2023 Seçimlerine Doğru
Milliyetçi-muhafazakâr seçmen için uzunca zamandır AK Parti en yoğunluklu tercih olmuştur. Önümüzdeki seçimde bu tercihte bir değişim olması için öncelikle AK Parti’de yaşanan bir değişim algısının yaygınlaşması, yani, AK Parti’nin milliyetçi-muhafazakâr kitleyi temsil etmekten uzaklaşması ve bunun seçmen algısına hâkim olması gerekmektedir.
2023 seçimlerinde AK Parti’yle ilgili karamsar bir gelecek öngörülüyor. Muhalefet içinse kazanılmış bir seçim havası oluşuyor. Her iki öngörü de seçmenin iktidar değiştirecek oranda -yani milyonların- kanaat ve kararlarını değiştireceğini iddia etmiş oluyor. Bu öngörüler kısmen kamuoyu araştırmaları gibi görece nesnel araçlara kısmen de öznel gözlemlere dayandırılıyor. Öznel gözlemler “yanlış yaygınlık etkisi” gibi bilişsel-güdüsel yanılgılarla malul olabileceğinden sağlam sonuçlara ulaşmaya değer bir argüman niteliği taşımıyor (Bu etki, insanın kendi düşüncelerini gerçekte olduğundan daha yaygın görme eğilimidir).
Kamuoyu araştırmaları ise AK Parti’nin oy oranında dikkate değer bir düşüşe işaret etmekle birlikte rakiplerin pozisyonunda bu düşüşe tekabül eden bir yükselmeyi göstermiyor. Yani, AK Parti’den kopan seçmenin hâlâ arafta olduğu, henüz kararını netleştirmediği anlaşılıyor. Kısaca, araştırmalar da AK Parti’nin geleceğiyle ilgili bu karamsar öngörüyü bütünüyle desteklemiyor. Buna rağmen psikolojik hava AK Parti’nin aleyhine gözüküyor. Öyle ki, başta CHP ve İYİ Parti, seçimi çantada keklik gibi gösteren bir üslup sergiliyor.
Her iki beklentiyi psikolojik kuramlar ışığında irdelemek, bizleri siyasetin ve seçmen davranışlarının yönüne dair daha muhkem bir okumaya yönlendirebilir.
Bir Kez Oy Verenin Tutumu
Oy verme davranışının en önemli belirleyicilerden biri partizanlıktır. Partizanlık, bir siyasi partinin üyesi olmak şeklinde tanımlanabilir. Elbette, burada üyelikle, resmi bir konumlanma kastedilmemektedir. Büyük partilerin seçmeninin çoğunluğu parti üyesi değildir. Önemli olan bireyin kendisini bir partinin üyesi olarak kategorilendirmesi ve bu kategoriyi benliğinin bir parçası hissetmesi durumudur. Bu şekilde gelişen bir partili kimliğin siyasal davranışı güçlü düzeyde kalır. Örneğin, eğer oy verecekse, kendini AK Partili hisseden biri AK Parti’ye, CHP’li hisseden biri ise CHP’ye oy verir.
Oy verme belki çok önemli ama bir o kadar da basit bir siyasal eylemdir. Sosyal Kimlik Kuramı araştırmacıları 1970’li yıllardan beri, değil partizanlık gibi güçlü bir bağın, olabilecek en küçük grup bağlılığının bile gruplar arası ayırımcı davranışı ortaya çıkarmak için yeterli olduğunu göstermişlerdir. Asgari grup paradigması denilen bu araştırmalarda katılımcılar temel olarak iki yağlı boya tablodan birini seçme ya da yazı tura atışı sonucu gibi olabildiğince yapay ve önemsiz kriterlere göre gruplara ayrılmıştır. Sonrasında katılımcılardan zahiren bu gruplaşmayla alakasız gözüken bir kaynak (not, para vb.) dağıtım işi istenmiştir.
