20’nci Yüzyıl Barışı Çökerken Türkiye Ne Yapacak?

Hem bölgesel hem küresel evimiz nefes almayı zorlaştırıyor ve hava değişimi yapmak için açabileceğimiz bir pencere de yok, her yer aynı durumda. Eski jeopolitik denklemler son bulmak üzereyken, yenileri kıpırdanıyor. Mesele, Türkiye’nin buna nasıl hazırlandığı.

küresel barış

Son aylarda tarihin harekete geçtiği ve buna yakından tanıklık ettiğimiz bir zaman diliminde yaşıyoruz. Francis Fukuyama uzun zaman önce tarihin sonunu ilan etmişti ancak görünen o ki tarih yeniden harekete geçti ve farklı coğrafyalarda kurulu jeopolitik dengeleri bozarak hız, derinlik ve şiddet kazanıyor. 

 

Böylesi bir anda, Mayıs ayında gerçekleşen seçim sonuçlarının yarattığı rahatlama etkisiyle Türkiye, ulusal dinamiklerin daha az konuşulduğu bir dönemden geçiyor. Ancak dış politikada küresel siyasetin ve küresel faktörlerin daha ağırlıklı olduğu ya da olacağı bir evreye girildi. Bunu kürenin her yerinde görmek mümkün, iç ve dış politikalar ile birlikte yeni iktidar konfigürasyonları da buna göre kuruluyor. Bu yazıda eski jeopolitik dengelerin nasıl çatırdadığını ve nelere yol açtığını tartışmak istiyorum. Aklımızda tek bir soruyla elbette: Türkiye ne yapacak?

 

Uzun yıllardır buzlukta bekletilen ve belki de kimseyi tatmin etmeyen bir jeopolitik equilibrium hâli -denge hâli- kısa, orta ve uzun vadeli barışı sağlıyordu. Eski jeopolitik dengenin süper güçler, bölgesel güçler ve bunların nüfuz alanlarında kurduğu karşılıklı ilişkilerle bağlı olduğunu görüyorduk. Bu denge ağları, gelişmekte olan demokrasilerin ve bölgesel güç olma potansiyeli taşıyan devletlerin manevra alanını oldukça daraltıyordu. 

 

Çağın Yeni Ruhu: Denge Bozmak

 

Ancak küresel pandeminin ticaret dengelerini ve bununla birlikte arz-talep dengesini bozması, kritik sektörlerde stratejik otonominin hayatiliğinin anlaşılması, bu jeopolitik denge hakkında uzun yıllardır devam eden inancı -ve belki de bu inancın devam etmesinde gerekli askeri ve finansal dominasyon araçlarının caydırıcılığını- sarstı. Bu sarsıntı yeni bir jeopolitik ruh meydana getirdi: Eski dengeyi bozan, yenisini kurmaya talip bir stratejik zeitgeist. Çağın yeni ruhu dengede tutmak değil denge bozmak ve dengeleri zorlamak üzerine kurulu.  

 

Ukrayna savaşının başlamasının ardından kaleme aldığım bir yazıda bu savaşın yaratıcı yıkım (creative destruction) gücünü haiz bir savaş olduğunu iddia etmiştim. Bu savaş ulusalda, bölgeselde ve küresel düzlemde kurulmuş bütün dengeleri sarstı. Adeta poker masasındaki oyuncular misali kimin blöf yaptığı bilinmeden tüm oyuncular bahsi sürekli artırdı. Daha önce üzerinde anlaşmaya varılmış denge adına o dönemde aktörler tarafından atılmayan her adım çok kısa zamanda çok hızlı şekilde farklı bölgelerde ve küresel düzlemde atıldı. İsrail’de yaşananlar birilerinin bu bölgede de mevcut zeitgeist’e uygun hareket ettiğine işaret ediyor. Denge ve barış bozucu adımların kökeninde sadece güvenlik kaygısı da yok, geleceğin piyasalarının hâkimi kim olacak, kim yönlendirecek gibi korku ve güvencesizlik hisleri de denge bozucu adımlara yönlendiriyor. 

