7 Ekim ve Filistin Meselesi’nin Geri Dönüşü
7 Ekim’i Gazze meselesine, insani yardım başlığına, esir takasına, İsrail ile kırılgan bir güvenlik anlaşmasına ya da geçici kararlara ve bölge ülkelerinin kazanımlarına indirgemek büyük bir hata olacaktır. 7 Ekim’den Filistinlilerin siyasal varlıklarının ne olacağına yönelik bir cevap bulunmadığı sürece kısır döngü devam edecektir. Ancak bu cevabı herkesten önce Filistinlilerin kendilerinin vermesi gerekmektedir.
7 Ekim sabahı “İsrail Savaşta” manşeti Batı medyasının ekranlarına ve sayfalarına “son dakika” gelişmesi olarak düştü. Batı ve dünyanın bir kısmı için “son dakika” gelişmesi olan bu durum, Filistinliler için asra yaklaşan işgal tecrübesine denk geliyor.
7 Ekim bu tarihsel ve siyasal bağlama oturtulduğunda, onlarca yıllık İsrail işgal süreci içerisinde dikkate değer bir yönü bulunmamaktadır. Ne 7 Ekim saldırısının yaratıcı taktikleri ne de ortaya çıkan şiddet, işgalin vahşeti veya akla ziyan uygulamalarıyla rekabet edebilir. Zaten bu mukayesenin imkânsız olduğu, İsrail’in Gazze’de iki haftadır devam eden ve tam bir katliama dönüşen saldırılarını El-Ehli Baptist Hastanesi’nde zirveye çıkarmasıyla bir kez daha ispatlandı. Arendt’in, önemli Nazi yetkililerinden Karl Adolf Eichmann’ın Kudüs’teki yargılanmasını izlerken yaptığı “kötülüğün sıradanlığı” tespiti, İsrail için ana motivasyona dönüşmüş durumda. Bu “sıradanlık” içerisinden İsrail-Filistin meselesi üzerine kurulan “ahlaki veya jeopolitik” cümlelerin de hiçbir hükmü bulunmamaktadır.
Bütün bu bağlama rağmen, 7 Ekim, 1973’ten bu yana İsrail’in Filistin işgalinde kayda değer bir kırılmaya ve belki de değişime işaret etmektedir. 7 Ekim’in askeri bir hedefi olması mümkün değildir. Zira İsrail ve Hamas arasındaki askeri güç asimetrisi izahtan varestedir. Benzer şekilde, 7 Ekim saldırısına İsrail’in vereceği kanlı cevabın boyutlarını tahmin etmeye dair de bir kafa karışıklığı olamaz. Zira bu cevabın ne olacağına dair en basit deliller, on yıllardır devam eden işgalin vahşiliği, İsrail’in tarihinin en fanatik ve ırkçı liderliğinin Tel Aviv’deki iktidarıdır. Dolayısıyla bütün bu “bilinen bilinenler”, 7 Ekim’i açıklamaya kâfi değildir.
Filistinlileri Yok Sayan “Normalleşme”
Filistinliler açısından bu eylem “bilinmeyen bilinenleri” temsil ediyor: Filistinlilerin varlığı. Zira son yıllarda işleyen süreç, Filistin Meselesi’ni hem insani hem de siyasal olarak yok saymaktan ibaretti. Filistinliler hilafına ve gıyabına, İsrail’le başlatılan “normalleşmenin” merkezinde Filistin’i ve Filistinlileri de facto yok saymak bulunuyordu. Körfez ülkelerinin İsrail’le, İsrail’in de Filistinlilerle kurduğu işgal düzeninin “normalleşmesinin” resmiyete dönüştürülmesi projesiydi. 7 Ekim, “Filistin Meselesi’ne Filistinliler olmaksızın nihai noktanın konulması” şeklindeki son dönem yanılsamasını yıkmış oldu.