Dağıtım yaparken katılımcıya verilen tek bilgi, dağıtımı yaptığı kişinin hangi grubun kaç numaralı üyesi olduğudur (A grubunun 4 nolu üyesi, B grubunun 12 nolu üyesi gibi). Sonuçlar katılımcıların kendi grubundan olan katılımcılara ötekilerine kıyasla daha çok kaynak dağıttığını göstermiştir. Katılımcıları bireysel olarak tanımama ve yaptıkları kaynak dağıtımının kendileri lehine bir etkisinin olmaması gibi deneysel özellikler, burada gözlenen içgrubu kayırma davranışının kesinlikle o deney alanında sahip olunan grup üyeliğinden kaynaklandığı yorumunu desteklemektedir. Kısaca, insanlar grupları lehinde davranırlar. Tabii, bugünkü koşullarda partiler arası ittifaklar oy verme davranışını kısmen karmaşıklaştırmaktadır. Ancak, buna değinmeden birkaç önemli noktanın daha altını çizmekte fayda vardır.
Öncelikle, bir partiye oy vermek ile o partili olmak arasındaki ilişki nedir sorusunu cevaplamaya çalışalım. AK Parti özelinde konuşulacak olursa, AK Parti’ye oy veren herkes AK Partili midir? Cevap ‘hayır’dır. AK Parti gibi yüksek oy düzeylerine ulaşan bir partinin seçmeninin hepsinde AK Partili kimliğinin gelişmiş olduğunu söylemek yanlış olur. Ama bu seçmenin çoğunluğunun AK Partili olma ihtimali yüksektir.
Psikolojideki denge kuramlarına göre insanın bilişleri arasında bir denge söz konusudur. Örneklemek gerekirse “A” kişisiyle ilgili olumlu bir tutuma sahipsiniz. Bu A kişisinin onu tanımlayıcı, belirgin bir “x” özelliği var. O halde, sizin x özelliğine karşı da olumlu bir tutumunuz vardır. Bu denge durumudur. Denge olmadığı durumlarda tutumlarınızda dengeyi sağlayıcı şekilde değişikliklere gitmeye güdülenirsiniz. Taraftarı olduğunuz partiye oy vermeniz birbiriyle tutarlı bilişlerdir. Oy verdiğiniz partinin taraftarı olmamak ise birbiriyle tutarsız bilişlerdir. Bu tutarsızlığı gidermenin yegâne yolu ise partiye yönelik kanaatin değişmesidir. Elbette yapılan davranışın bir hata olduğunu kabullenmek de bilişsel dengeyi belli bir düzeye kadar sağlayabilir ancak hatayı kabullenme süreci, partiyi kabullenme sürecinden daha sancılı olabilir. Çünkü oy verme eyleminin sonuçlarına yüklenen öneme göre ego üzerinde hasar yapma riski her zaman vardır.
Festinger’in meşhur deneyinde katılımcılar bir saat boyunca sıkıcı işlerde çalıştırılmıştır. Bu sıkıcı işlerin katılımcılarda güçlü olumsuz tutumlar geliştirdiği varsayılmıştır. İşler bittikten sonra Festinger katılımcılardan başka bir katılımcıya (bu katılımcı işbirliği yapan sahte bir katılımcıdır) deneyde yapılan işin ilginç ve zevkli olduğunu söylemelerini istemiştir. Bu yalanı söylemeleri için de katılımcılardan bazılarına 20 dolar, bazılarına da 1 dolar para vermiştir. Bu olaydan bir süre sonra katılımcılardan deneyde yaptıkları işleri değerlendirmelerini istemiştir. Deneyin farklı kuramsal beklentileri bir yana, kendilerine 1 dolar verilen katılımcıların diğerlerine kıyasla deneyi gerçekten de ilginç ve zevkli buldukları gözlenmiştir.
