ABD-Çin Angajmanını Öldüren Ne Oldu?
Angajmanın son nefesini, Çin ve ABD’nin Paris İklim Anlaşması’nı desteklemek üzere işbirliği yaptığı 2015 yılında verdiğini söyleyebiliriz. Xi ve Obama ayrıca bir zirve düzenleyip siber casusluğu ticari amaçlarla kullanmama konusunda uzlaşmış olsa da Trump 2017’de göreve geldiğinde bu mutabakat kadük hale geldi.
Çin Devlet Başkanı Xi Jinping geçtiğimiz Kasım ayında ABD Başkanı Joe Biden ile görüşmüş, bazıları bu görüşmeyi angajmana geri dönüş olarak yorumlamıştı. Bu görüşme, politikada büyük bir değişikliğin değil küçük bir yumuşamanın habercisiydi.
ABD’nin Çin Halk Cumhuriyeti ile ilişkisi 1972 yılında Richard Nixon ile başladı, Bill Clinton döneminde de genişledi. O tarihten sonra yorumcular, ABD politikasını Çin Komünist Partisi’nin uzun vadedeki hedeflerini anlamakta başarısız olması nedeniyle naif bularak eleştirdi. Naif bulunan bu politikanın temelinde, modernleşme teorisinden hareketle, ekonomik büyümenin Çin’i Güney Kore ve Tayvan gibi diğer Konfüçyüsçü toplumlarla aynı liberalleşme yoluna götüreceği öngörüsü yatıyordu. Ancak Xi, Çin’i daha kapalı ve otokratik bir hale getirdi.
Yine de Amerika’nın angajman politikasının her zaman gerçekçi bir boyutu oldu. Nixon Sovyet tehdidini dengelemek için Çin’i devreye sokmak isterken, Clinton bu angajmanın Soğuk Savaş sonrası dönemde ABD-Japon güvenlik anlaşmasının yeniden onaylanmasına eşlik etmesini sağladı. Clinton’ı naiflikle suçlayanlar, bu tedbirin daha önce geldiğini, ABD-Japon ittifakının bugün Asya’daki güç dengesinin sağlam ve temel bir unsuru olmayı sürdürdüğünü göz ardı ediyorlar.
Clinton’un Çin’in interneti kontrol etme çabasını “deveye hendek atlatma”ya benzeterek geçiştirmesinde olduğu gibi bazı özensizlikler de oldu elbette. Oysa Çin’in “büyük güvenlik duvarı” olarak adlandırılan devlet sansürü gayet iyi işliyor. Benzer şekilde, özellikle de Çin’in Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) üyeliğini ABD’ye borçlu olduğu düşünüldüğünde, DTÖ’nün kurallarına uymadığı için daha fazla cezalandırılması gerektiği konusunda geniş bir mutabakat var artık.
Öte yandan, Çin’in hızlı ekonomik büyümesinin demokratikleşme olmasa da biraz liberalleşmeye yol açtığının işaretleri bulunuyordu. Birçok uzman Çin vatandaşlarının Çin tarihinde olmadığı kadar kişisel özgürlüklere sahip olduğunu iddia ediyordu. Biden yönetiminin Asya politikası konusunda önde gelen iki yöneticisi, Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan ve Beyaz Saray Asya Koordinatörü Kurt Campbell, göreve gelmeden önce, Washington’ın “angajman konusundaki temel hatasının Çin’in siyasi sisteminde, ekonomisinde ve dış politikasında köklü değişiklikler yaratabileceğini varsaymak olduğunu” belirtmişlerdi. Sonuç olarak, Çin’i köklü değişikliklere zorlayamayacakları konusunda haklıydılar. Ancak bu durum hiçbir değişim olmadığı anlamına gelmiyor.
Aksine, Çin dış politikası nükleer silahların yayılmasını önleme, İran ve Kuzey Kore’ye karşı BM yaptırımları gibi kilit konularda kayda değer revizyonlardan geçti. Ayrıca Çin’i takip edenler daha fazla seyahat özgürlüğü, dış temaslarda artış, yayınlanan görüşlerin daha geniş bir yelpazede yer alması ve insan hakları alanında faaliyet gösteren STK’ların ortaya çıkışı gibi başka göstergelere de dikkat çekiyordu.
