“6’lı Masa” Korkusu – I

İktidar mahfilleri ve destekçisi medya, Güçlendirilmiş Parlementer Sistemi tahfif çabalarının yanında, geçmiş parlamenter sistemden neler çektiğimize ilişkin argümanlar ortaya koyarak, -böylelikle mevcut sistemin iyiden iyiye çürümüş taraflarını da gözlerden kaçırdıklarını zannederek- muhalefetin aslında topluma yeni bir şey söylemediğini, eskiyi pazarladığını zihinlere kazımaya çalışmaktadır.

“6’lı Masa” Korkusu - I

15 Temmuz’un rüzgârını arkasına alarak kendisine “yerli-milli” bir meşruiyet alanı oluşturan Cumhur İttifakı, kurulduğundan bu yana, “50+1 sistemi”nin dayattığı yalın gerçekliği de milliyetçi-muhafazakâr tabanın gözünden kaçırmaya çalışmakta. Oysa bu çıplak ama gayrı meşru kılınmaya çalışılan gerçeklik, bu ittifakın karşısında olan partilerin de o “50+1”i yakalamak için birlikteliğe gitme zorunluluğudur. Meşru ve siyasetin normali olan da budur.

 

Cumhur İttifakı bugüne dek, siyasi retoriğini, propaganda araçlarını kullanarak, siyasetin normali olan meseleleri gayrı meşru kılmada kullandı. Geçmişte İttifak’ın büyük ortağına karşı kullanılan eski Türkiye taktiklerinin tümünü, (“laiklik, milli güvenlikleştirme ve dış güçler” retorikleri) muhalefet partilerinin üzerine boca etti.

 

Elindeki devlet gücüyle kendi ittifakını tek blok, meşru ve sorunsuz göstermeye çalışırken; siyasetin devlet ve kurumlarıyla birlikte yapılmasının avantajlarını kullandı. Bu güç ve simülasyon, bir yandan taban konsolidasyonunu beslerken, öte yandan “Yedi düvelle mücadele etmek zorunda kalan dünya lideri Erdoğan”a karşı girişilen siyasi atraksiyonların tümünün, pek çok badire ile mücadele etmeye gayret sarf eden devlete karşı gerçekleştirildiği duygusunu pekiştirmeyi de hedefledi.

 

Karşı blok oluşturma çabaları FETÖ, PKK, ‘Dış Güçler’ ile bağlantılı gösterilip kriminalize edilirken; siyasetin normali olan arayışlar da “düşman cephesi”, “ülkenin bekasını tehdit eden işbirlikçi güçler”, “dini değerler karşısında iflah olmaz şekilde sabıkalı yapılanmalar” olarak hedefe kondu. Diğer yandan kriminalize edilen yapıların bir kısmını (İP ve SP) yanına çekmeye çalışırken, HDP’yi de her türlü devlet ve yargı gücünü kullanarak zayıflatmaya, seçmen desteğini paralize etmeye, seçmen davranışlarını etkileme cihetine gitti.

 

Bu stratejinin rutinini sağlayan FETÖ ve terör konuları, yargı ve hukuk alanındaki sorunları ve anti-demokratikleşmeden kaynaklanan problemleri yönetmede-örtmede kullanışlı ve tabanı da ikna edici iken, referandum döneminde verilen sözlerin, çizilen hedeflerin tutturulamaması, farklı alanlarda yaşanan yönetme krizleri ve nihayetinde totalde tümünün karnesi olarak toplumun önüne serilen ekonomik krizler, palyatif propagandaların etkinliğini de zayıflattı. Mesela ekonominin güvenlikleştirilmesi ya da “doların düşmesi” üzerinden ekonominin siyasileştirilmesinin kısa vadeli ve konjonktürel olmaktan öteye gidemediği ortaya çıktı. “Dünya da kriz içinde” veya “durumları bizden daha kötü” karşı koyuşunun ömrünün çok uzun olmayacağı ve sadece ekonomiyle sınırlı olmayan krizin asıl kaynaklarının neler olduğunun daha fazla tartışma konusu edileceğinin sinyallerini de son süreçte almış olduk.

