ABD Dış Politikası Teröre Karşı Savaştan Kurtulamadı

Sadece 11 Eylül’ün yıkıcı mirası ile bir hesaplaşma Amerika Birleşik Devletlerini iyileştirebilir.

ABD Dış Politikası Teröre Karşı Savaştan Kurtulamadı

Foreign Affairs’in 1996 tarihli bir makalesinde, muhafazakar yazarlar William Kristol ve Robert Kagan “müşfik küresel hegemonya”ya dayanan bir ABD dış politikası önermişti. Eski Başkan John Quincy Adams’ın Amerika “yok edeceği canavarlar arayışıyla yurt dışına gitmez” şiarını alaya alarak, “tamam, ama neden gitmesinler? Bunun alternatifi, canavarları serbest bırakmak ve diledikleri gibi yakıp yıkmalarına ve talan etmelerine destek vermek ve bunları izlemek olur.” Kristol ve Kagan’ın bakış açısıyla, harekete geçmek ve öldürmek Amerika Birleşik Devletleri’nin sorumluluğuydu ki bu, Irak savaşının iki önemli savunucusu olarak, yıllar sonra da tekrarladıkları bir argümandı.

 

Geçtiğimiz son yirmi yıl bu güç sarhoşluğunun anlamsızlığını gözler önüne serdi. Birleşik Devletler, 11 Eylül 2001 saldırılarının ardından küresel “teröre karşı savaş”ını ilan ederek canavarları aramak üzere ülke sınırları dışına çıktı ve kendini ABD’nin işgal ettiği Irak’ın hapishanelerinde doğan İslam Devleti (IŞİD) gibi terörist gruplardan, Orta Doğu’da istikrarsızlık ve sekteryanizmin derinleşmesine, Avrupa’da ve ABD’de bölgesel çatışmalardan kaçan mültecilere karşı korkuyu besleyen ve bu korkudan beslenen ırkçı otoriter hareketlere kadar yeni canavarların doğumuna yardımcı olurken buldu.

 

Teröre karşı savaşın savunucuları, kimi zaman “Amerikan istisnacılığı” adı altında dolaşımda olan milliyetçi şovenizmin Amerika hegemonyasını sürdürmeye yönelik denetimli bir yangını besleyebileceğine inandılar. Ancak umdukları gibi olmadı ve tahmin edildiği üzere, zehirli aşırı milliyetçilik kontrolden çıkarak yangın yerinin dışına sıçradı. Bugün Birleşik Devletler’in karşı karşıya olduğu en önemli güvenlik tehdidi herhangi bir terörist gruptan ya da büyük bir güçten değil, ülke içindeki siyasi işlevsizlikten kaynaklanıyor. Donald Trump’ın başkan seçilmesi bu işlevsizliğin bir sonucu ve hızlandırıcısıydı sebebi değil. Bu siyasi yükselişe imkan veren çevre on beş yılı aşkın bir sürede, kökleri yüzyıllar öncesinin beyazların diğerlerinden daha üstün olduğu siyasetine uzanan, Washington’un yabancı düşmanı, mesihçi savaş çığırtkanlığı ile hazırlandı.

 

ABD bu seyri değiştirme fırsatına sahip. Ancak bunu yapmak, halihazırdaki gidişatın sebep olduğu yıkımın hesabını açık yüreklilikle sormayı gerektirecektir. Birleşik Devletler üç başkanlık dönemi boyunca dünyada ve kendi içinde ortaya çıkmasına yardım ettiği yıkımın boyutları ile hesaplaşmak zorunda olacaktır. Bu maksatla bir sonraki yönetim 11 Eylül’den bu yana ABD’nin yürütmekte olduğu terörle mücadele politikasının “gözetleme, gözaltı ve tutuklama, işkence, yargısız infaz, insanlı ve insansız hava saldırılarının kullanımı ve baskıcı rejimlerle kurulan ortaklıklar” gibi sonuçlarını incelemek üzere 11 Eylül Komisyonu ya da 2006 Irak Çalışma Grubu’na benzer biçimde, kapsamlı bir değerlendirmeye başlamalıdır.

