Emeğin Sosyolojisi ve Kapitalizmin Geleceği: Marx vs. Marx

Tam otomasyonla üretim süreci “insansızlaşınca” canlı işgücü sömürüsüne dayanan artı değer ortadan mı kalkıyor? Bu durumda sermaye birikiminin kaynağı ve toplumsal sınıflar ne olacak? Marx, kapitalistlerin bu çelişkisinin farkına varmış ancak bunun varacağı sonucu nedense söylememiş. Sonradan geliştirdiği ya da kafasında var olan Devrim Teorisine “ters düşme” tehlikesinden dolayı olabilir mi? Bilemeyiz.

robot kapitalizm

Var olmak demek bir anlamda üretmek demektir. İnsanlar tarih boyunca üreterek var olmuşlar, hala daha üreterek var olmaktadırlar. Bununla kastedilen şey, bütün toplumsal üretici güçlerin -canlı üretici güç olarak insanların- belirli üretim ilişkileri temelinde (bu “kapitalist” kalıplar da olabilir) toplumsal işlevlerini yerine getirerek, yani üreterek varlıklarını sürdürmeleridir. Bunu, bir “hayatta kalma mücadelesi” olarak içgüdüsel bir şekilde daha iyi, daha rahat, daha kolay, daha “konforlu” yaşamak için geliştirirken sürekli yeni bilgiler edinerek, daha ileri tekniklere ulaşarak ve bunları üretim sürecinde kullanarak gerçekleştirirler. Bu yolda ürün(ler) elde ederler. Klasik ekonomi politiğin önemli temsilcilerinden Karl Marx’ın “Hiçbir toplum üretmek ve tüketmekten vazgeçemez” tespitini böyle anlamak gerekir. Bu bağlamda üretim tarzı (kapitalist ya da feodal) veya tipi (Fordist fabrika sistemi ya da dijitalleşmiş üretim) ne olursa olsun söz konusu olan üretici güçler ve onun gelişmesidir.

 

Üretici Güçler ve Teknik İnovasyonlar

 

Üretici güçlerin başında “bilinçli doğa” olarak insan ve onu çevreleyen doğa gelir. Ancak üretici güçlere, insanın üretim sürecinde kullandığı, insan bilgisinin maddeleşmiş hali olan, onun üretim sürecindeki “uzatılmış organları” olarak görebileceğimiz iş makineleri ve alet-edavat da dahildir. Çünkü teknolojide de bir insan emeği vardır ve bunlar da tıpkı işçiler gibi üretim sürecinde bir işleve sahiptir.

 

Neredeyse bir insan gibi çalışan ve öğrenen yapay zekâya sahip bir endüstri robotunu ele alalım: Bunlar üretimde insanı ikâme eden araç-gereçler olarak sadece bir üretim aracı mıdır yoksa aynı zamanda bir üretici güç müdür? Bu bağlamda bir endüstri robotu ile herhangi bir basit iş aletini üretim sürecinde kullanan canlı-ücretli işgücü arasında üretim açısından prensipte hiçbir fark yoktur. Yani üretmeye, üretimi geliştirmeye hizmet eden her şey son tahlilde üretici güç olarak görülmelidir. Bu tespitlerimizin kapitalizmin rekabet şartlarındaki anlamı, üretim tipinin devrime uğratılıp yenilenmesiyle sürecin toplamda rasyonelleşmesi, inovasyonla her şeyi “daha hızlı, daha ucuz ve daha kaliteli” üretip piyasalara “daha çabuk” ulaştırarak bu yarışta ayakta kalabilmesindedir.