 

“Yadsıma” içeren bahanelerin halkın derdine çare olmadığı; bizdeki krizin salgınla başlamadığı; bize özel “kötü yönetim/yönetememe” gibi sorunlar başta olmak üzere, asıl kaynağın “Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemi” olduğuna dair argümanlar, anaakım medyanın da bir kısmında, halkın gözü önünde tartışılmak durumunda kaldı.

 

“Masa”, Cumhur İttifakı’nın Bir Kriz Koalisyonu Olduğunun Deşifresini Güçlendirmekte

 

“6’lı Masa”nın siyasette (daha çok iktidar mahfillerinde) yarattığı etkinin büyüklüğü, yukarıdaki tablonun iktidar cenahında günbegün oluşturduğu endişelerin saklanamaz bir hal alışıyla yakından ilgilidir. “Masa”yı tahfif ile kriminalize etme arasında gidip gelen yorumlar mefhumu muhalifinden;

 

  • İktidar koalisyonunun mahiyetini daha açık şekilde tartışılır kılacağını;
  • İktidar açısından “meşru/caiz” olanın, neden muhalefete “haram” kılındığını sorgulatacağını;
  • Mevcut habitatın ne türden bir çürük zemine dayandığının daha fazla konuşulacağı bir vasata kapı aralanacağını;
  • Gayrı meşrulaştırma söyleminin, bumerang misali dönüp kendisini vuracağını;
  • Yönetememe ve krizlere bahane olarak öne sürülen argümanların toplum önünde daha fazla tartışılır olacağını;
  • Seçimler sonrasına ilişkin akıl yürütmelerin/projeksiyonların bugünü ziyadesiyle etkileyeceğini ve sandık öncesi daha fazla tartışılır kılınacağını da ortaya koymakta.

Mesela “Masa”ya “beş benzemez” atfı yaptığınızda ve aynı anda “Masa”yı HDP ile kriminalize ettiğinizde, ister istemez şu tartışmaları kamuoyunun önüne getirmiş olmaktasınız;

 