“Bilinen matrislerin” ortasında, anaakım medya söylemi, 7 Ekim ile 11 Eylül arasında hızla acemi karşılaştırmalar yaptı ya da gelişmeyi sadece bir güvenlik ihmali olarak değerlendirdi. Üstelik bu mukayeseler sadece saldırının kendisine odaklanılarak, 11 Eylül sonrası Amerikan politikalarının yol açtığı felaketler de özenle paranteze alınarak yapıldı. Güvenlik ve istihbarat açığı tartışmaları ise yine Filistinlileri yok sayan, işgal altında olanların -yaratıcı- bir şekilde direneceği gerçeğini unutarak, İsrail’in “kusursuzluğunun” altını dolaylı bir şekilde çizen “istihbarat zaafı” noktasında devam etti. En şaşırtıcı olanı ise Ramallah’ı “açık hapishanelere”, Gazze’yi “toplama kampına” dönüştüren İsrail’e karşı yapılan bir eylemin, 11 Eylül’den mütevellit “sürpriz” olarak görülmesiydi.
Şunu belirtmek gerekir ki 11 Eylül, tüm beklentilere meydan okuyan, çağdaş bilim kurgu bağlamında bile akla yatkınlığın sınırlarını zorlayan bir saldırıydı. Bunun tam aksine, 7 Ekim, geçen hafta yaşanan olayların da gösterdiği gibi, son yarım yüzyılda benzer deneyimleri defalarca yaşamış bir halk olan Filistinlilerin tecrübesinin İsrailliler tarafından bir günlüğüne yaşanmasıydı. 7 Ekim’in beklenmedik bir saldırı olduğuna dair yaklaşım, özünde Filistinlilerin İsrail’le aralarındaki devasa güç asimetrisine, Tel Aviv’in küresel düzeyde gördüğü akıl almaz desteğe, milyonlarca Filistinlinin topraklarından sürülmüş olmalarına ve Arap yönetimleri tarafından defalarca ortada bırakılmalarına, Filistin’in elinde kalan son siyasi ve toprak bütünlüğünü de Oslo sonrasında tamamen kaybetmesine, son 30 yılda işgalin tam teşekküllü fanatik bir Apartheid yönetimine dönmüş olmasına rağmen hâlâ “var olmaya devam etme iddiasına ve teslim olmamasına” şaşırmaktadır. Esasen, 7 Ekim’i, hiçbir motivasyon, destek ya da organizasyon İsrail işgalinden daha etkili bir şekilde hazırlayamazdı.
İsrail’in işgal politikalarının ötesinde çok daha vahim bir mesele, Tel Aviv’in mevcut statükoyu değiştirebilecek herhangi bir bağlamda Filistinlilerin varlığını tereddütsüz bir şekilde inkâr etmesidir. Amerikan, Avrupalı ve İsrail siyasi çevrelerinde, çözümsüzlüğe bahane olarak, Filistinlilerin, özellikle de Hamas’ın, “İsrail’in varlığını reddettiğini” dillendirmek yaygın bir klişe haline gelmiştir. İsrail’in “varlığını”, İsrail vatandaşlarıyla mukayese edilmeyecek kadar her dakika iliklerine kadar hissederek işgal altındaki topraklarda yaşayanlar için bu, esasen sözlü bir direniş aracı olan retorikten başka bir şey değildir. Ancak İsrail için “Filistinlilerin inkârı”, elbette retorikle sınırlı değildir. Filistinlileri yok saymak, Apartheid rejimi için günlük bir inkâr ritüeli, belli bir düzeyde mesihçi bir özlemi ve fiilen her anlamda eksiksiz bir yok saymayı ifade etmektedir. İsrail, Filistinlilerin varlığıyla uzlaşana ve onlara gerekli siyasal tanınmayı sağlayana kadar, süregelen krize siyasi bir çözüm bulunamayacaktır. Burada Filistin devletinden veya bir siyasi çözümden önce bizatihi Filistinlilerin varlığını kabul etme krizinden bahsediyoruz. Özellikle şu anki İsrail hükümeti, ırkçılık tarihinin müstesna bir örneği olarak, Filistin Meselesi’ni bırakın konuşmayı, asgari düzeyde Filistinlilerin varlığıyla sorun yaşayan bir yönetimdir.
