50 Yaşın Z Raporu
Geçen 50 yılda ülkedeki, bölgedeki ve dünyadaki bazı sorunlar yenileriyle yer değiştirse bile bir bölümünün kronik bir şekilde varlığını koruduğunu görüyorum. 1980’lerde İran-Irak Savaşı’nın yerine yine hemen yanı başımızda Rusya’nın Ukrayna’yı işgal girişimi üzerinden başlayan küresel bir savaş devam ediyor. Filistin meselesi ben çocukken de gündemdeydi…
Geçen hafta miladi takvim hesabıyla 50’nci yaşımdan gün aldım. Bu yaşa erişebilmenin önemini iki yıl yaşadığım Kazakistan’da öğrenmiştim. Oradakiler bu yaşa ulaştıklarında bizdeki düğün veya hacı pilavı gibi sülalelerini, komşularını ve yakın arkadaşlarını davet ettikleri büyük bir ziyafet tertip ediyorlar. Moderniteye koşut son 150 yılda ortalama insan ömrü iki katına çıksa da bu istatistikte Afganistan ve Yemen gibi adeta savaş ve iç savaş ile özdeşleşmiş ülkelerdeki ortalama yaşam süresi neredeyse Neolitik Çağ’daki kadardır. Biyolojik ömrün uzamasına, Tarım Devrimi’nin bile sağlayamadığı kadar gıdaya erişimin kolaylaşmasından tutun da sağlık hizmetlerinde penisilinin icadından bu yana katettiğimiz yolun da etkisi var. Benzer bir ziyafete, bir başka Orta Asya ülkesi Kırgızistan’da birinci yaşını tamamlayan bebeklere düzenlenen doğum günü partilerinde şahit oldum. Modernite öncesinde yoğun çocuk ölümleri nedeniyle küresel anlamda ailelerin, nasılsa doğanların yarısı ölecek diye çok çocuk yapmasından geldiğimiz noktada çocuğa “bereket” gözüyle bakılırken, bezinden mamasına, eğitiminden yaz faaliyetlerine kadar çocuk büyük bir masraf kapısı olarak görülüyor. Elbette bu anlam değişiminde çocuk politik ekonomisindeki emek yoğun işlerin otomasyonuyla ucuz kol gücüne olan talebin hızla azalmasının da etkisi bariz.
İşin özü, karşı da olsanız eklektik de davransanız modernleşmenin yaşamı dönüştürürken anlamını da dönüştürmesinden kaçamıyorsunuz. O yüzden çocuk ölümlerinin düşmesi gibi doğurganlık hızındaki düşüş de bunun uzantısı. Kısacası, bu 50 yaşın Z raporu, bireysel bir muhasebeden ziyade en iyi bildiğim hikâye olan kendi hikâyemden hareketle vatandaşı olduğum ülke ve mukimi olduğum gezegene dair hasbelkader gözüme ilişip aklımda kalanlara ilişkin hatırlatıcı mahiyette bir kuple ışık tutmayı amaçlıyor.
Toplumsal Protestolar, Hayatın İçinden Eylemlerdi
Yaşam, diyalektik olarak, ölüm olmadan pek de anlaşılmıyor. Kısacası ölüm olmasa hayatı bu kadar önemsiyor olmayacaktık. Çocukken herkes gibi 50 yaşındaki insanlar bana çok yaşlı gelirdi ama bu biraz da kuşak meselesi olsa gerek. Zira 1980’lerde 50 yaşında öldüğünüzde “genç gitmiş” derlerdi ama 60+ yaşlardaki ölüm oldukça makul kabul edilir, hatta İslam peygamberinin vefatına atıfla hicri takvimle 63 yaşını aşanlar “haddi aştık” derlerdi. Şimdilerdeki gibi 60’lı yaşlar orta yaş kabul edilmediği için 40’lı yaşlarda emekli olmak bir EYT meselesi değil “mezarda emekliğe hayır” sloganlarının eşlik ettiği emeklilik yaşının yükseltilmesine karşı çıkılan zamanlardı. O zamanlar toplumsal protestolar olabildiğine sıradan, hatta hayatın içinden eylemlerdi. Maden işçilerine Zonguldak’tan Ankara’ya kadar “Çankaya’nın şişmanı, işçi düşmanı” diye şehirlerarası protesto yürüyüşleri nedeniyle cumhurbaşkanına hakaretten dava açılacağı ve ceza alacakları akıllara gelen son şeydi herhalde. Kuvvetle muhtemelen kendisine bu sıfatı yakıştıranlara dönemin neoliberal Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın da şimdilerdeki sosyal medya ifadesiyle “Açık söyleyeyim, biraz ağır olmakla beraber fevkalade bir slogan olmuş” diye gülümsediğini iddia edebilirim ama ispat edemem. 1990’larda siyasi parti liderlerinin ayda bir devlet televizyonundaki tartışmalarının, Siyaset Meydanı ve Plastip Şov programlarının toplumun siyasal hoşgörüsüne katkı sağladığını düşünüyorum. Tabii bu olduğunda, ülkedeki siyasetçilerin o dönemki vesayetçi tutumla en fazla Türkiye Belediye Başkanlığı için yarıştığını da atlayacak değilim.