  • Şimdilik elitist alanın tartışması olan “siyasetin normalleşmesinin meşruiyeti”ni kendi aleyhinize popülarize etmek. (Bugünün AK Parti’sinin muhalefet ettiği; temel hedeflerinden çark ettiği dünkü AK Parti olsaydı, toplumun geniş kesimlerinin ve siyasetin meşru aktörlerinin bir masa etrafında toplanmasını bizzat kendisi organize ederdi. Güçlü olmayı da, toplumsal konsensüse yaslanmak olarak yorumlardı. Bugün bunu yap(a)mıyorsa bu, Cumhur İttifakı Koalisyonunun elini kolunu bağlamasından ötürüdür.)
  • Bu sorgulama beraberinde; “Neden AK Parti ve Erdoğan’ın, memleketin içine düştüğü bu zorlu atmosferde, geçmişte yaşananları bir kenara bırakıp SP-DEVA-DP-Gelecek gibi kendisine yakın tabanları olan partileri kuşatamadığı, neden onların ‘karşı safta’ konumlanmasına yol açan beceriksizliklere son veremediği ve hepsiyle birlikte neden Cumhur İttifakı içinde birbirleriyle çelişen-çatışan, Erdoğan sonrası için şimdiden güç savaşı vermeye başlamış, bu amaçla güvenlik bürokrasisi başta olmak üzere devlet içinde konumunu sağlama almaya gayret sarf eden MHP ve bileşenleri; adı JİTEM, mafya, kara para, uyuşturucu, faili meçhullerle anılan 90’ların karanlık aktörleriyle, Perinçek gibi sicili olabildiğince kirli unsurlarla bir koalisyona gittiğinin sorgulanmasını da beraberinde getirecektir.
  • İşler daha da sarpa sardığında bu sorgulama daha da ivmelenecek ve popülarize olacaktır. Toplumsal katmanlarda ve meşru siyaset sahasında karşılığı olan, “beş benzemez” denilerek tahfif edilen üç ana damarın bir araya gelmesi mi, yoksa “devletin bekası” mottosuna sığınarak “devlet” adı altında, toplumda karşılığı olmayan, kriminal sicili kabarık gayrı meşru aktörleri ve onları, toplumun geleceğinin hilafına siyasetin koruma kollamasına alıp meşrulaştırmaya çalışan koalisyon mu? “Beş benzemez”i sorgulamaya açtığınızda, hangisinin daha benzer-benzemez olduğu, hangisinin daha meşru ve efdal olduğunu da tartışmaya açmış olmaktasınız.
  • Öte yandan bu sorgulama -yazının ilerleyen bölümlerinde muhafazakâr kesim adına değineceğimiz üzere- Erdoğan sonrasına ilişkin toplumda (daha doğrusu iktidar tabanında) endişeli bir “beka” tartışmasını da beraberinde getirecektir.
  • İktidar tarafından “meşru” kılınanın aslında siyaset dışı; “haram” kılınanın ise siyaset içi olduğu gerçeğinin açığa çıkmasına da vesile olacaktır. (Dünkü AK Parti, geçmiş HDP çizgisinin Meclis’te olmasını Kürt halkının temel haklarının vesayete rağmen çözümü noktasında önemsiyor; PKK’ya silah bıraktırmadaki muhatabı olarak da İmralı’yı görüyordu. Bugün ise iktidar, sırf güce/devlete yaslandığı için başkalarına muhataplığı haram kıldığı İmralı’yı kullanmayı meşru; muhalefetin ise, meşru siyasetin unsurlarından biri olan HDP’yi kriminalize etmemesini toplum nezdinde gayrı meşru ilan etmekte.)
  • İktidar yanlısı medya, İmralı’nın Erdoğan/Devlet gücünü pekiştirmede araç kılınmasını “normalleştirip” gözlerden kaçırırken; HDP’nin -kişilerden bağımsız- tüzel kişiliğinin kriminalize edilmesini Batasuna gibi örnekler üzerinden meşrulaştırmaya çalışmaktadır. (Üstelik ironik biçimde; “Avrupa hukuku normlarının bunu dayattığı”na dair argümanlar üzerinden muhalefeti, Batı hukuku normlarına uymamakla itham etmektedir! “Avrupa hukuku”nun bize dayatılmasına karşı olan; o hukukun ve dahi anayasanın pek çok normunun hak ihlalleri ve kayyım benzeri uygulamalar üzerinden çiğnenmesini umursamayan iktidar mahfillerinin, Türkiye’nin kendi özel şartlarını ya da daha birkaç yıl önce gerçekleştirmeyi hedeflediği Çözüm Süreci’nin nimetlerini görmezden gelmeleri bir yana, Batasuna konusunda, sonuçtan yola çıkarak İspanyol devletini peşinen haklı-meşru bulmaları da bir şark kurnazlığı içermektedir. Bu örneklere Kemalist vesayet döneminde de sıkça rastlanmaktaydı. Batı hukukunun yasakçı tutumundan örnekler işlerine geldiğinde araçsallaştırılmakta; özgürlükçü tercihler ise işlerine gelmediği için suçlanıp kriminalize edilmekteydi!)     

Özcesi; hem MHP ve diğer bileşenler AK Parti’yi kendi dar vizyonlarına hapsolmuş bir alanda siyaset yapmaya zorlayıp zaafa uğratırken; bir yandan da Erdoğan’ın paratoner rolü üstlendiği bu sistemin, birinin diğerini her fırsatta güçsüzleştirmeye çalıştığı koalisyonlarla yönetildiği de tartışmaya açılacaktır. Belki de saflaşmalar, krizler-sarmallar büyüdükçe daha da gün yüzüne çıkıp belirginleşecek, seçimler sonrasına ilişkin hesaplaşmaları da içerecek tarzda hem AK Parti içi hem de sistem içi krizler olarak belirginlik kazanacaktır.

 

İktidarın “Masa”ya Yakalandığı İklim

 

Ülke her açıdan çok sancılı bir dönemden geçmekte. Artık krizler sarmalını siyasi argümanlarla yönetmek zorlaştı. Ufukta buradan çıkış için de bir formül görünmemekte. Bundaki baş müsebbip de -ne kadar inkârı denense de- “Cumhurbaşkanlığı Sistemi”.

 

Sistemden kaynaklanan sebeplerden ötürü ekonomik, siyasal ve hepsiyle birlikte sosyal krizlere doğru yol almaktayız. Buna yönelik Cumhur İttifakı’nın bir çözümü, bir yol haritası da bulunmamakta. Tek yaptıkları, konjonktürel olarak ‘kötünün iyisi’ni siyasileştirerek halkın gözünü boyamaya çalışmak, muhalefeti kriminalize etmek, beka söylemiyle dejavu hissi yaratıp topluma korku salarak iktidarda kalmanın yollarını aramak.