Sonuçta bugün Yahudiler de Filistinliler de nasıl bir tahayyül veya maksimalist beklentiler içerisinde olurlarsa olsunlar, işgalin ürettiği kimlikleri ve aklı üzerlerinde taşıyorlar. Filistinlilerin işgali sona erdirme umudu azaldıkça sadece “var olma” hedefine, İsrail’in ise demografik krizi eşliğinde etnokratik radikal bir Apartheid devleti halini derinleştirmeye mahkûm olduğu bir süreç yaşanıyor.
Varoluş Politikasına Dönüşen İşgal
İsrail, Filistin’in devletine kavuşması bir yana “var olma” haklarını bile inkâr eden politikalarıyla bugün kendisinin de içinden çıkamayacağı varoluşsal krizi yıllar içerisinde inşa etti. İsrail, işgalini bitirecek hiçbir vizyona sahip değil. Aksine tam bir mesiyanik maksimalizm içerisine her geçen gün biraz daha işgali bizatihi kendi varoluş politikasına dönüştürüyor. İki devletli bir çözüme yanaşmıyor. Tek devletli bir çözümü tahayyül bile edemiyor. İşgalci bir gücün uluslararası hukukta tarif edilmiş asgari sorumluluklarını bile üslenmiyor. Etrafındaki yüzlerce milyonluk Arap ve Müslüman nüfus bir yana, İsrail’in bir gün olmayacağını farz ettiği Filistinlilerin Ortadoğu’daki nüfusu İsrail’in nüfusundan fazla. İsrail’de ve işgal altında olanlarıyla başa baş, son 70 yıldır bölge ülkelerine sürülen Filistinlilerde eklenirse neredeyse yarı yarıya olan Yahudi nüfusuna rağmen Filistinlilerin buharlaşmasını bekliyor. Bu ütopyayı elbette bütün İsrailliler paylaşmıyorlar.
Ancak vahşi bir kolonizasyonu daha fazla kan akıtmadan siyasal bir çözümle bitirmenin iki yolu bulunuyor. Birincisi iki devletli çözüm. İkincisi adil bir temsilin sağlandığı tek devletli çözüm. İsrail her iki çözümün de imkânsız olabilmesi için “inkâr” ekseninde fanatik bir şekilde işgal politikasını sürdürüyor. Bu politikanın ana hedefi Filistin’in İsrail için siyasal; dünya ve bölge için jeopolitik bir mesele olmaktan çıkarılmasıdır. Filistin Meselesi’ni, “bazı Filistinlilerin” (6 milyona yakın) ağır İsrail askeri yönetimi altındaki belediye sorunlarına indirgeyerek sönümlenmesini ümit ediyor. Dünya için ise bir salt insani yardım meselesine dönüşmesini arzuluyor. Böylesi bir inkâr dünyası içerisinde Filistinlilerin payına, Nazilerin Yahudilere yönelik “untermenschen” (alt-insan) nitelemesinin İsrail Savunma Bakanı’nın dilinde “hayvan-insanlar”a dönüşmesi düşüyor. Tam da bu rahatlıkla, bir konsantrasyon kampında tuttuğunu düşündüğü hayvan-insanlar topluluğuna yönelik katliamları kendi dünyasında meşrulaştırabiliyor. Bu tabloya İsrail içerisinde direnen ve Batılı yaklaşıma göre açık ara çok daha demokrat “çözüm ekseni” de etnokratik yönetim karşısında bir varlık gösteremiyor. Dört yılda beş kez seçimlere gitmek zorunda kalan İsrail yönetimin iç istikrarsızlığı da işgalin derinleşmesine zemin hazırlıyor.