 

Bu değerlendirme, sivil toplum ve halk tabanlı savunma örgütleri, ABD’nin terörle mücadele politikalarının iç etkilerinden en ağırlarına maruz kalan azınlık gruplarının ve ABD’nin savaş halinde olduğu ülkelerdeki sivillerin perspektifleri gibi, olağan ulusal güvenlik çevrelerinin dışındaki perspektiflere de yer vermelidir.

 

Yapılacak bu değerlendirmenin amacı mevcut terörist tehditlerin halihazırdaki ciddiyetini hesaba katmak ve ABD’nin askeri şiddete başvurma şartları ve yasal yetkilerine ilişkin etkin kamusal müzakereleri teşvik etmek olmalıdır. Aynı zamanda, ülke sınırları dışında militarizmin ve içeride de ırksal ve ekonomik eşitsizliklerin birbirlerini karşılıklı hangi yollarla güçlendirmekte olduğu konusuna da açıklık getirme arayışında olmalıdır. (Yakın bir zaman önce ırksal adalet gösterilerine karşı absürt bir biçimde militarize edilmiş olan polis müdahalesi bunun canlı bir örneğidir.)

 

11 Eylül sonrası terörle mücadele politikasına dair değerlendirme Birleşik Devletler’in İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra tesis edilmesine yardım ettiği uluslararası insancıl hukuk standartlarına göre yürütülmelidir. Bu standartlar Birleşik Devletler’in savaş suçları işleyenleri soruşturma, kovuşturma ve cezalandırmasını zorunlu kılar. Bir sonraki yönetim bu değerlendirmelerin bulguları ışığında, ülke içinde ve dışında teröre karşı savaştan zarar görenlerin tazmin arama ve almalarının önünü açmalıdır. Birleşik Devletler canavarlar yaratmış olduğunu kabul etmeli ve özellikle Washington güruhu gözünü uzak doğuya dikmiş ve kendini Çin ile yeni bir büyük güç çatışmasına hazırlamaktayken yenilerini yaratmama çabasında olmalıdır.

Bültenimize Üye Olabilirsiniz

Daimi Savaşın Bedeli

 

Birleşik Devletler 11 Eylül 2001’den bu yana daimi savaş halinde. Askeri müdahaleleri, özellikle de 2003’teki Irak işgali yüz binlerce sivili öldürdü. ABD 2001’den bu yana 24 farklı ülkede savaş harekatı yürüttü ve bunların en az yedisinde resmi olarak savaş halinde olmayı sürdürüyor. Halen, Afganistan’da tarihinin en uzun savaşını vermeye devam ediyor. Bu müdahalelerin bir sonucu olarak milyonlarca insan yerinden yurdundan oldu. Ve yine de terörle savaş kendi kriterlerine göre dahi başarısız oldu: Stratejik ve Uluslararası Çalışmalar Merkezi (Center for Strategic and International Studies) tarafından hazırlanan bir rapora göre 2001 ve 2018 yılları arasında dünyadaki Sünni İslamcı militanların sayısı neredeyse dört katına çıktı.

 

Aynı süre zarfında baskıcı rejimlerin çoğu yerlerini daha da sağlamlaştırdı. Dünyanın çeşitli yerlerindeki otoriter liderler, Birleşik Devletler’in terörizm konusundaki saplantısını ve savaşa müttefiklerinin katılımını sağlama arzusunu istismar ederek, Başkan George W. Bush yönetiminin anti-terör retoriğini benimsediler ve muhalif görüşleri sert bir biçimde bastırmaya elverişli bir bahane olarak bunu kullandılar.

