AB Hamlesi İçin Sivil Toplum Desteği Şart
Türkiye’nin AB sürecinde ilerleyebilmesi, halkların birleştirilmesine, birbirlerini tanımalarına, yakınlaşmalarına bağlı. Bu da, tanımı gereği sivil toplumun etki ve görev alanları arasında yer alıyor. Eşzamanlı şekilde iş dünyasının da Gümrük Birliği’nin modernizasyonu, vize serbestisi ve ekonomik yakınlaşma konularında bir itici güç olarak AB nezdindeki temaslarını kalıcı hale getirmesi gerekiyor.
İsveç’in NATO üyelik hedefine yönelik olarak Ankara’nın blokajını aniden kaldırmasının ardından uzun yıllardır unutuluşa terk edilen “Avrupa Birliği” (AB) dosyası da yeniden masaya getirilmiş oldu.
Benim gibi son 20 yıldır derinlemesine AB politikaları ve uyum süreci üzerine çalışan uzmanlar, akademisyenler ve sivil toplum çalışanları açısından oldukça memnuniyet verici bir durum olsa da, bu sürecin güllük gülistanlık olmadığı hepimizin malumu.
Zira 1999 yılından beri aday olan, 2005 yılından beri de güya katılım müzakereleri devam eden ama özellikle beş yıldır bu alanda yaprak kımıldamayan Türkiye’nin artık Batı’dan net bir talebi var: Türkiye’nin donmuş durumdaki AB üyelik sürecini yeniden canlandırın! Bu çağrı kapsamında AB-Türkiye arası Gümrük Birliği’nin modernizasyonu ve vize serbestisi de yer alıyor.
Ama Batı’nın da ondan talepleri, 1999 yılından beri her yıl biraz daha eleştirel, sert ve ayrıntılı olan İlerleme Raporlarında ve uzun yıllardır güncellenmeyen Katılım Ortaklığı Belgelerinde net bir şekilde görülüyor.
Bir yandan ülkede insan hakları, hukukun üstünlüğü ve demokrasi alanında yaşanan gerileme, diğer yandan AB üyesi Yunanistan ve Kıbrıs’la yaşanan gerginlikler, AB ile Türkiye’nin sevgi-nefret ilişkisini göç yönetimi, Doğu Akdeniz’deki jeostratejik önem ve enerji işbirliğine dayalı pragmatik ve hatta “transactional”, yani “al-ver ilişkisi”ne kısıtlamış durumda.
Son olarak, Brüksel’de 29-30 Haziran’da toplanan AB liderleri, Türkiye ile ilişkilerin geleceği hakkında “stratejik ve ileriye dönük” bir rapor hazırlanması doğrultusunda Avrupa Komisyonu’nu ve AB Dış ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi’ni görevlendirdi. Bu raporun Ekim ayındaki AB zirvesine dek hazırlanması bekleniyor.
Sivil Toplum ve İş Dünyasının Hamlesi
Bu süreçte geçtiğimiz hafta Türkiye’de birçok sivil toplum kuruluşu ve iş dünyası temsilcileri, Türkiye’nin AB üyelik hedefini destekleyen bir mektubu AB yetkililerine -spesifik olarak da Avrupa Komisyonu’nun Komşuluk ve Genişleme Politikası’ndan Sorumlu Üyesi Olivér Várhelyi ve Dış ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell’e- iletti.
Mektubu imzalayanlar arasında; Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB), Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM), Türkiye Sanayici ve İş İnsanları Derneği (TÜSİAD), İstanbul Sanayi Odası (İSO), İstanbul Ticaret Odası (İTO), İktisadi Kalkınma Vakfı (İKV), Türk Girişim ve İş Dünyası Konfederasyonu (TÜRKONFED), Türkiye Kadın Girişimciler Derneği (KAGİDER), Sektörel Dernekler Federasyonu (SEDEFED), Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV), İstanbul Politikalar Merkezi (İPM), Türkiye Avrupa Vakfı (TAV), Sivil Toplum Geliştirme Merkezi (STGM), Türkiye-AB Derneği (TURABDER) yer alıyor.
