ABD-Almanya İlişkisi Nereye Gidiyor?
Almanya Şansölyesi Angela Merkel dönemi kapanmak üzereyken ve Amerika da hâlâ Trumpçılıka maruzken, Almanların ne geleneksel koruyucularına güvenmesi ne de dolaysız stratejik özerkliğini sürdürmesi mümkün. Riskler ve belirsizliklerle dolu bir dünyada, ikili ilişkilerin uzun ve çetrefilli geçmişi belki de yeni bir döneme girmek üzeredir.
Alman Şansölye Angela Merkel’in bu ay Beyaz Saray’a gerçekleştirdiği veda ziyareti ABD-Almanya ilişkilerinin gidişatı üzerine kafa yormak için iyi bir fırsat. Tabii bu duygusal bir fırsat değil. Uzun bir geçmişe sahip, çetrefilli ikili ilişkiler yeni bir döneme girmek üzere olabilir.
1.Dünya Savaşı’nın ardından Almanya’nın 1990’da yeniden birleşmesine kadar geçen sürede, Birleşik Devletler ülkenin yeniden inşası ve ekonomisinin yeniden canlanmasına rehberlik etti. “Velayet ve Vesayet” başlığıyla özetlenebilecek bu dönem, öncesinden gelen “Düşmanlık ve Savaş” faslından çok daha tesadüfiydi.
Bu dönemde Almanya’nın zalimane iki dünya savaşı yoluyla acımazsızca dünya çapında bir güç olma arayışı tümden ve mutlak yenilgiyle nihayet son bulmuştu. Müttefik devletlerin II. Dünya Savaşı’ndaki zaferi, dört işgal bölgesine ayrılmış bir Almanya bıraktı. Ülkenin doğusundaki toprakların büyük bir kısmı kaybedildi ve bu da 12 milyon kişinin mülteci olmasına ve sınır dışı edilmesine yol açtı. Nazilerin korkunç mirasının ahlaki uçurumu ise her yerdeydi.
Savaş sonrası yeniden inşa ABD korumasına ve desteğine bel bağladığı için sadece Batı Avrupa’da ve dolayısıyla da bir tek Batı Almanya’da gerçekleşti. Joseph Stalin, Sovyetler Birliği’ni, ABD’nin yönlendirdiği kapitalist Batı’nın sosyalist Büyük Rusya karşılığı olarak gördü. Bu ideolojik ve jeostratejik konumlanma 1940’ların sonundan itibaren geniş ölçüde Almanya’da ve özellikle de yeni büyük güç ayrımının merkezi olan Berlin’de Soğuk Savaş’ı sürdürdü.
Almanya’nın iki kez yenilgiye uğramış Avrupa hegemonyası ve küresel egemenlik arayışı yerini ABD ve Federal Alman Cumhuriyeti arasında yakın bir işbirliğine bıraktı. ABD tarafında siyasi güvensizlik bir dereceye kadar devam ettiyse de Alman “transatlantikçiler” bunu görmeyi reddettiler. Onların bakış açısına göre, ittifak (ki bu ittifak NATO’nun kurulmasıyla birlikte askeri bir bileşene de yer veriyordu) önceki tüm karşıt duyguların yerini almıştı, hepsi buydu.
Yanılmışlardı. Soğuk Savaş boyunca ABD, Sovyetler Birliği’nin gözünü korkutmaya ve aynı zamanda Avrupa’nın kalbindeki hayati konumu bakımından Almanya üzerindeki kontrolünü sürdürmeye yönelik çok yönlü bir strateji izledi. Transatlantik ilişkisi hiçbir zaman bu ilişkinin taraflarının olmasını istediği kadar basit bir ilişki olmadı, bugün de dâhil.