Festinger’e göre, deneyde yaşanılanlar ile söylenen yalan birbiriyle çatışan bilişler ortaya çıkarmıştır. 20 dolar verilen katılımcılar için bu çatışmayı gidermek görece kolay olmuştur çünkü yalan söylemek için açık bir dışsal meşrulaştırma nedeni vardır (deney 1950’li yıllarda yapıldığından o yıllarda 20 dolar ciddi bir meblağa karşılık gelmektedir). 1 dolar verilenlerin hem yalanı yükleyebilecekleri bu tür bir dışsal meşrulaştırmanın olmaması hem de yapılan davranışı artık geri almak mümkün olmadığından yapabildikleri tek şey yaşadıkları deneyimle ilgili bilişsel tutumlarını değiştirmek olmuştur. Yani, bu grup yaşadıkları deneyimin “gerçekten” de güzel olduğunu düşünmeye başlamıştır.
Bilişsel çelişki anlayışının tüketici davranışından seçmen davranışına doğrulandığı ve uygulandığı birçok alan vardır. İki şey arasında kararsız kalan insanların bu şeylerden biri lehine davranımda bulunduktan sonra bu şeyle ilgili kanaatlerinde ciddi yükselmeler gözlenir. Dolayısıyla, AK Parti’ye oy vermiş insanların AK Parti’yle herhangi bir özdeşleşme ya da en azından olumlu tutum geliştirmemiş olma ihtimalinin kuramsal zemini yoktur. Yani, yukarıda da denildiği gibi, bugüne kadar AK Parti’ye oy veren insanların çoğunluğu AK Partili olarak sınıflandırılabilir. Eğer bu sınıflandırma da doğruysa bu insanlar önümüzdeki seçimlerde “oy vereceklerse”, yüksek olasılıkla AK Parti’ye oy vereceklerdir.
Milliyetçi-Muhafazakâr Seçmen Neye Bakıyor?
Siyasette kimliği öne çıkarmanın bir diğer yolu da sahip olunan değer ve inanç sistemleridir. Belirli sosyo-politik değer ve inançları olan bireyler ya da gruplar bir partiyle özdeşleşmeyip ve fakat bu değer ve inançları görece en iyi temsil ettiğini düşündüğü partilere oy verebilirler. AK Parti’nin seçmen tabanında da bu saikle hareket eden bir seçmen kitlesi elbette vardır.
Türkiye’deki yerleşik ideolojiler laik-solculuk ve milliyetçi-muhafazakârlıktır. Bunlar dışında zamanın ruhuna göre gelişen liberallik gibi birtakım değişim ideolojileri gelişmişse de seçimlerde etkili olduğu henüz gözlenmemiştir. AK Parti, kadrolarından seçmenine kadar, geniş milliyetçi-muhafazakâr kitleyi temsil etmektedir. Bu kitlenin bir bölümü yukarıda da tartışıldığı üzere bir AK Partili kimliğine zaten sahiptir. Kimliksel bağlılığı olmayan seçmenin oy verme davranışı şu şekilde anlaşılabilir. İnsanların her düşüncesi bir davranışla sonuçlanmaz. Bu sonucun gerçekleşmesi için bazı şartların sağlanması gerekir.
Oy verme gibi sosyal bir davranışın en yakın belirleyicisi (davranışsal) niyettir. Niyet ile kastedilen belirli bir zamanda, belirli bir mekânda, belirli bir eylemi yapmaya yönelik davranışsal hazırlığın gelişmesidir. Niyetin belirleyicileri ise tutumlar ve öznel normlardır. İşte sahip olunan ideoloji ile ilgili kısım burasıdır. Burada kastedilen tutumlar, bireye özgü, münferit değerlendirmeler değil, belirli bir insan grubu arasında paylaşılan sosyal tutumlardır. Kaynağı da sahip olunan inanç sistemi, yani ideolojilerdir. Kısaca, oy verme niyetini etkileyecek olan tutumlar mevcut ideolojik konumlanmalardır.