Clinton yönetiminde görev yaparken Kongre’ye, Çin’e düşman muamelesi yaparsak gelecekte bir düşman edinmeyi garantilemiş olacağımızı; Çin’e dost muamelesi yaparsak da dostluğu garanti edemeyeceğimizi ama en azından daha ılımlı sonuçların ortaya çıkması ihtimalini açık tutabileceğimizi söylemiştim. ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell, 2001 yılında Kongre’ye verdiği demeçte “Çin bir düşman değildir ve bizim mücadelemiz de bunun bu şekilde kalmasını sağlamaktır” diyerek bunu yineledi.
Şimdi geriye dönüp baktığımda, Çin’in tutumu konusunda Xi’den beklentimi yüksek tuttuğum konusunda suçumu kabul ediyor olsam da angajmanın gerçekçi olduğunu düşünüyorum. Bazı Çinliler Donald Trump’ı angajmanı ortadan kaldırmakla suçlasa da Trump daha çok Çin’in yaktığı ateşe benzin döken bir çocuk gibi.
Bu da bizi 2012’nin sonlarında iktidara gelen ve iktidara gelir gelmez de bir yandan serbest piyasayı korumaya çalışırken diğer yandan siyasi liberalleşmeyi engelleyen Xi’ye getiriyor. Xi, son yıllarda kamu iktisadi teşebbüslerine daha fazla destek vermeye ve özel şirketler üzerindeki kontrolleri sıkılaştırmaya başladı. ABD’li yetkililere de “büyük güç ilişkileri için (eşit ortaklığa vurgu yapan) yeni bir model” istediğini söyledi. Bu arada Çin Halk Kurtuluş Ordusu’nun üst düzey komutanlarına da çatışmaya hazır olun emri verdi; zira Batı, Çin’in barışçıl yükselişini kabul etmeyecekti.
Hem Trump hem de Xi Çin-Amerikan ilişkilerinin kopmasında önemli bir role sahip olsa da angajmanın ortadan kalkmasının kökleri daha derinde. Deng Xiaoping, 1970’lerin sonlarından itibaren Çin’i yoksulluktan çıkarmak için piyasa reformlarını kullanırken, “gücünü sakla ve zamanını bekle” şeklindeki meşhur tavsiyeye dayanan ılımlı bir dış politika sürdürdü. Ancak Hu Jintao yönetimindeki Çinli elitler, Wall Street’te başlayan 2008 küresel mali krizini Amerika’nın düşüşünün bir işareti olarak gördüler ve Deng’in dış politikasını bir kenara bıraktılar.
Çin liberal uluslararası ekonomik düzenden faydalanmış olsa da liderleri daha fazlasını istiyordu ve uluslararası ticareti bozan devlet sübvansiyonlarını kullanmakla kalmayıp fikri mülkiyet alanında büyük ölçekli siber hırsızlığa giriştiler. Güney Çin Denizi’nde yapay adalar yaratarak yasal sınırların çok ötesine geçtiler. 2015 yılında Xi, ABD Başkanı Barack Obama’ya asker konuşlandırmayacağını söylese de sonradan da adaları silahlandırdı. 2016 yılında Filipinler tarafından açılan bir davada bir tahkim heyeti Çin’in iddiaları aleyhinde karara vardığında da Çin bu kararı görmezden geldi.
Çin büyük bir güç gibi davranmaya başlamıştı, ancak eylemleri tepkilere yol açtı, en azından Çin’den yapılan ithalat nedeniyle işlerini kaybedenlerin kızgınlığının arttığı Amerika’da. Bundan etkilenen bölgelerdeki seçmenler 2016’da Trump’ın popülizmine ve korumacılığına hızla yanıt verdi.
Dolayısıyla angajmanın son nefesini, Çin ve ABD’nin Paris İklim Anlaşması’nı desteklemek üzere işbirliği yaptığı 2015 yılında verdiğini söyleyebiliriz. Xi ve Obama ayrıca bir zirve düzenleyip siber casusluğu ticari amaçlarla kullanmama konusunda uzlaşmış olsa da Trump 2017’de göreve geldiğinde bu mutabakat kadük hale geldi.
Her halükârda, hayal kırıklığı çoktan başlamıştı ve angajman 2016’da fiilen ölmüştü. Günümüzün büyük güçler rekabeti çağında angajmanın yerini “yönetilen rekabet” ve “rekabetçi bir birliktelik” aldı. Huzur içinde yatsın.
Bu yazı The Strategist sitesinde yayınlanmış olup, Evrim Yaban Güçtürk tarafından Perspektif için çevrilmiştir. Yazının orijinal linki için buraya tıklayınız.