Bölge Ülkelerinin Demokrasi Krizi
Artık modern dönemin en uzun işgaline dönüşmüş olan Filistin’in kolonizasyonunu sürdürülebilir kılan sebeplerden birincisi yukarıda tarif ettiğimiz işgal teolojisiyse, ikincisi Amerika ve Avrupa’nın koşulsuz İsrail desteğidir. Bu iki ana unsurun yanında, Filistinlilerin ve bölge ülkelerinin krizi belirleyici olmakla beraber ikincil unsurlara dönüştüğü düşünülebilir. Ancak her şeye rağmen Filistinlilerin ve bölge ülkelerinin demokrasi krizi, bugün Filistin’in geldiği noktada en belirleyici unsurlardan sayılmalıdır. Seçilmemiş Filistin yönetiminin ulusal temsil kabiliyetini kaybederek tamamen anlamsızlaşması ve İsrail adına işgal yönetiminin günlük idari taşeronu haline gelmesi, Hamas’ın içinden çıkamadığı siyasallaşma ve ulusallaşma krizleri, bölge ülkelerinin yıllarca Filistin’i popülist bir kaldıraç olarak kullandıktan sonra bir yük olarak görmeleri ve Arap Baharı’nın değişim arzusunun bastırılmasıyla bölgeye çöken ağır siyasal bunalım havası, önümüzdeki dönem için yeterince karamsar bir tablo sunuyor.
Arap devletlerinin ve Müslüman dünyanın kendi demokratik dönüşümünde mesafe almadan Filistin Meselesi’nde taktiksel, insani ve bazı ülkelerin sonuçta İsrail gücü karşısında bir anlamı olmayan askeri desteklerinin cari tabloyu değiştirmesi imkân dahilinde değildir. İsrail açısından en tehlikeli gelişme bölgede demokratik dalganın güçlenmesidir. Zira bir Apartheid rejimi için demokrasi hem iç hem de dış tehdittir. Arap Baharı sırasında hem Tel Aviv’in hem de Batı’nın yaşadığı paniğin arkasındaki önemli sebeplerin başında “demokrasi korkusu” gelmekteydi. Filistinli aktörlerin de gelinen aşamada kendi içlerinde demokratik bir açılım yapmadıkları sürece İsrail karşısında taktiksel mücadele kıskacından çıkmaları mümkün görünmemektedir.
Mevcut manzaranın kasvetli ve ümit kırıcı olduğu inkâr edilemez. Yine de bu karamsar havanın hâkim olduğu bir ortamda 7 Ekim, hem Filistinlilerin çıkmazında hem de bölgesel jeopolitikte önemli bir dönüm noktası ve bölgesel çarpık düzen için bir sıfırlanma anlamına gelebilir. Her şeyden önce Filistinlilerin onlarca yıldır katlandıkları zorluklar yakın gelecekte sona ermeyecek olsa da, 7 Ekim sonrasında yeni bir dönem için potansiyel oluşabilir. Varlıklarını İsrail, ABD ve bölge ülkelerini de kapsayacak şekilde tüm dünyaya gösterdiler, ancak bunun bedeli çok ağır oldu. İsrail’in de Gazze’deki trajik sivil kayıpların devam etmesini önlemek ve çözüm umutlarını yeniden canlandırmak için Filistinli grupların da yeni bir ulusal siyasi perspektife ve liderliğe şiddetle ihtiyacı vardır. Bu nedenle 7 Ekim’i Gazze meselesine, insani yardım başlığına, esir takasına, İsrail ile kırılgan bir güvenlik anlaşmasına ya da geçici kararlara ve bölge ülkelerinin kazanımlarına indirgemek büyük bir hata olacaktır. 7 Ekim’den Filistinlilerin siyasal varlıklarının ne olacağına yönelik bir cevap bulunmadığı sürece kısır döngü devam edecektir. Ancak bu cevabı herkesten önce Filistinlilerin kendilerinin vermesi gerekmektedir.