Milliyetçi-muhafazakâr birinin bu inanç sistemi dışındaki bir partiye oy verme niyeti geliştirmesi, mümkünse bile, kitlesel değil ancak bireysel bir eylem olabilir. Niyeti belirleme potansiyeli olan ikinci etmen öznel normlardır. Bu da sahip olunan ideolojinin uzantısı bir durumu ifade etmektedir. Bunlar, sosyal normatif baskılarla ilgili algıya, yani birey için anlamlı olan diğer insanların hangi davranışın yapılıp hangisinin yapılmaması gerektiğine ilişkin inançlara işaret etmektedir. Genelde “anlamlı diğerleri” denilen insanların da bireyle benzer bir dünya görüşü ve ideolojiye sahip oldukları düşünüldüğünde bu etmenin de ideoloji uyumlu bir niyeti ortaya çıkaracağı yadsınamaz. Kısaca, partili kimliği gelişmemiş bir birey, oy verme ile ilgili olarak inançlarına uyumlu bir parti arayışında olmak durumundadır.
Milliyetçi-muhafazakâr seçmen için uzunca zamandır AK Parti en yoğunluklu tercih olmuştur. Önümüzdeki seçimde bu tercihte bir değişim olması için öncelikle AK Parti’de yaşanan bir değişim algısının yaygınlaşması, yani, AK Parti’nin milliyetçi-muhafazakâr kitleyi temsil etmekten uzaklaşması ve bunun seçmen algısına hâkim olması gerekmektedir. Bu algı değişimi kulağa geldiği kadar kolay bir süreç değildir. Bunun tartışmasını erteleyip bu algı değişiminin olduğunu kabul etsek bile, seçmen yine de oy verme eğilimini herhangi bir parti yönünde değil, yine ideolojik temsil kabiliyeti olduğunu düşündüğü bir diğer partiye değiştirecektir. Kısaca, daha önce AK Parti seçmeni olan bir kişinin, AK Partili kimliğini sahiplenmese bile, milliyetçi-muhafazakârlık karşıtı bir inanç sistemine sahip olduğunu düşündüğü bir muhalefet partisine yönelmesi yoğun düzeyde gözlenebilecek bir olgu değildir.
AK Parti’ye oy vermeyecek milliyetçi-muhafazakâr seçmenin gidebileceği partilerin başında MHP gelmektedir. Ancak, MHP zaten AK Parti ile Cumhur İttifakı içinde yer almaktadır. Saadet Partisi gibi AK Parti’nin rakibi durumundaki partiler ile AK Parti’den ayrılanların kurduğu Gelecek ve DEVA partileri gibi diğer partilerle ilgili önemli bir sorun vardır. Bu sorun, Muzafer Sherif’in bahsettiği özümseme-ayrıştırma sorunudur. AK Parti’nin mevcut konumunu “benimsemiş” seçmen açısından AK Parti’ye yakınlık/uzaklık koordinatları mutlak değil özneldir. Bunlar için ayrıştırma etkisi, “AK Parti” ve “AK Parti olmayan” kategorilerini siyah-beyaz bir algısal alana dönüştürmektedir. Yani, AK Parti’ye en yakın Gelecek Partisi, sonra DEVA, sonra Saadet, sonra MHP vb. bir doğrusal derecelendirme söz konusu değildir. Sadece AK Parti ve ötekiler vardır. Hatta Gelecek ve DEVA partileri gibi yakın kimlikliler grup sınırlarını bulanıklaştırdığından, yani kolayca öteki kategorisine konulamadığından, bu seçmen açısından daha tehditkâr algılanmakta ve ayrıştırma etkisinin en çok etkilediği partiler de bunlar olmaktadır.
AK Parti’nin mevcut konumunu ılımlı düzeyde benimseyen seçmende ise kabul alanının genişliği farklı bir sorun oluşturmaktadır. Başta Gelecek ve DEVA partileri olmak üzere diğer olası partiler, özü itibarıyla AK Parti’den farklı algılanmamakta, aynı kategoriye özümsenmektedir. Bu partilerin varlığı, liderlik yarışı, kadrolaşma gibi bazı tali nedenlere yüklenmektedir. Sonuç olarak karşılaştırmalar AK Parti üzerinden değil de Erdoğan üzerinden yapılmaktadır. Erdoğan ile karşılaştırıldığında da çoğu isim lider olarak yeterli algılanmamaktadır. Dolayısıyla, bu seçmen de mevcut davranışsal tutumunu değiştirmeye yönelik güçlü bir güdülenme yaşamamaktadır. Ne var ki, AK Parti’den kopmalar gerçekleşirse seçmenin hazır adresinin bu partiler olacağı da olasılığı en yüksek sonuçtur ama bu konuyu başka bir yazıya ayırmak daha uygun olur.
