2024’te Nasıl Bir Ortadoğu? – III: Arap-İsrail İhtilafı
2024 yılında ve sonrasındaki birkaç yıllık süreçte Arap-İsrail ihtilafının çözülme ihtimali son derece zayıf. 7 Ekim benzeri patlamaların daha sık görülebileceğini söylemek de kehanet sayılmamalı. ABD ve uluslararası toplumun on yıllardır süren bu adaletsiz dengeyi değiştirme yönünde harekete geçmesinin beklenmediği kısa vadede, bağımız bir Filistin kurulması oldukça zor görünüyor.
2024 yılında Ortadoğu coğrafyasının politik şekillenmesine dair gözlem ve değerlendirmelerimi kaleme almayı planladığım bu yazı serisinde, ilk olarak “Arap Baharı” coğrafyasının 2010 yılından bu yana geçirdiği dönüşümü ve halen canlılığını koruyan bazı sosyolojik fay hatlarını ele almıştım. Serinin ikinci yazısında ise bölgesel ve uluslararası aktörlerin Ortadoğu politikalarının gelişim seyrine odaklanarak, ABD, Rusya ve İran özelinde 2024 yılından beklentilerimi özetlemiştim.
Serinin ikinci yazısını şu cümleyle bitirmiştim: “Ortadoğu’daki bölgesel ve küresel dengeler açısından geçtiğimiz yıldan daha hareketli olmaya aday bir yıl var önümüzde. 2024’te bölgede yakından izlenmesi gereken saha ise Filistin ve Arap-İsrail ihtilafı olacak.” Bu yazıda Arap-İsrail ihtilafı ve bağımsız bir Filistin devletinin imkânı meselesine odaklanacağım.
Bu çerçevede üç temel parametre ve analiz düzeyinde, bu ihtilafın kısa vadede takip edebileceği seyre dair öngörülerimi paylaşmaya gayret edeceğim.
İsrail Siyaseti ve Milliyetçi/Dindar Sağın Yükselişi
İsrail iç siyaseti açısından 1977 seçimleri oldukça kritik bir dönüm noktasıydı: Zira 1948’de devletin kuruluşunda önemli rolü olan sağ örgütlerin temsilcisi konumundaki Herut Partisi (Netanyahu’nun şu an liderliğini yaptığı Likud’a dönüşecek sonradan) hiçbir zaman iktidar olmamıştı. İsrail sağı ilk kez 1977 seçimlerinde, devleti o vakte değin yönetmiş olan İşçi Partisi hükümetlerinden görevi devraldı ve sonrasında İsrail siyasetinde (milliyetçi ve dindar kanatlarıyla) sağ söylemin ağırlığı büyük oranda hissedilmeye başlandı.
İsrail siyasetinin 1977 seçimlerinden beri aşama aşama sağa kayması, Siyonizm’in dindar yorumunun önlenemez yükselişi ve siyaseti bütünüyle tesiri altına alması, Knesset seçimlerinde seçim kanununun ve düşük seçim barajıyla temsil gerçeğinin de yardımıyla bu partilerin kilit konum ifa etmesi, bölgede sürekli bir kuşatılmışlık ve yalnızlık realitesinin beslediği aşırı güvenlikleştirilmiş İsrail toplumunun endişeleri, Filistin topraklarında on yıllardır sürdürülen planlı ve inatçı işgal…
Bu kritik şartlarda İsrail, yokuş yukarı sürülen bir bisiklete benziyor; sürekli pedal çevirmek zorunda, bir an bile durma lüksü yok, aksi takdirde mevcut konumunda dahi tutunamayacak ve geriye düşecek. Bu konjonktür İsrail sağını yükselttikçe yükseltti ve Netanyahu tam da bu dalganın üzerinde sörf yapıyor. Yakın zamanda bu tablonun değişebileceğine, İsrail’de ılımlı bir hükümetin işbaşına gelebileceğine (gelse dahi agresif sağ siyasete rağmen ülkeyi yönetebileceğine) dair somut bir emare de görünmüyor.
Gerek sağ siyasetçilerin Gazze ve Batı Şeria’daki Yahudi yerleşimlerin daha da artırılması söylemi, gerekse Mescid-i Aksa’ya dair Yahudilerin dinî/ideolojik nefret söylemlerinin hızla arttığı göz önünde bulundurulduğunda, İsrail siyasetinin mevcut durumu ve kısa-orta vadedeki seyri açısından, Filistinlilerin durumunda iyileşme ihtimali son derece güç görünüyor.
Filistinliler Arasındaki Güç Mücadelesi ve Hamas Faktörü
Arap-İsrail ihtilafında on yıllardır devam eden sonuçsuz müzakere süreçleri ve uluslararası toplumun oyalama taktiklerinin Filistin halkında doğurduğu bıkkınlık ve alternatif mücadele arayışları, 1980’li yılların sonunda İslamcı bir direniş seçeneği olarak Hamas’ı doğurmuştu. Hamas zaman içinde güçlenerek, uzun yıllar boyunca Filistin davasının uluslararası toplum nezdindeki meşru temsilcisi Arafat ve el-Fetih örgütünü gölgede bırakmış ve sürpriz şekilde güçlü bir alternatif olarak belirmişti. 2005 seçimlerinde Hamas’ın elde ettiği başarı bunun açık bir göstergesiydi.