 

Klasik ekonomi politiğin diliyle ifade edecek olursak, bu durum ilgili sektörlerde “sermayenin organik bileşiminin” artması, yani sabit sermaye yatırımlarının (üretim araçları, makineler vb.) değişken sermayeye (ücretli emek) oranla yükselmesi anlamına gelir.Bunun pratikteki anlamı, sermaye-yoğun yatırımlar yoluyla emeğin rasyonelleştirilmesi, yani başka bir deyişle daha fazla üretim aracı ve daha az işgücü kullanarak üretim sürecinin yatırımcılar ve kapitalistler açısından daha verimli (rantabl) hale getirilmesidir. 1. Endüstri devriminden beri dünyada süregiden bu süreci aşağıdaki tabloda verilen küçük örneğe indirgeyebiliriz:

 

almanya sermaye

 

Güncel literatürde “capital coefficient” olarak anılan olgunun kaba bir karşılığı sayılabilecek olan “sermayenin organik bileşiminin” artışı, günümüzde III. Sanayi Devrimi ile başlayan sürecin bir sonucudur. Bu süreçte üretimin önce bilgisayarlaştırılması, ardından dijitalleşmesi ve nihayet “Endüstri 4.0” ile birlikte üretim hatlarının neredeyse tamamen canlı işgücü olmaksızın işler hale gelmesi söz konusudur. Böyle bir durumda, sermaye birikiminin temel kaynağı olan canlı emek sömürüsü – dolayısıyla artı değer üretimi – ortadan kalkar, çünkü makineler ve robotlar artı değer yaratmaz. Bu gelişme eğilimi giderek daha geniş toplumsal alanları kapsayarak tam otomasyon olgusunu gerçekliğe dönüştürmektedir. Dolayısıyla bugün sorulması gereken temel soru kaçınılmaz biçimde şudur: “Kapitalizm, quo vadis?” ( Kapitalizm nereye gidiyor?)

 

Aslında bu soruyu Marx da yaklaşık 170 yıl önce sormuştu. Cevabına, daha doğrusu oldukça çarpıcı olan öngörüsüne geçmeden önce konuya ilişkin olarak bir-iki belirleme yapmak elzem: 

 

Marx, kapitalizmi bir “metalar toplumu” olarak gördüğü için araştırmalarına metanın tahlili ile başlar ve onun “kullanım” ve “değişim” olarak iki değerine işaret eder. Bunlar aslında birbirine uyumsuz olan şeylerdir ancak yine de birlikte olmadan var olamazlar. Bir madalyonun iki yüzü gibidirler, aralarındaki “uyumsuzluk” bir karşıtlığı ifade etse de “birlikte olmadan var olamayacakları için” uzlaşmaz bir çelişkiyi temsil etmezler. Üretilmiş olan bir şeyin insanlar için bir “kullanım değeri” vardır. Ürünler, piyasada alıcısı ya da satıcısı olduğu zaman kullanım değerinin yanında “değişim değerine” de sahip olurlar. Bununla da üretilmiş olan ürün meta haline gelir. Fernand Braudel’in deyimi ile “Ekonomi, değişim değerinin eşiğinde başlamaktadır.” Bu değerlerden birinin değişmesi halinde bunun diyalektik olarak değerin diğer yanı üzerinde, ya da en azından ikisi arasındaki ilişki üzerinde, ya da meta biçiminin kendisi üzerinde bir etkisi olması doğaldır. 

 

Bu belirlemeden sonra şimdi Marx’ın yukarıdaki soruya verdiği çarpıcı yanıta geçebiliriz: 

 