Seçmen Ne Kadar Rasyonel ya da Rasyonel Seçmen Var mı?
Buraya kadar rasyonel olmayan, kimlik siyaseti ve romantik seçmenden bahsedildi. Bir de siyasi kimliği olmadığı gibi herhangi bir politik ideolojisi de olmayan bir seçmen tasavvuru vardır. Daha doğrusu, her nasıl oluyorsa tercihini bu etmenlere göre yapmayan seçmen tasavvuru. Fazla dallandırıp budaklandırmadan, kısaca, bu seçmenin tercihini ülkenin ekonomik gidişatına göre, yani “rasyonel” yaptığı söylenmektedir. Anlatıya göre bu seçmen ekonomik performansı iyi olduğu sürece iktidar partisini desteklemekte, bu performansın düşmesiyle birlikte en umut verici görünen “herhangi” bir muhalefet partisini desteklemektedir. Her ne kadar yüzer seçmen kavramı Türkiye’de bu seçmeni ifade etmek için kullanılsa da, yüzer seçmen kavramı aslında siyasi davranışı öngörülmesi zor olan seçmen demektir ve bunun rasyonellikle bir ilgisi yoktur. Dahası, konu avam olduğunda, ekonomik gidişat ile ilgili değerlendirmelerin kendisi de sanıldığı kadar rasyonel değildir.
Nobel ödüllü psikolog Daniel Kahneman, insanların ekonomi de dahil tüm sosyal algılarını “çoğunlukla” sistematik, parça bazlı bir akıl yürütmeyle değil, kestirme yollarla yaptıklarını söylemektedir. Bu kestirme yollar, kişinin karmaşık sorunlarla ilgili hızlı karar vermesini ve yargılar geliştirmesini sağlar. Bunların en bilindiklerinden biri “çıpa atma ve ayarlama”dır (anchoring). İnsanlar herhangi bir rakamla ilgili bir tahmin geliştirirken sıklıkla bu kestirme yolu kullanır. Önceki deneyimlerden aşina olunan bir rakam bilince çağırılır ve bu bir çıpa olarak kullanılır. Bundan sonra yapılan ise makul gözüken bir karar ortaya çıkıncaya kadar bu çıpanın biraz altında ya da üstünde gezinmektir.
Orijinal deneylerden birinde katılımcılardan Everest Tepesi’nin yüksekliğini tahmin etmeleri istenmiştir. Ancak, bunun öncesinde katılımcıların yarısına Everest’in “500” metreden, diğer yarısına da “18.000” metreden yüksek olup olmadığı sorulmuştur. Gerçekte Everest’in yüksekliği yaklaşık “8.800” metredir. Everest’in 500 metreden yüksek olup olmadığı sorulan ilk grubun sonradan ürettiği tahminler 8.800 metrenin çok altında kalırken, Everest’in 18.000 metreden yüksek olup olmadığı sorulan diğer grubun tahminleri 8.800 metrenin çok üstünde çıkmıştır. Kısaca, sorulan ilk soru bir çıpa işlevi görmüş ve katılımcılar cevaplarını bu çıpaya göre ayarlamışlardır. Bu değerleme tarzı mal ve hizmetlerin alımının ucuz mu yoksa pahalı mı olduğu algısını derinden etkiler. Örneğin, belirli bir bölgede ev almak isteyen bir kişinin karşılaştığı ilk rakam 1 milyon lira ise bundan sonra karşısına çıkacak evlerde 900.000 lira ucuz, 1,5 milyon lira pahalı algısı yaratacaktır. Burada arzların taleplerin havada uçuştuğu bir analiz yapılabilir ve bunun normal ya da doğru olduğu söylenebilir. Karar verirken kullanılan kestirme yollar zaten sıklıkla normal ve doğru sonuçlar üretir ve aksini düşünmek saçmadır.