Doğduğumuz Ev Kaderimizi Belirliyor
Ne diyorduk, ölüm olmadan yaşam kavranamaz. Benim bireysel hikâyem de böyle başladı. Rahmetli ağabeyim doğduktan sonra 24 saat içinde vefat ettiğinden, hem anne hem de baba tarafının en büyük torunu olmak bana kaldı. Doğduğumda babam Kıbrıs Harbi’nin (Kıbrıs Barış Harekâtı’nın evdeki söylenişi) ikinci çıkarmasına gidenlerden olduğundan beni ancak 10 aylık olduğumda kucağına alabilmiş. Ben ise ilk altı ayda bana müdahale eden doktorlarımın ifadesiyle “tıbbın bütün imkânları bu kadar, bundan sonrası dua” dedikleri çift taraflı zatürre ve zehirli ishal atlatmışım. Tıbbın bütün imkânları dedikleri de ambargo altındaki ülkede, 1975 yılında Konya Numune Hastanesi çocuk bölümünde ne varsa işte. Bunu hafife almak için söylemiyorum, tam tersine 1990’da Kars’ın bir köyünde doğan bir öğrencim, ölü doğduğu düşünülerek kenara konduğunu ve tenine soğuktan plaka haline gelen buz gibi çamaşırlar değdiğinde ağlamaya başlaması sayesinde hayatta kaldığını anlattığında yaşam ve ölüm arasındaki çizginin müphemliğini anladım. Zira aramızdaki 15 yıla rağmen doğduğumuz evin daha geniş coğrafya gibi kaderimizi belirlediğini bir kez daha fark ettim.
Bana ataerkil adetlere göre babamın babası olan dedemin adı verilmiş. Dedemi hafızamı ne kadar zorlarsam zorlayayım hatırlayamıyorum ama yeni konuşmaya başladığım 3 yaşımdayken vefat ettiğinde evin bahçesine onu defin öncesi yıkamak üzere kazan kurulduğunda “Annem pilav yapacak” dediğimde yastaki cemaati güldürdüğüm anlatılır. Dedemin vefatından kısa bir süre sonra “goca Konyalı” olmanın alamet-i-farikası Türbeönü’ndeki dedemden kalma ev üvey halama miras kaldığı için biz de şehrin modernleşen yüzü Zafer’deki apartman dairesine taşındık. Zafer bugün bile Konya’nın piyasa mekânlarından biri olmaya devam ettiğinden şehir merkezinde büyümek benim için oldukça avantajlıydı. Aslında sadece köyden kente göç değil şehirdeki bahçeli evlerin yerini apartmanların aldığı ya da apartmanlara taşınıldığı bir iç göçtü yaşadıklarımız.
Modernleşmenin bir başka yüzü formel eğitimin ve yükseköğretimin sınıf atlatıcısı değilse bile sınıf içi sıçrama sağladığını kavrayan ebeveynlerim, kendileri bundan mahrum kaldıkları için çocuklarını babaların o klişe repliğiyle “Ceketimi satıp sizi okuturum” ile taçlandırırlardı. Aslında okumaktan başka da şansımız yoktu, zira babamın küçük esnaflıktan proletaryalığa geçişinden dolayı ceketini satıp bizi okutması havuç ise, “Benim sizi başına geçireceğim dükkânım yok” da müphem bir sopaydı. O yüzden okulda başarılı olmak benim ve kardeşlerim için başka türlüsü düşünülemeyecek bir yaşam biçimiydi. Askerlik görevi esnasında kaybettiğimiz kardeşimiz haricinde hepimiz üniversite mezunu olurken, bugün bir kardeşim istatistik doçenti diğeri de kimya yüksek mühendisi oldu. 1992’de yükseköğretime başladığımda ülkede sadece 26 üniversite ve bir de açık öğretim fakültesi olduğu için üniversite öğrencisi olmak crème de la crème gibi bir şeydi. Nicelik, enflasyonist artışıyla sadece niteliğin değil kendinin de düşmanı olduğundan bugün üniversite mezunu olmanın işsizler ordusunda kalifiye eleman olmaktan daha fazla bir anlamı olmadığını veya istihdam edilseniz de prekarya doomsday spender olmaktan fazla bir işe yaramadığını görüyoruz.