 

Bunda başarılı olurlarsa kendilerini de “başarılı” addedecekler. Oysa bu politikaların topluma, siyasete ve devlete maliyeti her geçen gün artmakta. Algı politikaları da yarattıkları yıkımı engelleyememekte. (Toplum fakirleşmekte, kaynaklar eritilmekte, sistemik birikim ve kurumlar tarumar edilmekte, toplumsal fay hatları yara almakta, geçmişten bugüne yapılan iyi işlerin tümü bu kötü gidişin sermayesi kılınıp haraç mezat harcanmakta.)

 

Bu noktada mevcut iktidar, başarıları sayesinde değil, üzerinde sörf yaptığı kimlikçi ayrışmalara dayanarak, bunları kaşıyarak, toplumun sosyo-politik kültürünün gelişiminin de önüne set çekmektedir. Sarmalın sürgit devamından çıkar sağlayan böylesi bir zeminde; kim kazanırsa kazansın toplum ve siyaset kaybeder. Kazanıldığı düşünülen her “zafer” birer Pirus zaferi olur. Bu “zafer” de ancak toplumun, meselelerimizin seçim kazanmak-kaybetmek dışında daha köklü sebeplere dayandığına dair sorgulamaları yapamaması sayesinde gerçekleşecektir.

 

İnşa edilmeye çalışılan geniş ittifakın bu ezberleri bozma ihtimali bile değerlidir. Hastalığın tanısı/teşhisi ve tedaviye dair neler yapılması gerektiğinin ortak akılla üretimi de bu ittifakın gerekliliğini pekiştirmektedir.

 

Dolayısıyla, Türkiye’nin üç ana damarının memleketin kangrenleşmiş sorunlarını çözme adına bir araya gelişi başlı başına değerlidir.

 

Eski Sistem, Bugünkünün İkiz Kardeşidir

 

İktidar mahfilleri ve destekçisi medya, Yeni Şafak gazetesinin “manşet faciası”nda olduğu gibi sadece Gobbels’i kıskandıracak tarihi bel altılara imza atmakla kalmıyor, Güçlendirilmiş Parlementer Sistemi tahfif çabalarının yanında, geçmiş parlamenter sistemden neler çektiğimize ilişkin argümanlar ortaya koyarak, -böylelikle mevcut sistemin iyiden iyiye çürümüş taraflarını da gözlerden kaçırdıklarını zannederek- muhalefetin aslında topluma yeni bir şey söylemediğini, eskiyi pazarladığını zihinlere kazımaya çalışmaktadır. Daha “kurnaz” olanları da, muhalefetin eleştiri getirdiği konularda “sistemin değişmesine gerek olmadığı, mevcut başkanlık sisteminde yasal ve de facto düzeltmelere gidilerek sonuçlar alınabileceğini” ifade etmekteler. Bu “analiz” ve çabaların ne anlama geldiği ve neleri örttüğüne ilişkin tespit edebildiğimiz ana unsurlar şunlar:

 