ABD ve Avrupa’nın “İsrail Sorunu”
Devam eden krize hem Washington hem de Avrupa’dan gelen tepkiler incelendiğinde, iyimser olmak için çok az neden bulunabilir. Dahası, ABD Dışişleri Bakanı Blinken’in “Burada (İsrail’de) bir Yahudi olarak bulunuyorum” şeklindeki açıklaması, Amerika’nın İsrail’e ideolojik ve askeri desteğinin ortasında, Washington’un soğukkanlılığını kaybettiğinin itirafı olarak görüldü. Aynı zamanda ABD’nin Filistin Meselesi’ne yönelik rasyonellik düzeyini de ele vermiş oldu. Washington’ın Ortadoğu politikasının büyük ölçüde İsrail merkezli olduğu düşünüldüğünde, bu durum özellikle endişe vericidir ve Washington’un küresel siyasetinin de İsrail odaklı Amerikan jeopolitiği ile uyumlu hale getirilmesi tehlikesini ortaya çıkarabilir. Amerika ve Avrupa’nın, Ortadoğu jeopolitiğinde önemli roller oynama potansiyeli, İsrail’in 7 Ekim olaylarını sadece bir misillemeye indirgeme girişiminin ötesine geçme becerilerine bağlıdır. Ancak böylesi bir rasyonelleşme ufukta görünmemektedir. Aksine Amerika ve Avrupa’nın 7 Ekim’e tepkisi tam anlamıyla soğukkanlılıktan uzak bir histeri haline dönüşmüş durumda. İsrail’in ve özellikle Netenyahu’nun politikalarına İsrail içerisinde hem geniş kesimlerden hem de elitlerden oldukça aklıselim bir şekilde yaklaşan tepkilerin neredeyse kırıntısı bile Amerikan ve Avrupalı siyasal elitler içerisinde görünmüyor. Bu durum elbette açık bir anomaliye işaret ediyor.
Genel olarak İsrail’deki demokrat çizginin oldukça uzağında, bazen de Netanyahu çizgisinin bile ilerisinde bir fanatizm gözlemlemek mümkün. 100 kişilik senatoda, 99 imzayla oylamaya açılan İsrail’e destek önergesinin karşıt oy olmaksızın 97 evetle kabul edilmesi, Amerikan siyasal sahnesinin hem geldiği hem de mahkûm olduğu durumu göstermektedir. İsrail tarihinin açık ara en ırkçı ve Siyonist kabinesinden bile Amerikan senatosunun en kıdemli isimlerinden Lindsay Graham’ın dillendirdiği gibi “din savaşındayız, hepsini dümdüz edelim” çığırtkanlıklarını duymuyorsunuz. Benzer şekilde Avrupa’da İsrail’i protesto hakkını yasaklamaya çalışma girişimlerini, aylardır İsrail hükümetini, iki haftadır da Netanyahu’yu protesto gösterilerinin engellendiğini görmüyorsunuz.
Bu durum aslında yıllardır devam etmekte olan Batı’daki İsrail sorununun geldiği son hali temsil ediyor. Avrupa derin bir ahlaki krizle; ABD ise 70 yıl önceki jeopolitik çıkarlarına denk gelen, bugünse rasyonelleştirmekte zorlandığı bir mahkûmiyet içerisinde “İsrail sorunu” yaşıyor. Edward Said’in “Amerikan Siyonizmi” diye isimlendirerek dikkat çektiği kriz, yine Said’in ifadesiyle “Amerika’nın son tabusu” olarak büyümeye devam ediyor. Bu tabu için Said, “Birçok Amerikan Siyonist’i için Filistinliler gerçek varlıklar değillerdir, terörizm ve anti-semitizmle tecessüm eden şeytanlaştırılmış hayaletlerdir” der. Bu durum Amerikan siyasal elitleri, medyası, iş dünyası hatta üniversiteleri için büyük ölçüde geçerlidir. Tam da bu sebepten dolayı bugün, Amerikan yönetiminin, neredeyse Filistinlileri tıpkı İsrail’in inkârı düzeyinde “görmeyen” haline şahitlik ediyoruz. Biden’ın, İsrail’in 500’den fazla Filistinliyi katlettiği hastane saldırısını ele alırken, “diğer takım yapmış” ifadesi, Filistinlileri insandışılaştıran ırkçı tonun yanında Washington’ın kendi bulunduğu “takımı” ilan etmesinden ibarettir. Bu durum Amerika’nın kendi iç krizi olarak belli kırılmalar yaşayacağı bir eşiğe gelmiş bulunuyor.