Sürekli yanlış sonuçlar doğuran bir zihinsel stratejinin izlenmesi elbette ki işlevsel değildir. Burada vurgulanmak istenen nokta, sürecin rasyonel olmadığıdır. Meşhur Dan Ariely, ehliyet alma sürecinde doldurulan formlardaki ifadelerde yapılan basit değişikliklerin ülkelere göre organ bağışı oranlarının dramatik farklılıklar göstermesine neden olduğunu söylemektedir. “Öldükten sonra organlarınızı bağışlamak istiyorsanız, kutucuğu işaretleyin” ifadesi kullanılan ülkelerde organ bağışı oranı çok düşükken, “öldükten sonra organlarınızı bağışlamak istemiyorsanız, kutucuğu işaretleyin” ifadesi kullanılan ülkelerde bu oran yüzde 100’e yaklaşmaktadır. Yani, sadece bir kutucuğu işaretlememe eğilimi insanların ciddi kararları üzerinde etkili olabilmektedir. Komik olanı da, sosyal bilimcilerin organ bağışının İsveç’te çok yüksek iken Danimarka’da çok düşük olmasının ya da Almanya’da çok düşükken Fransa’da çok yüksek olmasının nedenlerini farklı sosyo-politik değişkenlere bağlayarak açıklama çabalarıdır.
Seçmenin iktidar performansını değerlendireceği düşünülen boyutlardan biri enflasyondur. Türkiye’deki enflasyonun son dönemde ciddi yükseliş göstermesi AK Parti aleyhindeki psikolojik atmosferin oluşmasında en önemli belirleyicilerdendir. Ne var ki, kestirme yollar perspektifi bu değerlendirmenin gelinen son noktadaki mutlak rakam üstünden yapılmayacağını söylemektedir. Örnek olarak aynı ülkenin aynı tarihte iki farklı senaryoyu oynadığını düşünelim. Birincisinde enflasyon çok uzak geçmişte, uzak geçmişte ve yakın geçmişte yaklaşık yüzde 5 ile sabit kalmış olsun. Diğerinde ise çok uzak geçmişte yüzde 5 olan enflasyon uzak geçmişte yüzde 10’a çıkmış ve yakın geçmişte yüzde 7’ye düşmüş olsun. Mutlak değer olarak birinci senaryodaki durum, ikinci senaryoya göre daha başarılı bir performansa işaret etse de, enflasyonla ilgili hükümet performansı algısının ikinci senaryoda daha olumlu çıkma ihtimali yüksektir.
“Bulunabilirlik” kestirme yolu, insanların yargıda bulunurken, akla ilk gelen (ki bu genelde son durumdur) bilgilere büyük ağırlık verdiğini söylemektedir. Yukarıdaki ilk örnekte enflasyon sabit değişken rolü oynarken, ikincide enflasyonun düşmesi söz konusudur. Dolayısıyla, hükümetle ilgili bir değerlendirme yapılacak olsa birincide nötr tutumun, ikincide ise olumlu tutumun ortaya çıkma ihtimali yüksektir. Son dönemde döviz kurlarında yaşanan gelişim buna güzel bir örnektir. Uzak geçmişte 7 lira civarında olan dolar 18 liraya kadar yükselmiştir. Sonrasında ise 13 lira civarına gerilemiştir. Bu sürecin ardından geriye kalan hâkim algı doların 7 liradan 13 liraya çıkması değil, 18 liradan 13 liraya inmesidir. Ve bu algı kendisini hemen sonrasında yapılan kamuoyu araştırmalarında hissettirmiştir.
