2023 Yılında Uluslararası Siyasete Panoramik Bir Bakış – II
Küreselleşme ve iletişim devriminin bir sonucu olarak seyahat engellerinin azalmasına ilaveten, savaşlar ve toplumsal felaketler yoluyla kitlesel hareketliliğin yoğunlaştığı bir dönemin içindeyiz. Bu gelişmeler modern toplumları daha kozmopolit hale getirdikçe, çeşitlilik karşıtı daha muhafazakâr ve reaksiyoner çevreler de oluşan zeminden beslenerek güçleniyor.
Perspektif için kaleme aldığım ilk yazıda, 2023 yılına kavramsal boyutta panoramik bir bakış çerçevesi kurmaya gayret etmiştim. Bu çerçevede dört temel unsurun bilhassa ön plana çıktığına vurgu yapmıştım ve bu dört unsurdan ikisine değinmiştim: 1) “Güç” olgusunun önlenemeyen yükselişi ve silah kullanımında artış; 2) Küresel barış umudunun ve uluslararası örgütlere güvenin aşınması. Buradaki temel tezim, uluslararası ölçekte barış ve küresel işbirliği ideali zayıflayıp güç kaybettikçe, çatışma dinamiklerinin hız kazandığı ve “güç” olgusunun kullanımına eskisinden daha fazla başvurulduğu istikametindeydi. BM, AB, İİT gibi ulus-üstü çok taraflı platformlar ekonomik refah ve istikrar üret(e)medikçe, bu idealist vizyon hızla güç kaybetmeye mahkûmdur.
Bunun sonucunda, İsrail-Filistin ihtilafında olduğu gibi, barış ve istikrar üretmeyen, doğru düzgün bir insani ateşkes ilanını dahi temin edemeyen BM Güvenlik Konseyi’nin varlığında somutlaşan hayal kırıklığı, kontrol dışı güç kullanımı ve çatışmaların tırmanmasından başkaca bir sonuç üretmeyecektir.
Bu yazıda üzerinde durmak istediğim ve 2023 yılında küresel ölçekte etkili olduğunu düşündüğüm diğer iki parametreyi ise, milliyetçilik ve aşırı sağ fikriyatın güçlenmesi ile buna bağlı olarak “öteki” olgusunun hızla genişleyip tahkim edilmesi şeklinde özetleyebilirim.
3) Milliyetçilik ve aşırı sağ eğilimlerin güçlenmesi
Bu başlığı görünce, bazı okuyucular milliyetçiliğin kendi başına kötü ve olumsuz bir şekilde sunumuna itiraz edebilirler, haksız da sayılmazlar. Ancak gelinen noktada, çeşitli ifrat ve tefrit uçlarına savrulan milliyetçilik akımlarının ülke içi ve dışında birlikte yaşama kültürünü hızla dinamitlediği ve provokatif toplumsal mühendislik projelerinde kullanışlı bir fikri/beşerî altyapı sağladığı da bir vakıa olarak önümüzde duruyor.
Bilhassa felsefi ve düşünsel düzlemde geniş ve velut bir faşizm arka planına sahip Avrupa’da, milliyetçiliğin marjinal uçlarının ve aşırı sağ akımların hızla güçlenmesi başlı başına endişe verici bir gelişme. Almanya, İngiltere, Avusturya, Fransa, Hollanda gibi Avrupa’nın öncü ülkelerinde ve birleşik ve müreffeh bir Avrupa idealinin beşiği olan toplumlarda bu akımların güçlenmekte olduğunu ve hızla anaakım siyasi alternatiflere dönüştüğünü not etmekte fayda var.
Bu noktada, dikkat çekilen eğilimlerden biri de -örneğin Macaristan’ın güçlü lideri Victor Orban örneğinde olduğu gibi- bazı milliyetçi ve “illiberal ve otoriter” siyasetçilerin, bir kıta entegrasyonu projesi olarak AB’yi işlevsizleştirme ve Polonya, Slovakya gibi komşu coğrafyalarında merkez-kaç eğilimleri harekete geçirme potansiyeli. Nitekim son seçim sonuçları bu geçişlilik ve etkileme dinamiğinin zayıf olmadığını ortaya koyuyor.
Benzer bir emsal alma ve yayılma istidadı da Rus lider Putin’i örnek alan politik yapılanmaların, Rusya’nın geleneksel etki sahasındaki post-Sovyet ve Doğu/Orta Avrupa coğrafyasında giderek artan oranda karşılık bulması. Bu noktada sadece karizmatik liderlik ve üslup olarak benzerlikten ziyade, politik-ekonomi boyutuyla ve toplumun milliyetçi/muhafazakâr değerlerle tepeden aşağı yeniden dizayn edilmesi, devlet-toplum ilişkilerinin yeniden düzenlenmesi anlamında bir tesir sahasından da bahsediyorum.
