Abdurrahman el-Kevâkibî ve Despotizmin Doğası
Kevâkibî’ye göre despotizm yukarıdan aşağıya oluşan bir mekanizmadır ve bundan farklı davranması mümkün değildir. Mekanizmanın başına “iyi adamlar” gelse bile onların da bu mukadderatı aşabilmelerinin mümkünatı yoktur. Bu durum ancak, onun işleyiş yasalarına karşı başka yasaları işletmekle mümkündür ki, Kevâkibî’nin çözüm noktasında ortaya koyduğu hususlar, normlar ve sistemsel yaklaşım çağdaş siyasi ilkelerle olabildiğince uyumludur.
Abdurrahman El-Kevâkibî, Tabâiü’l-İstibdâd ve Mesâriü’l-İsti’bâd (Despotizmin Doğası Köleliğin İflası) kitabıyla, bundan yaklaşık 120 yıl önce, İslam dünyasının içine düştüğü bunalımlara çözüm arayışlarını ortaya koymuştu.
Bu kitabıyla, özellikle Abdülhamid rejimini hedef aldığı iddia edildiyse de o herhangi bir şahsiyeti, hükümeti ya da milleti hedef almadığını, doğrudan istibdat rejiminin olumsuzluklarını eleştiri konusu yaptığını belirtip istibdat rejimlerinin din, bilgi, bilim, kamu düzeni, sermaye, insan, ahlak, eğitim, terakki üzerine yaptıkları etkiler üzerine çalıştı. Bu rejim türünden sadece siyasal olarak değil, ontolojik bağlamda da kurtulmanın yollarını aradı. Bu da onu hem siyasal sistem düzenine ilişkin ideal bir arayışa, hem de ‘tebaa/halk’ın buradaki rolüne değgin çalışmalara itti. Mezkur kitabı, döneminin birikimini de zorlarcasına bu konuları ziyadesiyle derinleştirerek işlediğinin bir göstergesi oldu.
Dönemin siyasi gelişmeleri karşısında takındığı tavırlar ve serdettiği görüşler bu yazının çeperini aşar. Amacımız, İslam ve Batı literatürüne hakim bir siyaset felsefecisi olmasının yanında, bir gazeteci ve yargı mensubu olarak pratiğin de kendisine sağladığı imkanların harmanladığı birikiminin bugün bize bakan yüzünü aktarabilmek. Nitekim o dönemin nesline, siyasetin doğasına ilişkin yaptırdığı yolculuğun bugün için de geçerli pekçok yönü bulunmakta. Hatta öyle ki, o gün üzerine kafa yorup çözüm önerilerini sıraladığı pekçok mesele bugün hala Müslüman toplulukların, görece demokratik ülkelerde bile gündemine girmekte zorlanan hususları içerdiği görülmekte.
Kevâkibi, ‘fütûrü’l-âmm’ (külli çöküş) olarak da nitelediği çöküş sebeplerini 86 maddede açıklarken bunların bir kısmının tüm ihya, ıslah ve tecdid çabalarında olduğu gibi “din” ve “dini akıl” eksenli olduğu aşikardır: Cebrilik/Kadercilik, ihtilaf ve fırkalaşma, katı tutumlar, israiliyat-mesihiyat, felsefi ve akli ilimlerin terki, içtihadın terkedilmesi vs…listeyi uzatmak mümkün. Ahlaki çöküşe ilişkin olarak da cehalet, miskinlik, dini yozlaşma konuları, emeğin tahfifi, kamu haklarının peşine düşülmemesi, dini bilginin kitapların satırları arasında gizli kalmışlığına dair inanış, yüksek bilimlere tepki, iyiliği emredip kötülüğün nehyedilmesinin terki gibi çağımızda aşina olduğumuz konulara ilişkin vurgulardır.
Yazımızın asıl merkezine almak istediğimiz konu ise, dini-ahlaki konularla insanlığın birikimi olan somut siyasi meseleleri birleştirmedeki ustalığı ve çıkış yolu olarak yapısal bir bütünlüğe sahip sistemsel evrensel postulat ve kurallılığa ilişkin ortaya koymaya çalıştığı basiretli-derinlikli yaklaşımdır. Zira hala İslam dünyasında bu konulara ilişkin savunmacı ve tepkisel duruşun, dini, ontolojik, epistemolojik tartışmaları devam edegelmektedir. Kevâkibî gibi şahsiyetler ve onların arayışlarıyla çağdaş İslam düşüncesi arasına örülmüş olan duvarların sebepleriyle ilgili farklı çalışmalara ihtiyaç olduğu izahtan varestedir. İlginç olan, daha doğrusu aslında hiç de ilginç olmayıp, hala görülememesinin şaşkınlık yarattığı hususlar, Kevâkibî’nin bireyin sorumluluğundan başlamak üzere siyasetin doğasına ilişkin tespitlerinin bugün de capcanlı biçimde geçerliliğini koruyor olmasıdır.