“Emek, bizzat üretim sürecinin koruyucusu ve düzenleyicisi gibi davrandığından artık üretim sürecine dahil edilmiyor gibi görünür. (Makineler için söz konusu olan şey, insan etkinliği ile insan ilişkilerinin gelişmesinin kombinasyonu konusu için de geçerlidir.) Nesne ile kendisi arasına, işlenip değiştirilmiş doğal nesneyi yerleştiren artık işçinin kendisi değildir. O, endüstriyel bir hale dönüştürdüğü doğal süreci hakim olduğu inorganik doğa ile kendisi arasında bir araç olarak sokar. İşçi, üretim sürecinin ana aktörü olmak yerine üretim sürecinin yanında yer alır. Bu dönüşümde, ne insanın kendisinin yaptığı doğrudan iş ne de çalıştığı zaman söz konusudur. Söz konusu olan onun kendi kişisel üretken gücüne egemen olması, doğa anlayışı ve toplumsal bir varlık olarak ona hakim olmasıdır. Tek kelimeyle üretimin ve zenginliğin temel taşı olarak beliren, toplumsal bireyin gelişimidir. Başkalarının çalışma zamanlarının çalınmasına dayanan şimdiki zenginlik, bizzat büyük sanayinin yarattığı bu yeni gelişmeye karşı sefil bir temel olarak görünür. Emek, doğrudan zenginliğin büyük kaynağı olmaktan çıkar çıkmaz, çalışma süresi de sona erer, ermek zorundadır. Onun ölçüsü olmaktan, ve dolayısıyla değişim değeri, kullanım değerinin ölçüsü olmaktan çıkar. Azınlığın çalışmamasının insan zihninin genel güçlerinin gelişmesinin bir koşulu olmaktan çıkması gibi, kitlelerin artı emeği de genel zenginliğin gelişmesinin bir koşulu olmaktan çıkar. Sonuç olarak, değişim değerine dayalı üretim çöker. Bireyselliğin gelişimi ve dolayısıyla artı emek yaratmak için gerekli çalışma süresinin azaltılması yerine toplumun zorunlu emeğinin minimuma indirilmesi, hepsine ayrılan zaman ve yaratılan araçlar sayesinde  bireylerin sanatsal, bilimsel vb. faaliyetlerde bulunmasına olanak sağlanır..”

 

K. Marx’ın, Kapital’in diğer ciltlerinin tersine, yayınladığı tek cilti olan birinci cildinin ön çalışması niteliğinde olan Grundrisse’de “Sabit Sermaye ve Toplumun Üretici Güçlerinin Gelişimi” başlığı altında, orijinalinin 590-609 sayfalarında yer alan bu görüşlerin, Marx ve Engels’in daha sonra esas olarak geliştirdikleri Devrim Teorisi ile taban tabana zıt olduğunu tespit edip bunu  -şimdilik- bir tarafa  koyalım! 

 

Zorunluluklar Alemi – Özgürlükler Alemi

 

Birinci olarak, bütün insan yaşamı için gerekli olan, yani kullanım değeri olan metaların üretiminin tamamen otomasyonu, Marx için de nihayetinde gerçekçi bir hedef değildir. Kapital’in III. Cildinde bunu kabul ederek, “Zorunluluklar Alemi” ile “Özgürlükler Alemi” arasında ayrım yapar:

 

 “Özgürlükler Alemi aslında, ihtiyaç ve dışsal zorunluluklar tarafından belirlenen çalışmanın sona erdiği yerde başlar; dolayısıyla, doğası gereği maddi üretim alanının ötesinde yer alır. […] Bu alandaki özgürlük yalnızca, toplumsallaşmış insanın, ortak üreticilerin, doğayla bu maddi ilişkilerini (alışverişlerini – ZA) rasyonel bir şekilde düzenlemelerinde, onun (maddi ilişkilerin – ZA) kör bir güç tarafından yönetilmesi yerine, toplumsal kontrolleri altına almaları; bunu en az enerji harcayarak ve insan doğalarına en layık ve uygun koşullar altında gerçekleştirmeleri şeklinde olabilir. Bunun ötesinde nihai amaç olan insan gücünün gelişimi, gerçek özgürlük alanı başlar, ancak bu özgürlük alanı (alemi – ZA) söz konusu  Zorunluluklar alemini temel alarak gelişebilir.”

 

Ancak geçmiş üretim tipleri ile şimdi yapay zekânın da işin içine girmesiyle, (Marx’ın deyimiyle) üretim sürecini iyice ekonomikleştiren, diğer bir deyimle ekonomize eden Endüstri 4.0 gibi üretim tipleri arasındaki en büyük fark, maddi üretim sürecinin geçmiş dönemlere göre “olağanüstü insansızlaşması”, yani neredeyse tam otomasyonu ve klasik iş bölümünü ortadan kaldırmasıyla ortaya çıkıyor. Tabii üretici güçlerin gelişmesinde ve bunun pratiğe dökülmesinde bir insan emeği olacak. Ancak aktüel gelişmeler bunun, büyük oranda (Marx’ın da belirttiği gibi) insanın kol emeğiyle değil,  insanın bir kontrol gücü olarak üretim sürecinin yanında gözlemci olarak yer alacağını gösteriyor. Bu anlamda maddi üretim sürecinin %90 ve üzeri otomasyonu şartlarında işbölümünün (geçmişle ikinci fark olarak) artık insanlar ve insan-makine ilişkileri bazında değil makinalar ya da makine-ürün arasında olacak. Marx’ ın deyimiyle metaların değişim değerine dayanan sistemin çöktüğü ve kullanım değerinin öne çıktığı bir sistemin reel kapitalizm ile ne kadar ortak yanı var? 