Bugün ABD yönetiminin, kendi jeopolitik çıkarlarını paranteze alarak, artık teolojik ve ideolojik bir bağnazlığa ulaşan fanatik İsrail desteği için önemli bir turnusol testi, 11 Eylül mukayesesidir. Biden ve diğer isimlerin, 11 Eylül sonrası izlenen politikaların ve tercihlerin, bugün çok daha açık bir şekilde görüldüğü üzere, Amerika’yı jeopolitik olarak nasıl içinden çıkamadığı bir krize soktuğunu bilmemeleri mümkün değildir. Buna rağmen, yapılan 11 Eylül mukayeselerindeki cehalet ve basiretsizlik bir yana, 7 Ekim’in 11 Eylül’le mukayese edilemeyecek bir yönü de ortaya çıkan ilk tepkilerdir. 11 Eylül sonrasında, Amerikan yönetiminin ve medyasının verdiği ilk tepkilerle, 7 Ekim’e verdikleri tepkileri mukayese edince, 11 Eylül’de ABD yönetiminin “ilk anda” daha soğukkanlı, rasyonel ve jeopolitik durduğu söylenebilir. Oysa 7 Ekim, ABD elitleri açısından oldukça panik, irrasyonel ve teolojik bir savrulmayı ortaya çıkardı. Adeta 11 Eylül Amerikalı “ahaliyi”, 7 Ekim ise Amerikalı “elitleri” vuran bir saldırıya dönüştü. Ariel Şaron, ABD’yi 11 Eylül’den üç ay sonra ziyaret etmişken, Biden 10 gün sonra kendisini İsrail’de buldu. Ardından da Avrupa’dan gelen liderlerle dini bir ritüel havasına dönüşen ziyaretler gerçekleşti. Bütün bu ziyaretler, hâlihazırda verilen sınırsız desteğin yanında, Netanyahu yönetiminin stratejisini misillemeden kör bir intikam eksenine değiştirmesine katkı sağladı.
Batı açısından içine düştükleri bu trajik halin en güzel tasviri, sömürgecilik çalışmaları üzerine duayen kabul edilen Aimé Césaire’in kitabının hemen başında ifade ettiği “Avrupa savunulamaz!” tespitidir. ABD ve Avrupa başta olmak üzere, İsrail’le ya da yaşanan sorunla ilişkilerini “savunulamaz” eksenden çıkarmayan bütün aktörler, yaşanmakta olan krizin öngöremediğimiz bir şekilde büyümesine yol açabilirler. 7 Ekim bu yönüyle Césaire’in “sömürgeciliğin bumerang etkisi” tespitinin bir kez daha yaşanmasından ibarettir. Bu etkinin bölgesel ve küresel etkilerinin de oluşması pekâlâ mümkündür.
Yeni Yahudilik
İsrail’deki etnokrat ve mesiyanik aklı aşamayan her yaklaşım Filistin Meselesi’nde çözümü erteleyerek jeopolitik riskleri büyütmektedir. İsrail, sadece 7 Ekim sonrasında değil, Oslo’dan bu yana “bir proje” ve “devlet” olma arasına sıkışmış bir dünyada Filistin Meselesi’nde bir çözüm ortağı olmanın çok uzağındadır. Bir yandan kendi iç krizi ciddi bir şekilde büyümektedir. Irkçı fundemantalizmin oldukça güçlü bir şekilde esir aldığı İsrail yönetimi ve toplumunun gerilimi artmaktadır. Bu fundemantalizm, Siyonizm içi krizleri bile taşınamaz hale getirmiştir. Dini Siyonizm damarı ile seküler Siyonizm akımları yıkıcı bir gerilim hattına girerken, aynı zamanda seküler demokrat damarlarla da doğrudan çatışma zemininde bulunmaktalar. Etnokrat bir yönetimin ötesinde tam teşekküllü bir teokrasiye dönüşme talebi sahici bir şekilde alan kazanmaktadır. Bar-Ilan Üniversitesi’nden siyaset bilimci Menachem Klein’ın tespitiyle “İsrail’in Filistinliler üzerindeki egemenliği yeni bir Yahudilik yaratmış” durumdadır. Klein’ın, “Üstünlük, baskı, güç. Yahudi halkı daha önce hiç bu kadar egemenlik ve hüküm sürmenin meczinden oluşan infilak gücüyle ünsiyet kurmamıştı” tespitiyle aktardığı “yeni bir hal” ile karşı karşıyayız. Bu, Yahudiler için yeni bir durum olmanın yanında tarih boyunca sürgün, imha ve boyunduruk muhayyilesiyle var olmuş bir topluluğun taşıyamadığı güçle, iktidarla ve “bağımsızlıkla” imtihanına denk geliyor. Yeni Yahudiliğin Beytülmidrâs’tan değil, bugünkü İsrail rejiminin elinde şekillendiğini görünce, İsrail yönetiminin rasyonelleşme sınırlarına dair gerçekçi bir tahminde bulunabiliriz. Dolayısıyla İsrail’in öngörülebilir bir gelecekte, kendi krizlerinde alacağı olumlu mesafe kadar rasyonel bir aktör olabileceği söylenebilir.