Mektubun ana mesajı ise şu şekilde: Türkiye-AB ilişkilerinin tam üyelik hedefi doğrultusunda ilerlemesi, hem Türkiye’nin reform gündemine geri dönmesi hem de AB’nin bölgesinde ve dünyada karşılaştığı sınamalar -Ukrayna savaşı, enerji, ulaştırma gibi- karşısında stratejik olarak güçlenmesi açısından önemli. 1999-2006 döneminde olduğu gibi AB katılım perspektifinin güçlü olduğu, arka arkaya birçok reform paketinin benimsendiği ve uygulamaya geçirilmeye başlandığı döneme benzer bir ivme, AB’nin Türkiye’ye adil ve teşvik edici davranmasıyla mümkün olabilir.
Mektupta ayrıca Schengen vize sürecinin giderek zorlayıcı ve kısıtlayıcı hale gelmesinin Avrupa ve Türkiye arasında halklar ve iş dünyası düzeyindeki temasları yokuşa sürdüğüne dikkat çekiliyor. Vize serbestisi hedefi gerçekleşene dek vize süreçlerinin de basitleştirilmesi ve hızlandırılması çağrısında bulunuluyor. Zira son dönemde vizesiz Avrupa’yı bir yana bırakın, vize dosyalarını teslim etmek için randevu alanlar bile kendilerini bayağı “şanslı” addediyorlar.
Sürece Somut Angajman
Dolayısıyla, iş dünyası ve özel sektör şunun önemle altını çiziyor: AB, Türkiye ile tüm paydaşları da dahil eden aktif ve somut bir angajman sürecinin önünü açmalı ve taraflar arasında “ortak bir Avrupa gündemi” inşa edilmeli. Bunun için de yöntemler belirlenmeli; net bir takvimlendirmeye gidilmeli ve ortak hedefler üzerinden ilerlenmeli.
Türkiye-AB ilişkilerinde yaşanan tüm dalgalanmalara, gelgitlere rağmen Türkiye’de halkın AB üyelik hedefine yönelik desteği her zaman yüzde 50 çıtasının üzerinde kalmış, zaman zaman yüzde 80’lere dek ulaşmıştı. Benzer bir destek de Türk iş dünyasının AB müktesebatına uyum ve ekonomik yakınlaşma düzeyinde attığı adımlarda görüldü; zira AB halen Türkiye için birinci ticaret ortağı iken, Türkiye de AB için altıncı önemli ticaret ortağı olmaya devam ediyor.
Bu desteğin tüm yaşanan krizlere rağmen devam ettirilmesinde, sivil toplumun ve iş dünyasının rolü büyük. Şu anda da AB katılım sürecinin taktiksel değil stratejik bir hedef olarak devam ettirilmesinde, AB dosyasının İsveç’in katılımı gibi kriz anlarının ardından değil, sürekliliği olan bir angajman çerçevesinde ele alınmasında yine bu ikiliye büyük rol düşüyor.
Öncelikle Türkiye’deki insan hakları ve demokratik standartlar sicilinde kararlı bir ilerleme sağlanmasında, yargının bağımsızlaşmasında, barışçıl protestoların şiddet ve hapisle cezalandırılmasının son bulmasında, Kopenhag siyasi kriterlerini karşılamaya dönük olarak geçmişteki uyumlaşma çalışmalarına yeniden başlanmasında, demokratik “eşiklerin” geçilmesinde sivil toplumun fakatsız, amasız, şartsız bir destek ve itici güç olması lazım.
Bu konuda görüştüğüm İktisadi Kalkınma Vakfı (İKV) Genel Sekreteri Doç. Çiğdem Nas, Jean Monnet’nin şu sözünü anımsatıyor: “Biz devletler koalisyonu oluşturmuyoruz. Biz halkları birleştiriyoruz”.