 

Çin Hükumeti’nin iç belgelerine dayanan 2019 tarihli bir New York Times araştırmasına göre, Çin Devlet Başkanı Şi Jinping bile Komünist Parti yetkililerini Uygurlar ve diğer etnik azınlıklara yönelik istismarcı politikalarını “Amerikanın ‘terörle mücadelesi’nin görünüşlerine benzeterek” meşrulaştırmaya teşvik etmişti. Amerika Birleşik Devletleri tüm bu aktörlerin kararlarından sorumlu değil, ancak politikaları şiddet ve baskı fırsatlarının artmasına yardımcı oldu.

 

Birleşik Devletler antiterörizm politikalarının bir sonucu olarak muazzam harcamalara katlandı. Brown Üniversitesinin Savaş Masrafları Projesi (Costs of War Project) 11 Eylül sonrası ABD savaşlarının vergi mükellefi faturasının neredeyse 6 trilyon dolar olduğunu tahmin etmektedir bu para sağlık hizmeti, eğitim, alt yapı, temiz enerji ya da halk sağlığına harcanmadı. Bu savaşların yükü orantısız olarak ABD askerlerinin ve onların ailelerinin sırtına binmektedir.

 

2018 tarihli bir RAND çalışması 11 Eylül’den bu yana 2.77 milyon ordu mensubunun 5.4 milyon intikalde yer aldığını göstermektedir. 60 binden fazla ordu mensubu öldürülmüş ya da yaralanmıştır. Pek çoğu evine kalıcı, yaşamlarını değiştiren yaralar alarak dönmüştür. 11 Eylül sonrası gazilerin yüzde seksen üçü travma sonrası stres bozukluğu yaşamakta olduklarını bildirmektedir. Ülke askeri personeline hizmetleri için teşekkür etmektedir ancak onları açık bir amacı ya da zafer stratejisi olmayan birçok savaşa intikal ettirmeye devam etmektedir.

 

Teröre karşı savaş açık ırkçılığın ana akım ABD siyasetine gizlice geri sızdırıldığı bir yol olmuştur. Amerikalılar esas olarak, hükumetlerinin müritlerine uyguladığı şiddeti meşrulaştırmak üzere bir dini tümden patolojikleştirmiştir: Princetonlı bilim insanı Bernard Lewis’in The Atlantic’te sanki bir yüzyıllık zaman diliminde iki dünya savaşı ve soykırım üreten Batı Hristiyan toplumları değilmiş gibi Arap ve Müslüman toplumları ile ilgili olarak “Ters giden neydi?” diye sormaya cüret ettiği gibi. Cumhuriyetçiler mantıksızca, özellikle “şeriatın yayılıyor olduğu” uyarısında bulunarak ve bir “Müslüman yasağı”nı yürürlüğe sokma vaadiyle Trump’ın seçilmesine zemin hazırlayarak (ki Trump bu vaadi gerçekleştirdi) İslam’ı bir çatışma kaynağı olarak göstermektedir. Demokratlar bile esas olarak dinleri temelinde onları seferber ederek, Müslüman Amerikalılardan terörizme karşı “ilk savunma hattı” olarak bahsetmiştir.

 

Trump, 2016’daki seçim kampanyasında ve seçilmesinin ardından Birleşik Devletler’in 11 Eylül sonrası savaşları meşrulaştırmak üzere başvurduğu yabancı düşmanlığını kullanmış ve bu savaşların maliyetine ilişkin olarak halkın öfkesinden bile istifade etmiştir. Birleşik Devletler 11 Eylül’den sonra zulümden kaçarak sığınma ya da sadece daha iyi bir yaşam fırsatı arayışında olan pek çok kişiyi potansiyel terörist olarak görerek göç politikasını güvenlikleştirmiştir. Amerika Birleşik Devletleri mevcut yönetimde sınırlarına yaklaşanların yasal sığınma haklarını, aileleri ayırarak ve çocukları hapsederek, engellemektedir.

 

11 Eylül’den on dokuz yıl sonra, saldırıların ardından ilan edilen olağan üstü hal yerinde durmaktadır. Amerikalıların ulusal güvenlik adına hükumetlerine verdiği muazzam yetkiler hala suistimal edilmektedir. Teröre karşı savaşın en kötü ölçüsüzlüklerinden bazıları ABD Başkanı Barack Obama tarafından dizginlenmiş olsa da hiç kimse hesap vermemiştir. Guantánamo Körfezi hapishanesi bugün de açıktır ve eski bir CIA işkence hapishanesi şefi CIA’nın başındadır.

