkını eline alması, 1921 Anayasası’nın özünde yatan temel prensiptir. Ancak, 1921 Anayasası’nın ruhu sadece bir tarihi belgeyle sınırlı değildir; aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceğini şekillendiren bir ilham kaynağıdır. Bu belge, demokrasi, adalet ve hukukun üstünlüğü gibi temel ilkelerin korunmasını sağlayarak, Türkiye’nin modernleşme sürecine rehberlik etmiştir. Türkiye’de son zamanlarda gündem olan yeni anayasa tartışmalarında I. TBMM yapısının kozmopolit siyasal düşünce yapısıyla referans kaynağı olarak sunulan 1921 Anayasası’nın ruhu, Türkiye’nin milli kimliğini ve ulusal birliğini güçlendiren bir unsur olarak öne çıkarken farklı kültürlerden ve inançlardan gelen insanların bir arada yaşayabileceği “çoğulcu” bir ortamın oluşturulmasını desteklemektedir. Ancak 1921 Anayasası’nın yazılış aşamasında, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş felsefesini barındıran cumhuriyet rejimi ve laiklik ilkelerinin varlığıyla birlikte ulus olabilme değerlerinin temsili olan bayrak, başkent, resmî dil ve bu varlıkların taşıdığı önemle korunması gerektiği vurgusu bulunmamaktadır. Ayrıca olağanüstü şartlar altında kaleme alınan ve Cumhuriyet tarihinin en kısa anayasası olan 1921 Anayasası’nda kişi hak ve hürriyetlerine de yer verilmemiştir.
Anayasaların ruhu, metnin bütünüyle özdeştir. Sadece çoğulcu bir özellik taşıdığı için ya da dönemin salt konjonktürel yapısı örnek alınarak çizilen bir anayasa çerçevesi, ikinci yüzyılına giren Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin siyasal ve toplumsal beklentilerini karşılamakta eksik kalacaktır.
Yargı Bağımsızlığı ve Hukukun Üstünlüğü
Demokrasinin temel unsurlarından biri olan yargı bağımsızlığı ve hukukun üstünlüğü, Türkiye’nin ikinci yüzyılında karşılanması gereken en önemli siyasal ve toplumsal beklentilerdir. Hukukun siyasi etkilere maruz kalması, adaletin sağlanmasını zorlaştırırken demokratik kurumların güçlenmesini engellemektedir. Bu nedenle ikinci yüzyılda, yargı reformları ve hukukun üstünlüğünün sağlanması, Türkiye’nin demokratikleşme sürecinde kritik bir adım olarak değerlendirilmelidir. Demokrasinin vazgeçilmez unsurlarından biri olan çoğulculuk ve insan hakları; Türkiye’nin ikinci yüzyılında çeşitli etnik, dinî ve kültürel grupların haklarını savunan kapsamlı çağdaş bir reform hareketiyle yeniden inşa edilmelidir.
Türkiye’nin yeni bir anayasaya ihtiyacı olduğu konusundaki siyasi tartışmalar, mevcut siyasi atmosferin karmaşıklığını yansıtmaktadır. Şüphesiz ki yeni bir anayasa, Türkiye’nin demokratik ve adil bir geleceğe doğru ilerlemesinde önemli bir adım olacaktır; ancak bu sürecin başarılı olabilmesi için siyasi istikrar, toplumsal katılım ve demokratik değerlere bağlılık gerekmektedir. Siyasi aktörlerin bir araya gelerek ikinci yüzyıla uygun ortak bir vizyon oluşturması ve toplumsal uzlaşma sağlaması durumunda bu ihtiyaç karşılanabilir.
Ancak, bir anayasanın etkili bir şekilde uygulanması için öncelikle toplumun anayasanın önemini anlaması ve bu önemi koruma konusunda kararlı olması gerekmektedir. Eğitim ve kamuoyu bilincinin artırılması, bu sürecin önemli bir parçasıdır. Anayasanın uygulanmasını denetleyen güçlü ve bağımsız bir yargı sistemi de kritik öneme sahiptir. Yargının, hükümeti ve diğer devlet organlarını anayasanın sınırları içinde tutma görevi, demokrasinin sağlıklı işlemesi için temel bir gerekliliktir. Ayrıca ulusal düzeyde ve uluslararası platformlarda anayasal hakların ve özgürlüklerin savunulması için aktif bir sivil toplum ve medya varlığı önemlidir. Bu aktörler, hükümeti ve diğer güç odaklarını hesap verebilirlik ve şeffaflık konusunda sürekli olarak zorlayarak, anayasanın uygulanmasını sağlamada kritik bir rol oynamaktadır. Kısacası, bir anayasanın metni kadar, hatta belki de daha fazla önem taşıyan mahiyeti, bu metnin günlük yaşamda etkili bir şekilde uygulanmasıdır. İdeolojik hesaplaşmalarla yaklaşılan tam tersi durumda; Tarık Zafer Tunaya’dan hareketle “anayasa fetişizminden” öteye geçmeyecektir.