 

Bu doğrultuda son dönemde yaşananlara kısaca bakalım. Rusya-Ukrayna savaşı ile Avrupa’nın güvenliğinin tehlikeye girmesi ve savaşın uzaması, Afrika kıtasında yaşanan darbeler ve yönetim değişiklikleri, Asya-Pasifik bölgesinin giderek gerginleşmesi, Çin-ABD rekabetinin hiç olmadığı kadar sertleşmesi ve piyasa kontrolü için atılan karşılıklı adımlar, Azerbaycan-Ermenistan arasındaki çatışma, Hamas’ın İsrail’e saldırısı, İsrail’in savaş ilan etmesi, Lübnan Hizbullah’ının da devreye girmesi, Ankara’da yıllar sonra bir terör saldırısı meydana gelmesi; hem de tüm devlet erkanının orada olacağı bir günde. Yazının büyük bir kısmını Hamas saldırısının olduğu gün yazmıştım, şimdi bunlara ek olarak İngiltere ve ABD donanmalarının en önemli öğelerinin Doğu Akdeniz’e demirlemesi ile Suriye ve İran üzerinden savaşın bölgesel nitelik kazanması ihtimali ortaya çıktı. Bunlara ek olarak, Küresel Güney ülkelerinin böylesi bir zamanda büyüme eğilimi ve arzusu, Pekin’de görevden alınan ve ortadan kaybolan isimler, Xi-Jinping’in devlette etkili isimleri ekarte etmesi, yapay zekâ ve elektrikli otomobil piyasaları etrafında dönen lityum ve piyasa savaşları…

 

Belirli bir bakışımız olmadığında dağınık olaylar örüntüsü olarak algılayacağımız ve tesadüflere dayandığını düşüneceğimiz bu olguların aynı sekansı ve eğilimleri izlediğini düşünüyorum. Mevcut denge bir kez bozulduğunda tüm aktörler kendi çıkarı doğrultusunda ya mevzileniyor ya aksiyona geçiyor ya da kuvvetli bir hazırlık yapıyor. Tüm bunlar bana bir hazırlık içerisinde olunduğunu, zamanın ve mekânın giderek sıkıştığını ve en sıkıştığı yerde bu denge ve barış bozucu adımların form değiştirme ihtimali olduğunu düşündürüyor. Bu nasıl bir form olacak? Nükleer silah opsiyonunun masada olduğu bir form mu? Aynı anda birden fazla bölgede düşük yoğunluklu ama uzun süren savaşlar mı? Formun neye dönüşeceği belli değil ama belli olan şey, ülkelerin hem kendi içindeki iktidar konfigürasyonlarında hem de çapları ölçüsünde kendi etki alanlarında hazırlanmayı hızlandırmaları. 

 

Türkiye Ne Yapacak?

 

Türkiye’nin bu çatırdamaya ve sonrasına hazır olması gerekiyor. Türkiye bu hazırlık sürecinde içeride beğenmediği sesleri kısmaktan ziyade o seslere kulak vermeli. Bu sadece belli bir grubun, belli bir görüşün, belli bir partinin, belli bir çevrenin altından kalkabileceği bir meydan okuma değil çünkü. Bölgesel bir ateşten de bahsetmiyorum -ki İsrail-İran savaş ihtimali bu ateşi harlamaktadır-; söz konusu olan ulusal, bölgesel ve küresel dinamiklerin iç içe geçtiği ve yıkım gücü yüksek olan bir fenomen. 

 

Böylesi bir dönemde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Dışişleri koltuğunu Hakan Fidan gibi deneyimli, hem ulusal hem de küresel dinamikleri bilen bir isme vermesi bu adımın bana sadece iç politik dengelerle açıklanamayacağını düşündürüyor. Dahası Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Bakanlar Kurulu’nda ve AK Parti MYK’sında yaptığı değişimleri ve seçim sonrası mesajları Türkiye’nin iç hazırlığına bağlıyorum. Çin’de Xi-Jinping’in yaptığı gibi. 