 

Marx, Grundrisse’yi 1857-1958 yıllarında, dar bir zamanda bitirdi. Bunun manuskriptleri tam olarak ilk defa 1939-1941 yılları itibariyle yayınlandı. Esas yayılması ve üzerine tartışılması  II. Dünya Savaşı sonrasına denk geldi. Yukarıda Marx’tan verdiğimiz uzun alıntıya ilişkin olarak yapılan tartışmalar aslında çok da yeni değil. Robert Kurz, Jeremy Rifkin,  André Gorz,  Ernst Lohoff ve de Norbert Trenkle,  Paul Mason,  Nick Srnicek ve Alex Williams gibi kişiler 20. yüzyıl sonu ve 21. yüzyılda bu konularda kafa yormuş isimlerden birkaçı.  Marx’ın ilgili pasajda öne sürdüğü görüşler, Antonio Negri’nin deyimiyle “Marx’tan ötede Marx”, ya da “Marx’tan ‘anti-Marxist’ görüşler” diyebileceğimiz, onun “Değer Teorisi”ni de sorgulayan görüşler. 

 

Şöyle ki; Marx’a göre değerin tek kaynağı insan emeğiydi. “Değer yaratan” olarak yalnızca doğrudan üretim sürecindeki işgücü kabul ediliyordu. Burada işçi, onun bir nevi “uzatılmış uzuvları” olarak işlev gören üretim araçlarıyla hammaddeyi işler, değiştirir ve bir meta olarak yaratır ve böylece bir değer ve artı değer oluştururdu. Üretilen metanın değeri, onu üretmek için sarfedilen, dolayısıyla ona aktarılan emek gücü ile ölçülürdü. Üretim araçları artık basit bir aletin ötesine geçiyor. Böylesi mekanizmalarda canlı işgücü adeta dışlanmış gibi. Çünkü üretimi işçiler değil makinalar yapıyor. İnsanların yaptığı ya da yapması gereken artık en fazla makinaların bakımı ve gözetimi. Başka bir deyişle, artık halıyı dokuyan işçi değil, halı dokuma makinesini icat eden ve çalıştıran “zihinsel işçi” gerekiyor. Ya da Marx’ın deyimiyle: ”Sabit sermayenin gelişimiyle, genel toplumsal bilgi (knowledge) doğrudan üretici güç haline geliyor.”

 

Üretim sadece makinalar tarafından yapıldığı için, Marx’a göre artı değer sadece canlı işgücü tarafından üretilebileceğinden, sömürüye, dolayısıyla değişim değerine dayalı sistem son bulur. Kendisi söylemiyor ama bu, Değer Teorisi’nin ortadan kalkmasıyla kapitalizmin sönümlenmesi, onun kendi kendini inkar etmesi anlamına gelir.  Peki yerine gelene ne denebilir? Post-kapitalizm mi? 

 

Marx’ın bu “anti-Marxist” görüşlerini sindiremeyen kimi Marksistler, Marx’ın bu eserini “dar zamanda, alelacele bitirme baskısı ile yazdığını” söyleyerek, sanki bir defaya mahsus yazdığı görüşlermiş gibi geçiştirmeye çalışıyor ancak Kapital I. Band’daki aşağıdaki tespit, bu meselenin ekonomi politiğin ustasının zihnini sadece bir kez meşgul etmediğini gösteriyor:

 

“İş makinalarının hammaddenin işlenmesine ilişkin olarak gerekli olan tüm işleri insanların herhangi bir desteği olmaksızın yapabildiği ve burada insanın sadece tamamlayıcı yardımına gereksinim duyulduğu andan itibaren, kendini detayda sürekli olarak yenileyebilen bir mekanik otomasyon sistemine sahibiz demektir.”