Bu sürecin sonunda Hamas, Gazze’de büyük bir tabana sahip oldu ve el-Fetih liderliğini zor kullanarak Gazze’den çıkarıp, bölgeye tek başına hâkim oldu. Bu dönemden itibaren Batı Şeria’da el-Fetih’in, Gazze’de ise Hamas’ın kontrol ettiği bir siyasi ve toplumsal iklim doğdu. İki bölge arasında kara bağlantısının da İsrail tarafından kesilmiş olması, bu ikili liderliği daha da keskinleştirdi.
Hamas ile el-Fetih arasındaki uzlaştırma girişimleri bu zamana kadar başarısız oldu, 7 Ekim olayları ve sonrasındaki sert İsrail saldırısıysa bu ikili yapıyı daha da içinden çıkılmaz hale getirdi. İsrail gibi karşı konulması zor bir askeri güç ve önlenemez işgal olgusu karşısında, Filistin toplumunun seküler ve dindar kesimlerini temsil eden bu iki yapının yan yana gelip birleşik bir cephe oluşturamaması, çözüm umutlarını azaltan faktörlerin başında geliyor. Gazze’ye yönelik saldırıların Hamas’ı zayıflatacağı tezi ise, tarihsel örneklerin de gösterdiği üzere, sosyolojiyi ıskalayan temelsiz bir hüsnükuruntu olarak önümüzde duruyor.
Uluslararası Toplum ve Bölge Ülkelerinin Tutumu
Arap-İsrail ihtilafının 1948’den günümüze izlediği seyir ve süreçteki olumlu/olumsuz dinamiklerin genel bir değerlendirmesi, BM gibi uluslararası örgütlerin bu ihtilafı çözebilecek kapasitede olmadığını ortaya koyuyor. BM’den ziyade ABD’nin ön plana çıktığı bu 75 yıllık dinamiğin yakın zamanda değişebileceğine dair somut bir emare de görünmüyor.
Dolayısıyla kısa/orta vadede de ABD’nin atacağı, atmayacağı ve atmaktan imtina edeceği adımların bu ihtilafın seyrini şekillendireceğini öngörmek mümkün. Kasım 2024’te yapılacak ABD Başkanlık seçimlerinde Demokratların kaybedip Trump’ın yeniden seçimleri kazanmasının güçlü bir olasılık olarak görüldüğü mevcut konjonktürde, ABD liderliğinin İsrail’i çözüm yönünde teşvik edeceği ve bir Filistin Devleti ihtimali istikametinde şartları zorlayacağı bir ortamın doğması son derece zayıf ihtimal.
Bu noktada, Almanya öncülüğündeki AB’nin tümüyle İsrail yanlısı tavrı göz önünde bulundurulunca, Rusya ve Çin gibi iki büyük gücün Filistin liderliğine verecekleri siyasi destek, müzakereler açısından olumlu bir zemin üretebilecektir. Ancak Gazze işgalinin doğurduğu iklimde bu ihtimalin oldukça zayıfladığını da kabul etmek gerekir.
Trump’ın -şimdilik ilk- döneminin sonunda 2020 Eylül ayında, İsrail ile Bahreyn ve BAE arasında ayrı ayrı imzalanan ve Suudi Arabistan’ın da destek verdiği İbrahim Anlaşmaları, Körfez’deki zengin Arap monarşilerinin -halkların değil- Filistin halkının beklentilerine karşılık vermekten uzak olduklarını ortaya koyuyor. Trump’ın yeniden seçilmesi halinde, bu trendin güçlenerek süreceği tahmin edilebilir.
Bu durumda İran’ın bu meseledeki tavrı, Hamas’ın direniş kapasitesi açısından da belirleyici olacak. Zira el-Fetih ve Abbas liderliğindeki Filistin idaresinin kimi çevrelerce “pasif ve teslimiyetçi” olarak nitelenen tavrı, artan İsrail işgali ve sürekli yayılan yerleşimlerin gölgesinde, Filistin içerisindeki direniş taraftarlarını güçlendirecek; bu da İran ve onun tavassutuyla Suriye’nin ve Hizbullah’ın Hamas üzerindeki etkisini daha da pekiştirecektir.
***
Bu kısa özet çerçeve üzerinden bir değerlendirme yapacak olursak; 2024 yılında ve sonrasındaki birkaç yıllık süreçte Arap-İsrail ihtilafının çözülme ihtimali son derece zayıf. 7 Ekim benzeri patlamaların daha sık görülebileceğini söylemek de kehanet sayılmamalı. ABD ve uluslararası toplumun on yıllardır süren bu adaletsiz dengeyi değiştirme yönünde harekete geçmesinin beklenmediği kısa vadede, bağımız bir Filistin devletinin -toprak bütünlüğü ve ülkesiyle beraber- kurulmasının oldukça zor göründüğünü; bu şartlarda Filistin içindeki işgal karşıtı ve direniş yanlısı cephenin daha da güçleneceğini, bunun da şiddeti artırıp yeni sorunlara yol açacağını düşünüyorum.
Peki Türk dış politikası tüm bu süreçlerin neresinde yer alıyor? Bunu da bu serinin bir sonraki yazısında ele almayı planlıyorum.