 

Türkiye’nin önünde artık sadece yerel seçimler kaldı. Kamuoyu bu seçimlere muhalefetin son derece dağınık bir görüntü verdiği, dahası ana muhalefet partisinin rahatsız eden klik tartışmaları ve klik ifşaları ile gidiyor. Bu durum doğal olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son derece rahat manevra yapmasını sağlıyor. 1,5 yıl önce küresel ve ulusal dinamikleri harmanlayıp yazdığım bir yazıda, küresel şartların Türkiye’de bir iktidar değişimindense bir siyasal istikrardan yana olduğunu belirtmiştim. 

 

Bugün ise küresel şart ve dengelerin Türkiye’nin yakın geleceğinde Türkiye’nin iç sorunlarından daha belirleyici olacağı tezini ileri sürmek istiyorum. Ülkeler yaklaşmakta olan fırtınaya hazırlanıyor ve iktidarda bulunan hükümetler görevlerine devam ederek kendilerini burada sağlama almak istiyorlar. Türkiye bu dönemi siyasi tercihini yaparak atlattı. Ancak herkes için durum aynı değil. Söz gelimi Birleşik Devletler’de gerçekleşecek başkanlık seçimi adeta şimdiden başlamış durumda. Devlet içi bir elitler mücadelesi var gibi görünüyor. Bu sadece Demokratlar-Cumhuriyetçiler üzerinden okunabilecek bir unsur değil. Birleşik Devletler’de ordu, Savunma Bakanlığı ve dışişlerine hâkim olan kadrolar içinde Birleşik Devletler ve onun küredeki yeri, bu yeri nasıl tutabileceği konusunda bir çatışma olduğunu düşünüyorum. Doğal olarak bütün kurumlara yansıyan bu güç mücadelesi Biden yönetimini boşa düşürebiliyor. Ama İsrail’in savaşı tüm devleti elitler düzeyinde birleştirmişe benziyor, İsrail’in güvenliği artık esas öğe. 

 

Avrupa’nın Güvenliği ve ABD

 

Birkaç hafta önce İspanya’da yapılan Avrupa Birliği (AB) Dışişleri Bakanları toplantısında AB Komisyonu Başkan Yardımcısı Joseph Borrell, ABD’nin uzun erimde izolasyonist bir hatta girme ihtimalini AB için çok tehlikeli bulduğunu söylüyordu. Bu, Ukrayna Devlet Başkanı Zelenski tarafından da endişeyle karşılanan bir durum. Kimse kısa ve orta vadeden şüphelenmiyor ama uzun vadede ABD’siz bir ihtimal Avrupa güvenliğini düşünenleri boşa düşürüyor. 

 

Bu durum sosyo-ekonomik gücü yüksek ama askeri anlamda NATO’ya bağımlı AB’yi Rusya karşısında tehdide açık kılıyor. Tabii bu durumda Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron bir kez daha Avrupa’nın ABD’ye bağımlılığının azalması gerektiğinin altını çizerek, Avrupa’nın güvenliğini kendisinin sağlaması gerektiğini vurguladı. Ancak nükleer cephanesi ve gelişmiş askeri teknolojileri hariç Avrupa’nın zayıf ve caydırıcılıktan uzak askeri gücü karşısında Rusya tehlikesinin büyük olması, yine büyük bir bölgesel ve küresel risk olarak karşımızda. Bunun karşısında Almanya ve Fransa eksenindeki AB yönetimi ABD’yi uzun erimde dahi oyunda ve yanında tutmak istiyor. Avrupa ayrıca kritik sektörlerde -enerji, yapay zekâ, gıda- stratejik otonomisini artırmaya ve bağımlılığını azaltmaya çalışarak yaklaşan her ne olursa olsun -iklim krizi, başka bir küresel salgın, Rusya’nın askeri ilerlemesi- ona hazırlanıyor. Ancak ABD’nin Avrupa güvenliğini terk etmesi düşünülemez olsa da İsrail-Hamas savaşıyla birlikte önemli miktarda gücünü buraya kaydırabileceği gerçeği de göz ardı edilemez. 