Döviz kurlarının yükselip alçalmasını ilgili rakamlara bakarak anlamak kolaydır. Enflasyonu ise benzer şekilde TÜİK tarafından açıklanan oranlar olarak görmemek gerekir. Gerçekte, enflasyonun çoğunluğu ilgilendiren kısmı hayat pahalılığıdır. Ve bu olgunun yükselip düşmesi, sıklıkla kullanılan ürünlerin fiyatlarındaki değişime tek tek ya da yapılan ortalama bir alışverişin maliyetine toplu olarak bakarak anlaşılabilir. Yukarıda bahsedilen kestirme yollar bu durum için de geçerlidir. Alışverişe her gittiğinde daha fazla ödeme yapmak zorunda kalan birine ülkede hayat pahalılığının olmadığını kanıtlamak zordur. Bir önceki alışverişin oluşturduğu çıpa etkisi, pahalılaşmanın gerçekte olandan bile fazla algılanmasına neden olabilir. Ancak, fiyatların sabit kalması, hatta geri çekilmesi durumunda da bunun tam tersi bir sonuç ortaya çıkar. İnsanlar çıpa olarak son dönemdeki fiyatları baz alır ve pahalılaşmanın olmadığını hatta ucuzlamanın olduğunu düşünürler. Muhalif kesimler tarafından bu algının bir yanılsama olduğunu kanıtlama yönündeki propagandalar ise genelde “kendi çalıp kendi oynama” şeklindedir ve zaten iktidara oy verme eğiliminde olmayan seçmen üzerinde etkili olur. Çünkü algı bir kez tersine döndüğünde seçmen bu algıyı doğrulayan ve destekleyen bilgileri aramak ve hatırlamak sürecine girer (onaylanma yanılgısı). Kısaca, bahsi geçen propagandaya hiç maruz kalmaması bile mümkündür (propagandayı ikna edici iletişim anlamında kullanıyorum). Bunun sonucu da, iktidarın kaybettiği düşünülen seçmenin tekrar iktidar lehine dönmesidir.
İktidar açısından ise bir başka zorlu alan bulunmaktadır. Zira beklenen ve beklenmeyen enflasyonun seçmen davranışı üzerindeki etkileri aynı değildir. İktidar, son 20 yılın büyük bir kısmını, yakın Türkiye ekonomi tarihi ile mukayese edildiğinde, daha az (çoğu zaman yüzde 10 altı veya biraz üstü) ve “beklenen enflasyonlu” bir ortamda geçirdi. Ancak son 3-4 yıldır, AK Parti iktidarı döneminde ilk kez ortaya çıkan “beklenmeyen enflasyon” (bir yılda, TÜFE’nin Ocak 2021’de %14,97 iken Ocak 2022’de %48,60 olması gibi) artışları, yeni bir fenomen olarak seçmen davranışını derinden etkileme gücüne sahiptir. Zira bu artışlar, hayat pahalılığının artmasının ötesinde şoklar anlamına gelmektedir.
Sonuç olarak, “beklenmeyen enflasyonun” etkilerini bugünden hesaplamamızın imkânsızlığını bir kenara bırakırsak, gerek kimlik gerekse ideolojik nedenlerle AK Parti’ye oy veren seçmenin gelecek seçimde de AK Parti’ye oy verme ihtimali yüksektir. Bu seçmenin oranı araştırmacılık dönemi deneyimlerime göre yüzde 30 civarındadır. Bu da AK Parti’yi bu dönemde de birinci parti yapmaktadır. MHP’nin benzer kemikleşmiş seçmeni de yüzde 5 civarındadır. Buradan Cumhur İttifakı’nın oy oranının yüzde 35’in altında kalmayacağı varsayılabilir (bu rakamlar toplam seçmen üzerindendir). Seçimlere katılmanın yüzde 85’ler düzeyinde olduğu bir durumda iki partinin oluşturduğu Cumhur İttifakı’nın kemikleşmiş oy oranı yüzde 40’ı geçmektedir. Yani, önümüzdeki seçimlerin AK Parti ve Cumhur İttifakı açısından bir hezimet olma olasılığı az görülmektedir. Dahası, iktidarın performans algısını yükselterek seçim performansını da yükseltmesi olasılığı önümüzdeki bir yıl içinde mümkün görünmektedir. Kısaca, 2023 seçimleri iktidar için zor olsa da muhalefet için de çantada keklik değildir.