 

Bu, “değişim değeri sistemi”nin çökmesi, üretimin insansızlaşması aşamasına varılması, yepyeni ve dolayısıyla yeniden tarif edilmesi gereken bir iş ya da emek sosyolojisi ile karşı karşıya olduğumuz anlamına gelir.

 

Bu Devrimsel Değişim Bize Neyi Anlatıyor? 

 

Üretim tekniğinin makro ekonomilerin mikro organizmalarında, hücrelerinde, yani işletmelerde modern üretim tipleri temelinde uygulanıp yaygınlaşması sadece bir şeye, kapitalizmin ortaya çıkışından bu yana kendi üretim bazını devrimsel değişikliklerle yenilemesi, rasyonalize etmesine işaret ediyor. Bunun nedeni de daha önce vurguladığımız gibi, “her şeyi daha iyi kalitede, daha hızlı ve üretim maliyetleri açısından daha ucuza üretip, ürettiğini daha hızlı bir şekilde piyasaya ulaştırma” rekabetinde ayakta kalabilme mücadelesinden kaynaklanıyor. Burada üretim tipi ile üretim tekniklerinin birbirine uyumu, yani birbiriyle doğru orantıda, ilişkide olması emek sosyolojisinin buna göre yeniden reorganizasyonu, yeniden (değişerek) şekillenmesi “eşyanın tabiatına uygun.” (Emek sosyolojisindeki söz konusu (yapısal) değişikliklerin politik tercihlerdeki yansımaları da gelecek makalenin konusu olsun.)

 

“Gerçek ekonomi -tasarruf-, emek zamanından tasarruf etmekten ibarettir … Fakat bu tasarruf, üretici güçlerin gelişmesiyle özdeştir” diyor Marx.  Şimdi tekrar sorgulayalım: Marx’a göre kapitalist sistem emek sömürüsüne dayanmıyor muydu? Bu sömürü, yani emeğin, canlı işgücünün maddi üretim sürecinde yarattığı ama sonunda kapitalistin “el koyduğu” artı değere dayanmıyor muydu? Söz konusu artı değer aynı zamanda (kapitalist) sermaye birikiminin de kaynağı değil miydi? Peki şimdi teknik inovasyonlarla olan ne?

 

Başka bir deyimle, kapitalist rekabet savaşında ayakta kalabilmek için, canlı emeğin en rasyonel biçimde kullanılması gerekiyor. Bu ise üretim sürecinin sürekli mekanizasyonu, otomatik makina sistemine bağlanması ile mümkün. Bu durumda ne oluyor? Tam otomasyonla üretim süreci “insansızlaşınca” canlı işgücü sömürüsüne dayanan artı değer ortadan mı kalkıyor? Kalkarsa -teoriye göre- bu durumda sermaye birikiminin kaynağı ne olacak? Toplumsal sınıflar ne olacak? Ekonomi politiğin ustası, kapitalistlerin bu çelişkisinin farkına varmış ancak bunun varacağı sonucu nedense söylememiş ya da bu konuda sonuna kadar düşünmemiş. Sonradan geliştirdiği ya da kafasında var olan Devrim Teorisine “ters düşme” tehlikesinden dolayı olabilir mi? Bilemeyiz.

 

İşçi sınıfının doğuşu, tarihsel olarak kapitalizmin ve kapitalist sınıfların ortaya çıkmasıyla birebir bağlantılıdır. Kapitalist olmadan işçi sınıfı olmaz. Bunun tersi de doğrudur. Gelecekte klasik işçi sınıfı sonlanırsa kapitalistlere ne olacak? Karşıtları olarak işçi sınıfı olmadığı için yok mu olacaklar? Yoksa geçmişte “reel” sosyalizmde olduğu ve “olumsuz sonuçlara yol açtığı” gibi onların varlık koşulu olan karşıtları, yani işçi sınıfı olmadan da var olmaya devam mı edecekler?

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.