Stratejik Başarı, Taktiksel Kayıp
Bütün bu açmazların ve dinamiklerin ışığında 7 Ekim’e tekrar bakınca oldukça kasvetli bir çıkmazın içerisinde olunduğu görülebilir. Bütün bu duruma rağmen 7 Ekim, Filistin Meselesi’nde yapısal bir hale dönüşmesi zayıf bir ihtimal olan stratejik bir başarıya, taktiksel bir kayba işaret etmektedir. Hamas’ın ya da Filistinlilerin İsrail’i askeri olarak geriletmesi ve durdurmaları mümkün olmadığından taktiksel bir kayıpla yüzleşilecektir. Ancak Filistinlilerin, “unutulmuşluğun tamamen yok sayılmaya dönüşmesine ramak kalan” bir dönemde neredeyse köprüden önce son çıkışa denk gelen bu adımı, stratejik bir hamle vazifesi ifa etmiştir. Bu durumun en azından önümüzdeki yakın dönem için geçerli olduğu, Filistin Meselesi’nin jeopolitik sahneye yeniden döndüğü söylenebilir.
İsrail 7 Ekim’den binlerce Filistinliyi öldürmek pahasına taktiksel bir zaferle çıkabilir. Ancak bunu tam da son 30 yılın yatırımı olan “Filistin Meselesi’ni öldürmek” stratejisinin iflasını göze alarak yapmak zorunda kalacaktır. İsrail işgalinin derinleştiği milenyum başından bu yana Ortadoğu’da her ne kadar statüko değişmemiş gibi görünse de devlet dışı aktörlerin çatışma potansiyelleri yeni bir faza işaret etmektedir. İsrail’in ve Amerika’nın görmekte zorlandıkları, harp teknolojileri kullanımının sıradan bir şekilde sivilleşmesinin, ucuzlamasının ve arzının yanında, Suriye ve Irak’ta ortaya çıkan ve toplumsal desteği olmamasına rağmen yıllarca devletleri zorlayan yapılardan uzunca süre silahlı mücadeleyi göze alabilecek ve toplumsal desteği oldukça güçlü olan unsurlara varıncaya kadar yeni bir devlet dışı aktörler ve vekaletler savaşı döneminde olduğumuzdur. Amerika’nın Irak’ı işgali, Arap Baharı’nın kanlı bir şekilde bastırılması ve Suriye krizine bölge dışı aktörlerin müdahil olduğu 20 yıllık bir dönem, ortaya büyük bir yıkım çıkardığı kadar bir savaş enerjisi de çıkardı. İsrail intikam saplantısı bu enerjiyi tahrik etmenin sonuçlarını idrak edecek durumda değil.