Dolayısıyla, Nas’ın da tespit ettiği gibi, Türkiye’nin AB sürecinde ilerleyebilmesi, halkların birleştirilmesine, birbirlerini tanımalarına, yakınlaşmalarına bağlı. Bu da, tanımı gereği sivil toplumun etki ve görev alanları arasında yer alıyor.
Nas, “Bugün Türkiye, 5 milyonu aşan Türkiye kökenli mukim ve vatandaş ile zaten Avrupa toplumlarının bir parçası haline gelmiş durumda. AB halkımız için önemli bir model ve destinasyon oluşturmaya devam ediyor. Ancak bu bağlar üst yapıya ve siyasete yansımadıkça AB sürecinde ilerlenmesi mümkün olmuyor. Burada sivil toplum ve iş dünyasının önemi daha fazla ortaya çıkıyor. Sivil toplum ve iş dünyası kuruluşları birer norm taşıyıcısı olmalarının yanı sıra AB’nin de önemli birer paydaşı konumundalar. Türkiye’nin AB süreci sadece bir çıkara dayalı ilişki modeli olduğunda bugün yaşadığımız gibi al-ver’e dayalı perakendeci ilişkilere mahkûm oluruz. Oysa AB sürecinin, her ne kadar bugün oldukça yara almışsa da değerler, ortak bir yaşam tasavvuru ve normlara dayalı olması gerekiyor” diyor.
Ayrıca, Avrupa’daki yaşam standartları ve normlarının da Türkiye’ye tam üyelik sürecine yansıması, sırf mevzuat uyumu ve üst düzey siyasi temaslarla olmadığı için Nas, STK’ların normların taşınması, tartışılması ve işlevselleştirilmesinde kilit rol oynadığına dikkat çekiyor.
Sivil toplumun ve iş dünyasının bir diğer önemli rolü daha var: Türkiye’ye dair önyargılar ve dezenformasyon karşısında bir tür “kalkan” rolü üstlenmek.
İş Dünyası Ne Yapmalı?
Bununla eş zamanlı olarak, iş dünyasının da Gümrük Birliği’nin modernizasyonu, vize serbestisi ve ekonomik yakınlaşma konularında bir itici güç olarak AB nezdindeki temaslarını kalıcı hale getirmesi gerekiyor.
Bir diğer deyişle, İsveç’in NATO üyelik süreci, Türkiye açısından AB tam üyeliğinin bir “kısayolu” veya bir “takas unsuru” olarak görülmemeli, bu süreci kolaylaştıracak bir etmen olarak alınıp tam üyeliği sekteye uğratan dinamiklerin üstüne gidilmeli; AB üyelik koşullarının yerine getirilmesi için izlenen Ulusal Program’daki hedeflerin içi doldurulmalı.
“Türkiye AB ilişkilerinin en somut ve karşılıklı bağımlılık yaratıcı alanı olan ekonomik ve ticari ilişkilerde iş dünyası ön plana çıkıyor” diyen Nas, ilişkilerde tedarik zincirleri ve değer zincirlerinde iş dünyası aktörlerinin ve onları temsil eden örgütlerin önemini vurguluyor. Zira bu örgütler muadilleriyle temas kurdukça, ikna çabalarında bulundukça toplumsal ve siyasal düzeyde çok daha etkili bir rol üstlenmiş oluyorlar.
Bu açıdan, örneğin 1980’li yıllarda Türkiye’de AB süreci durma noktasına gelmişken, Türkiye-AB ilişkileri alanında uzmanlaşmış önemli bir STK olan İKV sessiz ve derinden bir diplomasi yürütmüş, enseyi karartmamış, AB yetkilileri ve kurumları ile teması devam ettirme çabalarıyla aslında ilişkilerin geleceğine yatırım yapmış ve bu süreci de TOBB’un desteğiyle yürütmüştü. TOBB, bugün de İKV’nin en büyük mütevellisi konumunda olmaya devam ediyor.