  • Bir defa, mezkûr sistem hem kâğıt üzerinde 12 Eylül anayasasının, hem de de facto olarak vesayetçi sistemin uygulamalarının bütün açmazlarını üzerinde taşımaktaydı. Sorun, büyük ölçüde, parlamenter sistemden değil, bu statükocu, asker-sivil vesayetçi çarpık yapıdan kaynaklanmakta idi.
  • Askerin siviller ve parlamento üzerinde bariz bir baskısı söz konusu idi. Muhafazakâr-dindar siyaset güvenlikleştiriliyor, Kürtlerin kimliği inkâr ediliyor ve asimilasyonist politikalar uygulanıyordu.
  • 90’larda, siyasete iki yeni kesim damgasını vurmuştu. Biri dindar-muhafazakâr kesimleri, diğeri etnik siyaset bağlamında Kürtleri temsil eden partiler. O sistem, (vesayetçi devlet aklı) bu iki kesimi de “Milli Güvenliği Tehdit” bağlamında kodlamıştı. Siyaset ve medya askere göre vaziyet alıcı bir konumlanma içindeydi. Sivil toplum 12 Eylül anayasasının getirdiği yasakçı ve boğucu iklimde baskılanmaktaydı. Döneme ilişkin örnekleri, sanki normal bir demokrasi ve parlamenter sistem işliyormuşçasına öne sürmek; geriye dönüşün de buraya olacağına dair propagandalar yapmak toplumun hem aklı hem de hafızasıyla alay etmektir.
  • Aksine tam da Partili Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçtiğimiz; OHAL KHK’ları uygulamalarına maruz kaldığımız; 90’ların aktörleriyle yanaşık düzen bir yapının tekrar kurulmasıyla birlikte, eski vesayetçi yapının ruhu ve uygulamalarını hortlanan bir döneme geçilmiştir. Kâğıt üzerindeki iddialarını gerçekleştirememiş, kâğıt üzerinde de var olanların önemli kısmının demokratik toplum ve evrensel normlar açısından sorunlu olduğu; de facto olarak Anayasayı tadil etmiş, Kuvvetler Birliği’ni geri getirmiş, fren-denge mekanizmaları ve denetim sistemi işlemeyen, Latin Amerika ya da Asyatik modellerden hallice bir otoriterleşmeyi serdetmiş bir sistemden söz etmekteyiz. Eğer burada bir benzetme yapılacaksa, Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem arayışı 2000’lerin AK Parti dönemi, 2010 Referandumu sonrası ülkeyi daha iyiye götürme gayreti ya da 15 Temmuz sonrası inşa edilmesinden çark edilen, fırsatı tepilen bir anayasal parlamenter model arayışı, hatta bundan da ileri bir seviyeye yönelim çabası olarak nitelenebilir.
  • Geçmiş parlamenter sistemle ilgili ‘bürokratik vesayet’ten söz edenler, bugün güvenlik ve yargı bürokrasisi üzerinde ne tür bir bürokratik vesayet kurulduğunu görmemekte midirler?

 

  • “Engellerin ortadan kalkması”ndan bahsedenler, “Hızlı Yönetişim”i motto yapanlar, iktidar mahfilleri dışında herkes için engeller ortaya konduğunu, “engelleri kaldıralım” derken kurumsal hafızanın tarumar, kurumların birikimlerinin yok edildiği, “hızlı yönetmek” adı altında sürekli maliyet üreten hatalar yapıldığını görmezden mi gelmektedirler?

 

  • Ekonomideki yap-boz sistemi; para ve maliye politikalarındaki iflas; Kuvvetler Ayrılığı’nın fiillen tamamen ortadan kalkması; Adalet-Yargı sistemindeki bozulma ve kokuşma, başta HSK olmak üzere, hakimler-savcıların talimatla hareket etmek dışında seçeneklerinin olmaması, coğrafi teminattan yoksun kalmaları; Meclis’in denetim yetkisini fiilen yitirmesi, yasamanın büyük yaralar alması; milletvekilliğinin hiçbir özgül ağırlığının kalmaması (Oysa Başkanlık sistemiyle birlikte Güçlerin Keskin Ayrılığına binaen Meclis’in de yasama, denetim ve bütçe konusunda etkili olacağı, yürütmeden tamamen bağımsız bir yetki alanına sahip olacağı iddiası vardı); bütçe yapmak gibi kutsal bir yetkinin fiiliyatta tamamen yürütmenin eline geçmesi; Varlık Fonu gibi yapıların hem bütçeden hem de denetimden azade kılınması; Merkez Bankası’nın bağımsızlığını tamamen yitirmesi (ki yeni sistemde buna yönelik yürütmeyi değil, Meclis’i yetkilendiren düzenleme teklifi bulunmakta); FETÖ Borsası gibi şaibeli işlerin sorgulanamaması; ucu iktidara dokunan hiçbir konunun savcıların/yargının gündemine girememesi; şeffaflığın her alanda izale edilmesi; nepotizm ve hukuk devletinin fiilen askıya alındığına dair bolca örnek. (OHAL dönemi alınan kararların Anayasanın hilafına yürürlükten kalkmaması; KHK mağduriyetlerinin, hak ihlallerinin evrensel normları çiğner şekle bürünmesi; alt mahkemelerin üst yargının kararlarını tanımadığını ifade edilebilmesi; kurumların içinin boşaltılması bir yana, AYM gibi kurumların kapatılması gerektiğine ilişkin uluorta çağrılar; yasa yapmanın hem kâğıt üzerinde hem de oluşan boşluklardan ötürü de facto olarak KHK’larla tek kişiye devri.)