Yukarıda bahsettiğim iç göçün başka bir versiyonunu da babamın terfi tayini nedeniyle gurbetle erken yaşta tanışarak tecrübe ettim. 13 yaşımda Eskişehir’e taşındığımızda aynı coğrafi bölge içinde değil de sanki başka bir ülkeye göçmüşüm hissine kapıldığım olmuştur yer yer. Eskişehir, o zamanlar, Konya ile kıyaslandığında altyapı bakımından oldukça gerideyken trafik kurallarına riayet ve modernleşmenin bir başka yüzü olarak kadınının kamusal alanda görünürlüğü ve ücretli istihdamda daha fazla yer alması bakımından açık ara öndeydi. O yüzden Ankara’ya üniversite için gidinceye kadar Eskişehir’in bana hayata, ülkeye ve dünyaya dair farklı bir bakış açısı kazandırdığını söylemem lazım.
Meslek seçişimde herkes gibi çocukluktan gelen etkilerin yeri büyüktür. 1980 askeri darbesi öncesinde ülkedeki güvenlik zafiyetini çocuk aklımla bile fark ediyordum. Nasıl etmeyeyim ki? O zaman Zafer, sağcılar ve solcuların kurtarılmış bölgelerinin sınırı olduğundan babamın servisten inip eve sağ salim dönmesi sanki her gün yaşanan bir bayram gibiydi. Bir de temel gıda malzemeleri için çeşitli kuyruklara girmek üzere annemin erkenden kalkıp bizi babaannemize emanet edip evden erken çıkıp gittiğini hatırlıyorum kısmen. O yüzden askeri darbe sanki bütün birikmiş güvenlik problemlerini çözmüştü ve bunun karşılığında vesayeti bırakmıştı. Öyle ki; ben 8 yaşındayken yapılan sünnet düğünümüzde üç erkek kardeşin kıyafetleri generallerin tören üniformasını andırıyordu (hadi canım, o kıyafete rağmen ben ne ara anti-militarist oldum?).
Özal’lı Yıllar
Çocukluğumdan itibaren güncel siyaseti takip etmemde ve siyaset bilimci olmamda Turgut Özal’ın büyük bir etkisi oldu. Necdet Calp ve Turgut Sunalp ile meşhur tartışma programında o zamanki adıyla Boğaziçi Köprüsü’nün tahvillerinin satışa çıkarılmasının 8 yaşımda ne anlama geldiğini kavrayamıyordum ama diğer ikisi karşısında, o kendinden emin rahatlığıyla “Satarız efendim, satarız” deyişiyle Özal’ın kazanacağını anlamıştım. O yüzden kendimi bir dönemle tanımlamam gerekirse “Özal kuşağı” demekte beis görmem. Bir de Özal’ın o meşhur kalem tutuşuyla İcraatın İçinden programları ve ağzından düşürmediği transformasyon kavramını hayatımıza kazandırmasını unutamıyorum. Öte yandan, Özal’ın neoliberal ve ihracat odaklı politikalarının işçi maaşlarını olabildiğince düşük tutması sonucunda hane halkı ekonomimiz bakımından oldukça olumsuz etkilendiğimizi sanırım söylememe gerek bile yok.
Şimdi aradan geçen 50 yılda -hadi düz hesap beş yılını çıksak- ülkedeki, bölgedeki ve dünyadaki bazı sorunlar yenileriyle yer değiştirse bile bir bölümünün kronik bir şekilde varlığını koruduğunu görüyorum. 1980’lerde İran-Irak Savaşı’nın yerine yine hemen yanı başımızda Rusya’nın Ukrayna’yı işgal girişimi üzerinden başlayan küresel bir savaş devam ediyor. Filistin meselesi ben çocukken de gündemdeydi, hatta öyle ki meşhur Kudüs mitingine ev sahipliği yapmış bir şehrin ana caddelerinden birine yakın oturmanın sonucu o gün taşınan pankartların bir bölümünün, daha okula başlamasam da en azından tabelalarda görmeye alışık olduğum alfabe ile değil duvarda asılı Mushaf’takiyle aynı olduğunu anlayabiliyordum. Benim çocukluğumda da Türkiye’nin küresel ortalaması dış ticaret ve GSMH bakımından üç aşağı beş yukarı aynıydı. Değişen bir şey yok mu? Var tabii, o zaman Avrupa’nın taze meyve üreticisiydik, şimdi dünyanın önde gelen beyaz eşya üreticilerinden ve kısmen de Avrupa’nın otomobil üssü olduk. Katma değer üretimi noktasında geri oluşumuz, ekonomik problemlerimizin ilk elden açıklayıcısı olmaya devam ediyor.
Sonuç olarak, 50 yıla dair izlenimlerimin hepsini burada tüketmeyeyim de yiyecek ekmeğimiz, içecek suyumuz varsa başka on yıllara da heybemizde paylaşacak bir şeyler kalsın. Şunun şurasında yaşarsak bir 50 yıl daha ya var ya da yok…