 

Bir Değerlendirme Planı

 

Birleşik Devletler’in 11 Eylül sonrası terörle mücadele yaklaşımının muazzam stratejik, ekonomik, siyasal ve ahlaki sonuçları olmuştur ve bu nedenle teröre karşı savaş konusunda inceleme yapacak komisyonun tipik bir Washington “mavi şerit” heyeti olmaması gerekir. Teröre karşı savaş kendisiyle orantılı bir dikkatle ve kaynak düzeyinde ele alınmalı ve yetki alanı ABD’nin terörle mücadele politikalarının Amerika Birleşik Devletleri’ndeki ve aynı zamanda dünya üzerindeki büyük çapta etkisini yansıtmalıdır.

 

İdeal olarak komisyon kongre mevzuatı aracılığıyla oluşturulmalıdır ve komisyonda sadece itibarlı eski yetkilileri değil, insan hakları, uluslararası hukuk ve dış politika da dahil olmak üzere ilgili alanlarda sivil toplum uzmanlarını ve etkilenen toplulukların üyeleri de yer almalıdır. Komisyon bağımsız ve siyasal baskıdan azade olmalıdır ve 11 Eylül’den bu yana üstlenilmiş olan ABD politika ve uygulamalarına ilişkin gizli ya da tasnif edilmemiş tüm bilgilere erişimi olmalıdır.

 

Komisyon Kongre’de, insan hakları, ulusal güvenlik, istihbarat, akademi ve hukuk alanlarında, sivil toplum ve halk örgütlerinin ve önemli ölçüde olağan Washington atmosferi dışındaki destek gruplarının görüşlerini almalı ve onlara danışmalıdır. Komisyon ABD’de inançları nedeniyle damgalanma, medeni hakların ihlali ve polisliğin askerileştirilmesini ilk elden deneyimleyen toplulukları dinlemelidir. ABD’nin askeri müdahalelerinden kaynaklanan kaos ve şiddetinin içinde yaşamakta olan ülke dışındaki toplulukları dinlemelidir.

 

Komisyon’un nihai raporunda hem Kongre ve hem de Adalet Bakanlığı’nın uygulamasına hazır tavsiye kararlara yer verilmelidir. İnsan hakları ihlallerinde ve kötü muamelede bulunanlar hakkında soruşturma açılması Birleşik Devletler’in bir ülke olarak ilerlemesi için gereklidir.

 

Özgürlük Dilemekten Daha Fazlası

 

Adams, Amerikalıları “yok edecek canavarlar aramak üzere” deniz aşırı ülkelere gitmemesi konusunda uyardığı 1821 tarihli konuşmasında, Birleşik Devletler’in “herkesin özgür ve bağımsız olması için dilekte bulunan” ama “sadece kendisinin şampiyonu ve hakkını koruyan” olduğunu beyan etmiştir. Bu yetersizdir. Amerikalıların özgürlük, demokrasi ve insanlık onuru uğruna yapabilecekleri ilk ve en iyi şey bu değerleri ülkelerinde savunmalarıdır. Bu değerlere dünya çapında destek alacak çok fazla aracı ve nüfuzu hala vardır. Yürüttüğü teröre karşı savaşla dürüst bir şekilde hesaplaşması, Birleşik Devletler’i çok daha etkin kılacaktır.

 

11 Eylül sonrası dönemle gerçek bir hesaplaşma, ABD’nin dünyadan çekilmesini değil, onunla daha derin bir ilişki kurmasını sağlayacaktır. Günümüzün başlıca sorunları ki koronavirüs salgını ve iklim değişikliği bunların başında geliyor ortaktır. Amerika Birleşik Devletleri, tesis edilmesine yardım ettiği norm ve sözleşmeleri tek taraflı olarak yürürlükten kaldırmaya ve zayıflatmaya devam etmek yerine, bu sorunların üstesinden gelmek üzere sürdürülebilir çok yönlü bir yaklaşım taahhüt etmelidir.