Normatif anlamda Federal Cumhuriyet, savaş sonrası ilk Şansölyesi Konrad Adenauer yönetiminde, Batı’ya neredeyse tümüyle başarılı bir biçimde entegre oldu. Ancak asıl ilgi anlamında ve ekonomi politik bağlamında önemli farklılıklar varolmayı sürdürdü. Söz gelimi 1950’lerin ortalarından itibaren transatlantik perspektifi, daha belirgin bir Avrupa perspektifiyle rekabet etti. 1970’lerde Alman Şansölye Willy Brandt’ın Ostpolitik’i (Doğu Politikası) ile – ki bu politika ABD ve Sovyetler Birliği arasında gelişmekte olan yumuşamayla aynı döneme denk gelmişti – velayet ve vesayetin birbirinden ayrılan çıkarları çok daha belirginleşti.
Bununla birlikte Sovyetler Birliği çöktüğünde ABD, Almanya’nın yeniden birleşmesine derhal ve yürekten destek veren tek transatlantik güç oldu. Avrupalı komşuları açısından, Almanya’nın jeopolitik bir güç olarak dönme potansiyeli eski “Alman sorunu” korkularını geri getirmişti.
Almanya yeniden birleşme yoluyla tam bir egemen devlet olduğunda eski velayet ve vesayet ilişkisi de ister istemez değişti. Ve Almanya henüz savaş sonrası zihniyetinden sıyrılamadı. Benzer büyüklükteki diğer Avrupa güçlerine bakın. Birleşik Krallık ve Fransa, küresel bir liderlik rolünde hakkı olduğunu iddia etmekten çekinmediği BM Güvenlik Konseyi’nde daimi yeri olan nükleer güçler. Almanya’nın ise aksine – dünyanın dördüncü en büyük ekonomisiyken – böyle bir iddiası yok.
Bu nedenle Almanya uzun bir süre daha ABD güvenlik güvencesine bağlı kalacak. Ancak, Almanya sadece geçmişe takılıp kalamaz, aynı zamanda son derece kompleks güvenlik koşullarını da idare etmek zorunda. Avrupa’nın kalbinde bulunan Almanya, giderek yayılan nükleer silahlı bir Rusya ile iyi geçinirken Avrupa Birliği’nin içindeki ve dışındaki daha küçük Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin çıkarlarını da hesaba katmak zorunda. Ve bunların hepsini ekonomik temellerinin çatırdağı bir dönemde yapmak zorunda.
Ayrıca Almanya, her zaman kendine uymasa bile koruyucusunun stratejik çıkarlarını dikkate almak zorunda. ABD yirmi birinci yüzyılın yeni küresel gücü Çin ile giderek daha da karşı karşıya gelmekle meşgul. Çin ise Almanya’nın en önemli ticaret ortaklarından biri. Geleceğinin şekillenmesinde Almanya’nın önemli bir rol oynadığı AB daha da önemli. Alman diplomasisi, en hafif tabirle, son derece karışık bir iş.
İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana ABD-Almanya ilişkilerine herhangi birşeyden çok daha ciddi zarar veren Donald Trump’ın başkanlığından sonra, Başkan Joe Biden için sorun ABD’nin müttefiklerinin güvenini yeniden kazanıp kazanamayacağıdır. Trump dönemi, Trump’ın kendisince ya da pekçok hırslı destekçilerinden birince kaldığı yerden devam ettirilirse ne olur?
Almanlar için bu soru, önümüzdeki yıllarda tüm diğer mülahazaları gölgesinde bırakacak bir soru. Velayet–vesayet ilişkisi artık işlevsel değil ancak Almanya da Avrupa çerçevesi içinde kendine tamamen bağımsız bir rol biçemez. Bu yetmezmiş gibi – Çin ve Rusya ile başlayan – çıkar farklılıkları ABD ve Almanya arasında daha fazla anlaşmazlığa ve sürtüşmeye yol açacak. İkili ilişkilerin bir sonraki aşaması umalım ki taviz sanatınca belirlenecek.
Bu yazı Project Syndicate tarafından yayınlanmış olup, Evrim Yaban Güçtürk tarafından Perspektif için çevrilmiştir. Yazının orijinal linki için burayı tıklayınız.