 

ABD-Çin Rekabeti: Küresel Pazar Mücadelesi 

 

Tüm bunlar olurken, ABD-Çin ticaret savaşı etiketiyle etkisini düşürdüğümüz bir başka bölgesel ve küresel cephe önem arz ediyor. ABD, kendisi açısından iki düşmanına karşı aynı anda iki zaman diliminde mücadele ediyor. Biri geçmişin, diğeri geleceğin düşmanı. ABD’nin yeşil dönüşüm, yeni elektrikli araç sektörü (lityum mücadelesi) ve dahası yapay zekâ alanında Çin’le yaptığı rekabet bugünün değil ama yarının pazarlarını -küresel pazarı- ele geçirme ve bağımlılığı reddetme halinin bir sonucu. ABD, bağımlılık denkleminde etkilenen değil etkileyen olmak istiyor; bu denklemin aktif değişkeni geleceğin gücünü elinde tutacak. Güç ve nüfuz askeri güçle kuruluyor ama ticari hegemonya olmadan devam edemiyor. 

 

Çin’le ABD’nin yaşadıkları ticaret savaşı mı? Aslında iki ülkenin korumacı politikalar ve bu doğrultuda yaptıklarına bakarsak bunu bir genelgeler, yasalar savaşı olarak bile adlandırabiliriz. Daha çok elde etmek için iki tarafın da sürekli önlem aldığı bitmek bilmez bir mevzilenme savaşı bu. Ancak bu çatışmalı sürecin bölgesel anlamda askeri karşılaşmalara olanak verebilecek Asya-Pasifik yönü de bulunmakta. Geçtiğimiz yıllarda Avustralya’nın Fransa ile olan anlaşmasını bozarak ABD’den denizaltı alma sözü büyük ses getirmişti. Bu tür adımlar Çin’e ‘ensendeyiz’ mesajı veriyor. Ama asıl ensendeyiz mesajı Çin’in dibinde yer alan Tayvan üzerinden veriliyor. ABD, Tayvanlı politikacılarla giderek daha fazla temas kuruyor. Geçtiğimiz aylarda Tayvan Devlet Başkanı’nın ABD’ye yaptığı ziyaret Pekin yönetimini oldukça kızdırmıştı. Bunlar ABD’nin Rusya’ya karşı Ukrayna’ya finansal ve askeri destek stratejisi izlediğini ama Çin’e karşı da agresif bir kapsama (containment) stratejisi izlediğini gösteriyor. ABD birçok açıdan Çin’den çok üstün indikatörlere sahip ama orada bir rakip ihtimalini de kontrol etmek istiyor. Asya-Pasifik o yüzden çok gergin ve Ortadoğu’daki bölgesel savaş ihtimalleri kısmi ölçüde bu bölge için de seslendiriliyor, en azından tartışılıyor.

 

Bu karmaşa ve jeopolitik dengenin çatırdaması Afrika’da da hissediliyor. Fransa etkisi altında bulunan altı ülkede -Nijerya, Gana, Çad, Sudan, Gine, Burkina Faso- askeri darbeler gerçekleşti ve yönetimler daha milliyetçi yönetimlere geçti. İster istemez bu ülkeler Rusya ile de temas kuruyor. 

 

Türkiye’nin Güvenliği Nerede Başlıyor, Nerede Bitiyor?

 

Tabii bunlar olurken yakından izlediğimiz üzere Kafkas bölgesi de karıştı. Azerbaycan, Rus yönetiminin Ermenistan’la ters düşmesini ve Ukrayna-Rus savaşının yarattığı iklimi iyi değerlendirdi ve adımını attı. Ermenistan yönetiminin ABD ile yakınlaşması ona pahalıya mal oldu. Doğal olarak bu Türkiye-Azerbaycan aksını güçlendirdi ama küresel aktörlerin ve dinamiklerin bu güçlenmeyi durdurmak ve onu dengelemek isteyebileceğini düşünebiliriz. Fakat buna İran’ın varlığı engel olabilir, İran’ı durdurma isteği Türkiye’nin daha da güçlenmesi ihtimalini getirir mi?