Washington ve Avrupa, kısa vadede rasyonelleşmezlerse, İsrail krizi hızla son yıllarda artık zemin kazanan büyük güçler rekabetinin, deglobalizasyonun ve uluslararası sistemin çoğullaşması süreçlerinin bir parçası haline gelebilir. İsrail’e verdikleri koşulsuz ve sınırsız destekle mezkûr bulaşmanın önünü açmış bulunuyorlar. Filistin Meselesi’nin yeniden jeopolitik ajandaya girdiği bu dönemde, sancılar artık sadece Ortadoğu’da hissedilmeyecektir. Mesela daha geçtiğimiz aylarda büyük iddialarla ortaya atılan ve Çin’in Kuşak Yol Girişimi’ni baltalamayı hedefleyen Hindistan merkezli IMEC şimdiden tartışmalı bir proje haline geldi. Benzer şekilde, ABD desteğiyle Körfez’le başlayan ve Filistinlilerin hilafına gerçekleşen “İsrail’le normalleşme” süreci uzunca bir süreliğine kadük oldu. Ukrayna’nın işgal girişimiyle ABD merkezli oluşan Batı cephesi cazibesini kaybetme baskısı altında kaldı. İran’a yönelik İsrail merkezli tehdit dilinin güçlenmesi ve Washington’ın Akdeniz’e uçak gemisi gönderme ve İsrail’e destek için ayrıca 2000 aktif askeri hazır tutma girişiminin farklı güvenlik endişelerini tahrik etmemesi imkânsız. Bu adımların jeopolitik risklerin artması için yeterli olduğu aşikâr. Diğer yandan Amerikan yönetimi tam bir yıl sonra seçimlere gidiyor. Vizyoner liderlik krizinin yanında gerontokrasi sorunuyla da baş başa olan Amerikan iç siyaseti hem Demokratlar hem de Cumhuriyetçiler açısından “yetersizler ve kötüler arasında” tercihte bulunacağı bunalımlı bir dönemde.
Nasıl Bir Çözüm?
Gelinen noktada, Amerikan güvenlik ve dış politika müesses nizamı Biden yönetiminin savrulmasına dur demezse, 11 Eylül sonrası neo-con tahrikin sebep olduğu yangının bir benzerini Amerikan Siyonistlerinin çıkarmasına bir engel bulunmuyor. Washington’da bu yönde endişelerin yükseldiği görülüyor. Ancak Biden’ın oldukça zayıf liderliğinin fiktif popülist seçim endişeleriyle birleşmesi durumunda, Amerika’nın bir kez daha kendi kendine hazırladığı “tuzağa” düşmesi şaşırtıcı olmaz. İsrail merkezli güvenlik ve risk analizinde hâlâ kurumsal olarak devletlerin dahil olamayacağı (kaldı ki bu durum da değişebilir) tezi üzerinden yapılan çapraz analizler ciddi bir körleştirici etki yapmaktadır. 2003’ten beri bölgede askeri çatışma içerisinde yer alan Washington’a, 20 yıldır devletlerle değil, devlet dışı aktörlerle savaştığını ve sonuç alamadığını hatırlatmak zorunda kalmaya devam etmek yeterince trajiktir.
Filistin Meselesi’nde paydaş olan Türkiye ve bölgedeki diğer ülkelerin soruna yönelik müstakil yaklaşım ve politikalarını aşan ortak bir eylem planıyla ortaya çıkmaları birçok sebepten dolayı kolay görünmüyor. Ancak bütün sorunlara rağmen, bölgesel bir inisiyatif, geçmişte hiç olmadığı kadar -yukarıdaki küresel jeopolitik gerilim ve bunalımdan dolayı- etkili bir kaldıraç gücüne sahip olabilir. Dışişleri Bakanı Fidan’ın önerdiği garantörlüğün çerçevesi iyi çizilebilir ve çok daha önemli olan iş birliği zemini sağlıklı bir şekilde kurulabilirse önce ateşkes, ardından da siyasal bir zemin oluşturulabilir. Çünkü Filistin Meselesi ne insani yardım ne de salt güvenlik sorununa indirilerek çözümünde mesafe alınabilecek bir sorundur. Ancak Filistinlilerin siyasal varlığı ortaya çıktığında kalıcı bir çözüm konuşulabilir. Bu çözümün önemli bir başlığı da “siyasal bir kimlik” talebinde bulunan Filistinlilerin öncelikle kendilerinin kabul edilebilir bir demokratik dönüşümle siyasallaşmaya başlaması ve bunu başarmasıdır. Çözüm şimdilik ufuktaki naif bir hedef gibi durabilir. 7 Ekim’in oluşturabileceği risklerin mahiyeti gerçekten idrak edilirse, bu “naif umudun” en rasyonel tercih olacağı daha iyi anlaşılabilir.