 

9 Eylül sonrası anti terörizm politikasının gözden geçirilmesi, ülke içinde ya da dışında baskı aracılığıyla güvenlik sağlamaya çalışmanın ahmaklık olduğunun açığa çıkmasına yardımcı olacaktır. ABD’nin bazen, kısa vadeli güvenlik hedeflerini gerçekleştirmek için, kusurlu ortaklarla çalışmaktan başka seçeneği yoktur, ancak uzun vadede bu yaklaşım kötü bir yatırımdır. En nihayetinde halkının ihtiyaçlarına cevap veren ve bu ihtiyaçları dikkate alarak güvenlik, istikrar ve refahı sağlamaya çalışan hükümetler daha iyi partnerlerdir.

 

Askeri müdahalelere yönelik sebatlı kamusal şüphecilik Irak Savaşı’nın nadir faydalarından biridir. Ancak maalesef bu şüpheciliğe sıklıkla insan haklarına verilen herhangi bir desteğin emperyalizmi gizleyen bir kılıf olduğuna dair spontane gelişen bir kuşku eşlik etmektedir. Bu tür endişeler temelsiz değildir. George W. Bush Irak Savaşı’na dair diğer gerekçelerinin çökmesinin hemen ardından “özgürlük gündemi”ni açıklamıştır ve Trump, İran ve Venezuela’ya yönelik yaptırımlarını insan haklarına yaptığı ikna edici olmayan başvurusuyla meşrulaştırmıştır.

 

Ancak insan haklarını sağlamaya yönelik çabaların tümü müstehzi değildir ve Orta Doğu halkı 2011-2012 yılındaki Arap Baharı isyanları sırasında ne istediğini net bir şekilde ortaya koymuştur: ekonomik fırsatlar, kendi çıkarına çalışan elitlerden oluşan küçük hizipler yerine halk için çalışan hükümetler, daha fazla siyasal özgürlük. Bu isyanlar hem Amerika Birleşik Devletleri’nin Körfez’deki müttefiklerinin liderlik ettiği devrim karşıtı kısıtlamalarla hem de IŞİD’in ortaya çıkmasıyla bastırıldıysa da ortadan kaybolmadı.

 

Geçtiğimiz yılın sonlarında bölgede ve dünyada bir başka isyan dalgası, yozlaşmaya, kemer sıkmaya ve baskıya karşı küresel olarak kitleler halinde hareketlenmişti. Küresel otoriteryan dalganın ateşlediği meşruiyet krizinin üzerine gitmek ülke içinde ve dışında sokaklardaki seslere kulak vermeyi gerektirecektir.

 

Teröre karşı savaşın ve bu savaşın istenmeyen sonuçlarıyla sahici bir hesaplaşma Amerika Birleşik Devletleri’nin özellikle askeri gücü aracılığıyla büyük dönüşümler ortaya çıkarma kabiliyeti hakkında güçlü bir tevazu duygusuna yol açmalıdır. Birleşik Devletler’in ne diğer ülkeleri değiştirme kabiliyeti ne de bunu yapma hakkı vardır. Ancak bir dayanışma etiğini benimseyebilir ve kayda değer diplomatik ve ekonomik gücünü diğer ülkelerde olumlu değişimler için çalışan halkların hak ve özgürlüklerini savunmak için kullanabilir. Bununla birlikte, Birleşik Devletler ülke dışında özgür ve hesap verebilir hükumet ilkelerini etkili bir biçimde geliştirmek için bunları ülke içinde uygulamalıdır.

 

Bu yazı 22 Ekim 2020 tarihinde Foreign Affairs sitesinde yayınlanmış olup Evrim Yaban Güçtürk tarafından Perspektif için çevrilmiştir. Yazının orijinal linki için burayı tıklayınız.

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.