Dolayısıyla, Kıbrıs sorununun konuşulması, Kıbrıs Rumlarının maksimalist pozisyonlarında yumuşamaya gidecek türden müzakerelerin yapılması, sorunların yok hükmünde sayılmadan ısrarlı bir diyalogla çözülmesi gerekiyor. Benzer şekilde, “vizeler kaldırılsın” demek yerine, “bunun için geriye kalan altı kriteri karşılamak için ne yapmalıyız” denmeli.
Ayrıca, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) kararlarının uygulanması da konuşulmalı. Zira Türkiye AİHM’in Osman Kavala kararını uygulamadığı için hakkında ihlal süreci başlatılmasıyla birlikte neredeyse Avrupa Konseyi’nden bile çıkarılma riskiyle karşı karşıya olduğu için Avrupa düzeyindeki itibarını geri kazanması gerekiyor.
Hibrit Rejimden AB Tam Üyeliğine
Anımsarsanız, Şubat ayında İngiltere merkezli araştırma ve analiz şirketi Economist Intelligence Unit tarafından 2022 yılının en demokratik ve antidemokratik ülkeleri sıralaması olan Demokrasi Endeksi’nde Türkiye 167 ülke arasından 103’üncü sırada yer alırken, 10 üzerinden 4,35 puan ile “hibrit rejim” olarak tanımlanmıştı.
Tarafların birbirlerine yaktıkları yeşil ışıklar ancak aynı zaman diliminde, aynı kararlılık ve samimiyetle olursa bir anlam taşır. Diğer türlü, x zaman diliminde gerçekleşen y sorununa yönelik taktiksel bir yakınlaşma o zaman diliminde kalır, olumlu ve yapıcı etkileri uzun vadeye yayılamaz. Bu durumda üyelik konusundaki gerçeklik duygumuzu yeniden yitirmiş oluruz.
Türkiye’de karar alıcıların daha kapsamlı, kalıcı, yapıcı ve kararlı bir AB stratejisi izlemesinde, sivil toplum ve iş dünyasının birikmiş uzmanlığı ve AB ülkelerinin yanı sıra Brüksel’deki yerleşik insan gücü üzerinden kurdukları ağların katkı sağlaması için, AB katılım sürecinin çok-paydaşlı ve müzakereci bir şekilde işlemesi lazım.
Dolayısıyla, İsveç’in NATO üyeliğinin görüşüldüğü Vilnius Zirvesi’nden bu yana, AB konusunda Ankara’da yeniden doğan “aydınlanma” sürecinin, bu konuya yıllardır beşerî, entelektüel ve ekonomik açılardan yatırım yapmış, bu alanda güçlü bir insan sermayesine sahip olan sivil toplum ve iş dünyasıyla güç birliği içerisinde yürütülmesinden daha doğal bir şey yok.
“Siz Türkiye’nin AB’de önünü açın, biz de İsveç’in önünü açalım” derken aslında Türkiye’nin AB yolunda önünü kendi ellerimizle kapattığımız engelleri bir iç muhasebe ve öz eleştiriyle açmanın vakti geldi.
Yüzyıllar önce Francis Bacon tarafından söylenmiş şu söz halen geçerliliğini koruyor: “Yanlış yolda koşuyorsan, ne kadar hızlı ve iyi olursan, o kadar çok yanlış yol alacağın besbellidir.”
Doğru yolda koştuğumuz ve doğru yol aldığımız, gerçek dostlarımızı S-400’lerde veya çantada keklik turizm gelirlerinde değil Kopenhag Kriterlerinde, Batılılaşmada, demokrasi ve hukukun üstünlüğünün yüceltildiği coğrafyalarda bulduğumuz günlerin yakın olması dileğiyle…