 

  • Eğer deniyorsa ki -ki deniyor- “Bunların bir kısmı eski sistemde de vardı”; işte itirazcılar da tam bunu diyor: Bu sistem eski Türkiye’deki “sözde parlamenter, eski vesayetçi sistemin tahkimcisidir; ikisinden de beri olalım.” Parlamentarizmi hem anayasal hem de facto olarak çiğneyenlerden, siyaset üstü güçlerin ya da sandık meşruiyetini kullanarak, evrensel normların hilafına toplum üzerinde vesayet oluşturanlardan kurtulmaktan söz ediyorlar.

Motto şu: Ne eski parlamenter sistem ne de bugünkü, teoride de fiiliyatta da iflas etmiş ve ülkeyi uçuruma götüren sistem! Çünkü bunlar ikiz kardeşlerden farksız.

 

  • Ruhları birdir: Vesayetçilik, temel hakların çiğnenmesi, kimlik farklılaşmaları üzerinden konsolidasyon ortak karakterleridir.
  • Kutuplaşma açısından bakılırsa doğrudur ki, demokratik toplumun düşmanı kutuplaşma bu iktidar ile başlamamıştır. O eski sistemin aktörleri de, 28 Şubatlarda da örneği görüldüğü üzere kutuplaşmayı psikolojik harekat metodu olarak kullanmıştır. Bugün de öyledir.

 

  • Kamu bankaları üzerindeki baskı ve yandaşlara verilen imkânlar eski sistemde de vardı, şimdi de var.

 

  • İşkence, adam kaçırma, uzun tutukluluk, hak ihlalleri eski sistemde de vardı, şimdi de kaim.

 

  • Modern sistemlerde “seçilmişlik” tek kriter değildir artık. İnsan onuruna ve temel haklara saygı, yani hukuk devleti normları, “çoğulculuğa saygı” gibi pek çok madde, sistemlerin meşruiyetiyle alakalı daha güçlü ve tamamlayıcı normlardır. (Nitekim pek çok konudaki karnemizi de belirleyen şey bu umdelerdir. Bunlar sayesinde uluslararası saygınlık ve ekonomik açıdan öngörülebilirlik ve yatırım yapılabilirlik notumuz ölçülmektedir. Dolayısıyla, notlarımız 2000-2010’lu yılların değil, 70’ler ve 90’ların seviyesine inmiştir. Yani eski sistemin.)

 

  • Denetim ve şeffaflıktan ari olma eski sistemde bile bu derece fütursuz değildi. ‘Denetim Kurumları’ vardı ve işliyordu. Onları ekarte etme çabası her daim söz konusuydu ama suçtu. Şimdi ise hukuki kılıfa uydurularak denetim ve şeffaflık ortadan kaldırıldı.

 

  • Güç hangi ideolojinin, siyasal çizginin elindeyse onun borusu öter yaklaşımı, zaten eski sistemin alameti farikasıydı; güç, siyasetin değil, vesayet yapılarının elindeydi. (Yani eğer bugün Kenan Evren bu gücü kullansaydı sağcısı, solcusu, dindarı, seküleri bütün bir toplum olarak buna itiraz edecek ve sadece Kenan Evren’in iş tutuş biçimini değil, sistemi de didik didik edecektik; ettik de! 12 Eylül anayasasının bilahare pek çok maddesinin değişmesi ne ile alakalıdır? 12 Eylül sivil toplum aleyhine, cumhurbaşkanının da -sürekli askerlerden seçileceğini varsayarak- yetkilerini parlamento aleyhine güçlendiren bir sistem yaratmıştır. “Sistem önemli değil, Evren’in yerine daha demokrat birisi gelir, uygulamada aşarız” dedik mi hiçbirimiz? Nitekim aynı anayasa ve sistemden, hukukçu olması ve büyük umutlarla gelmesine rağmen Ahmet Necdet Sezer döneminde de çektik.)

 

Yazının ikinci bölümüne buradan ulaşabilirsiniz.

İLGİLİ YAZILAR

Emanet

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.