Milliyetçiliğin gelişiminde, küresel ve ulus-üstü entegrasyon projelerinin arzu edilen hedeflere ulaşmakta zorlanması ve milli yapıları aşındırmasının yarattığı reaksiyonun da önemli bir katalizör tesir icra ettiğini göz ardı etmemekte fayda var. Bilhassa, örneğin Rus milliyetçiliğinin 2000’li yıllardan itibaren Putin liderliğinde yeniden formatlanarak Rus toplumunu çepeçevre kuşatmasında, 1990’lı yıllarda ABD ve Batı tarafından aşağılanan ve ikinci sınıf devlet muamelesi gören Rus elitlerinin tepkisinin izlerini bulabilmek mümkün. Keza AB projesinin, geç dönemde bünyesine kattığı Doğu Avrupa ülkelerinde daha yavaş etkisini göstermesi de söz konusu toplumlarda oluşan ekonomik refah boşluğunun milliyetçi yönelimler için verimli bir zemin oluşturmasını beraberinde getirdi.
Benzer bir eğilimin Türkiye’de de geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Ekonomik krizler ve sosyo-ekonomik sorunlar etkisini artırdıkça, oluşan toplumsal boşluğun milliyetçi ve aşırı sağ tandanslı yapılarca doldurulmaya çalışılması gibi bir eğilimden bahsedilebilir.
4) Toplumlarda “öteki” algısının hızla sertleşmesi ve tehlikeli ölçüde genişlemesi
Küreselleşme ve iletişim devriminin bir sonucu olarak seyahat engellerinin azalmasına ilaveten, savaşlar ve toplumsal felaketler yoluyla kitlesel hareketliliğin yoğunlaştığı bir dönemin içindeyiz. Bu gelişmeler modern toplumları daha kozmopolit hale getirdikçe, çeşitlilik karşıtı daha muhafazakâr ve reaksiyoner çevreler de oluşan zeminden beslenerek güçleniyor.
Prof. Deniz Ülke Arıboğan’ın “Duvar” metaforuyla¹ ve gayet yerinde ele aldığı mevcut ulusal ve uluslararası şartlarda; devletler hem kendi içlerinde duvarlar örerek toplumsal yapılarını yeniden biçimlendirmekte hem de ülke sınırlarına örülen somut ve soyut duvarlar kanalıyla kontrol dışı hareketlilikleri sınırlama yoluna gitmektedir.
Bu noktada “öteki” olarak adlandırılan kişi, grup ve fikirlerin hızla hedef tahtasına oturtulduğu bir vasatla karşı karşıyayız. Toplumlar, dışarıdan gelen göçmen, sığınmacı, mülteci vb. grupları (bilhassa dini ve etnik farklılıklar barizse) hızla ötekileştirmekte ve bunu hayatın her alanında hissettirerek kendi içinde psikolojik bariyerler ve duvarlar inşa etmekte. Afrika, Suriye, Afganistan, Irak gibi savaş coğrafyalarından Avrupa’ya akan göçmen/sığınmacı dalgalarının daha da somutlaştırdığı bu olgu, yakın gelecekte daha büyük bir sorun olarak Türk toplumunun da Avrupa halklarının da karşısına dikilme ve çözümü imkânsız bir noktaya doğru gitme potansiyeli taşımakta.
Bu başlık altında işlenmesi gereken bir başka nokta da toplumların kendi içlerinde muhafazakârlaşma eğilimlerinin artması, bazı toplumlarda dindarlaşma trendiyle iç içe giren bu olgunun “öteki” yaratma eğilimlerini daha aktif olarak toplumsal hayatın içine taşıması olarak karşımıza çıkıyor.
***
Netice itibarıyla bu iki yazıda geçtiğimiz yıl daha yoğun olarak modern devletlerin ve uluslararası toplumun karşısına çıkan kimlik ve güç olgularına vurguyla, dört genel eğilimi ele alarak bunlar üzerinden bir genel trendler okuması yapmayı öneriyorum. Her biri tehlikeli sosyo-politik riskler barındıran bu eğilimlerin yönetilmesi, çatışmaların azaltılabileceği bir ulusal ve uluslararası çerçeve ortaya çıkarabilecektir. Aksi takdirde çatışma dinamiklerinin hızla güçleneceği bir uluslararası toplum, bir başka dünya savaşına yol verebilecek şartları da kendi bünyesinde taşımaktadır.
__
¹“Duvar” metaforuna dair bu önemli çalışma için bkz. Arıboğan, Deniz Ülke (2017), Duvar: Tarih Geri Dönüyor, İstanbul: İnkılap Yayınları.