 

Bu artık İsrail’in savaşı ve İsrail’in güvenliği kavramından ayrı düşünülemez. Çok açık ortadadır ki 1970’lerden bu yana Ortadoğu’da en kritik konu ve çatışma üreten alan İsrail’in güvenliği meselesidir. İsrail’de hâkim olan raison d’état devletin devamı için istikrar talep ederken buna ulaşmak için Ortadoğu’nun istikrarsızlaşması ya da istikrarsızlaştırılması önemli bir araç olarak devreye giriyor. Barış içinde bir arada yaşamayı talep eden sesler ise son derece kısık ve güçsüz, devlet aklını etkileyemiyor. Ne orada ne başka diyarda. Araplarla çevrili bir halde bulunan İsrail hükümeti radikal güvenlik anlayışından asla geri adım atmayacaktır, son yaşananlar bu devlet aklının bütün Ortadoğu’ya yayılması anlamını taşıyor. İsrail’in güvenliği, bölge ülkelerine istikrarsızlık olarak dönüyor ya da dönecektir, dahası bunun dünyanın en güçlü ülkeleri tarafından şartsız bir şekilde desteklendiğini görüyoruz. Türkiye’nin buna dikkat etmesi lazım. Peki Türkiye’nin güvenliği nerede başlıyor, nerede bitiyor? İdlib’de mi yoksa Halep’te mi, Süleymaniye’de mi? 

 

Batı ülkeleri Türkiye’de yönetimin kendisinden yana olacağını düşünüyor olmalı ama son 10 yılda yaşananlar büyük bir güven krizi yarattı, her iki taraf olumlu sinyaller verse de iki taraflı bir tiksinti olduğu da görülüyor. Böylesi bir kırılma anında, ABD’nin F-35 krizi konusunda halen adımını atmaması, görünen yumuşamanın ardında büyük bir güvensizlik olduğuna işaret ediyor.

 

Ankara’daki Terör Saldırısı

 

Tüm bunlar olurken sıra dışı bir gelişme yaşandı: Ankara’da İçişleri Bakanlığı’na yönelik terör saldırısı. Neden şimdi? Bununla ne hedeflendi? Bu jeopolitik çatırdama ile bir bağı var mı? Türkiye’nin bu saldırı neticesinde Irak ve Suriye’de gerçekleştirdiği operasyonlar bana bir boksörün kendine alan açma isteği gibi geliyor. Şöyle söyleyebiliriz: Pazar sabahı bütün bürokrasinin uyuduğu, ailesiyle kahvaltı yaptığı bir saatte bu saldırı gerçekleşseydi iç dinamiklerin daha hâkim olduğunu düşünebilirdik ama aynı gün birkaç saat sonra, bu dönem İsveç’in NATO’ya üyeliğini onaylayacağını düşündüğümüz TBMM’nin açılışı vardı, bütün devlet erkanı oradaydı. Böyle bir gündeki saldırının anlamı doğal olarak büyüyor ve saldırıyı üstlenen PKK’yı birileri açısından kullanışlı bir aparatçiğe döndürüyor. Kimin, ne çıkarı olabilir? Ama Türkiye operasyonlarla bir mesaj iletmiş oldu, bunun sadece PKK’ya olduğunu sanmıyorum, böylesi bir anda bu bir mevzilenme operasyonu. 

 

Ve bu satırları Ankara-İstanbul treninde yazarken Hamas’ın İsrail saldırısı henüz gerçekleşmişti. Dünyanın dört bir tarafından çatırdama sesleri gelirken denge bozucu rolüyle bilinen Ortadoğu’da barış görüşmelerinin olması oldukça şaşırtıyordu. Tam bu anda bu saldırı geldi. O söz konusu çatırdama en güçlü etkilerini burada gösterecek. Ukrayna-Rusya savaşı ne kadar yaratıcı yıkım gücüne sahipse, İsrail’e yapılan saldırı da bu minvaldedir ancak etkileri yönüyle paradigmatik bir politika değişikliğini dahi getirecektir. Artık İsrail-İran savaşı hiç olmadığı kadar güçlü bir ihtimal olarak önümüzde. Her şeyin masada olduğu bir andayız.

 

Daha da uzatmayayım, hem bölgesel hem küresel evimiz nefes almayı zorlaştırıyor ve hava değişimi yapmak için açabileceğimiz bir pencere de yok, her yer aynı durumda. Eski jeopolitik denklemler son bulmak üzereyken, yenileri kıpırdanıyor. Mesele, Türkiye’nin buna nasıl hazırlandığı.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.