Mesela kitabının ‘İstibdattan Kurtulmanın Yolu’ başlıklı son bölümünde şöyle diyor:
…Batıda postulat özelliği kazanmış bu kurallar Doğuda hala bilinmemekte veya yadsınmakta ya da nefret konusu edilmektedir. Doğuluların ekserisi henüz bu kuralları duymamıştır. Bir kısmı da teveccüh gösterip araştırmaya değer bulmamış, geri kalanlar da hüsnü kabulle karşılamamıştır. Çünkü ya maksatları başkadır ya kalpleri esir alınmıştır ya da ruhları hastalıklıdır.
Kevâkibî, İstibdadı/despotizmi “Halkla arasında yürürlükteki yasayla koruma altına alınmış bilinen belli bir bağın/sözleşmenin bulunmadığı yönetim şekli” olarak tanımladıktan sonra, sıfatı ne olursa olsun iktidardaki hiçbir idarecinin din, ahlak, hak, şeref, adalet, kamu yararı…adına vaadlerine güvenilemeyeceği; idarecilerin iyilerinin de kötülerinin de bu genel ve muğlak konuları dillerinden düşürmedikleri ama bunların boş ve kapalı sözler ve siyasetin bahaneleri olduğunu ileri sürerken vardığı sonuç yapısaldır: Keyfilik gücün doğasında vardır, güç ancak orantılı bir güçle dengelenebilir.
Külli Çöküşün Siyasi Sebepleri
Daha sonradan kitaplaşan Ümmü’l-Kurâ konferansında serdettiği külli çöküşün sebeplerine ilişkin maddeler, günümüz çağdaş siyasi ilkelerine de bakan şu tespitlerden oluşmaktadır:
- Denetimden beri ve sorumluluktan bağımsız mutlakiyetçi siyasal idare
- Hizipçilik (tarih dışı sebeplere batmışlığı kastederek)
- Halkın ifade ve gösteri özgürlüğünden mahrum bırakılması (Bu yüzden güven ve umudunu yitirmesi)
- Adalet ve eşitliğin yitirilmesi
- İdarecilerin kifayetsiz alim ve bürokratlara eğilim duymaları (Bu ve benzeri, bürokrasideki liyakatsiz atamaların müstebidlerin bilinçli tercihleri olduğu ve böyle davranmalarının sebeplerine ilişkin derin analizler yapmaktadır)
- İlmiyle amil olan akil insanların özellikle geçim vasıtaları ve onurlu yaşamdan mahrum bırakılmaları siyaseti.
- Lider ve öncü şahsiyetlere baskı oluşturup cezalandırmaları.
- Asil ve hür kişileri etraflarından uzaklaştırıp çevrelerini dalkavuklarla doldurmaları.
- Kadı ve müftüleri dinlerini yıkacak işlere memur kılmaları.
- Ahmaklık yapıp (inat ve gururla) sorumsuz politikalarda ısrar etmeleri.
- Lüks ve şatafat (Kamu maliyesinin kendi mülkleri gibi algılanıp har vurup harman savrulmasına ilişkin analizleri ve bütçe yapımının halkın temsilcilerinde olması gerektiğine ilişkin tespitleri kitabın muhtevasını oluşturan konular arasındadır)
- Bu maddelere, halkta fikir birliğinin oluşamaması, sosyo-politik hayattaki bozulmalar, sorgusuz ve hesap vermeyen/hesap sorulamayan istibdat, özgürlüklerin sınırlamanın da ötesinde kaldırılması, sosyo ekonomik adaletsizlik, ehliyet ve liyakattan uzak şahısların valilik gibi önemli görevlere atanması gibi sebepleri de eklemektedir. Bunların çarpıcı örneklerini Osmanlı devletine ilişkin yaptığı eleştirilerde gözlemlemek mümkündür.
Külli Çöküşün Osmanlı Devleti’ndeki Siyasi ve İdari Sebepleri:
Kevâkibî’nin aslında uluslararası siyaset açısından Osmanlı’yı önemsediğini ve düzelmesini arzuladığını not düşerek eleştirilerini özet babında sıralayalım. Farklı etnik, dini grup ve geleneklerden oluşan Osmanlı toplumunun idare ve ceza hukukunu tevhid etmesini eleştirdikten sonra (her ne kadar çağdaş ulus devletlerde bu mesele tabu gibi görülse de, günümüz hukuk felsefesi tartışmalarının da konuları arasındadır.) Osmanlı idari sistemi çağdaş siyasi ilkeler muvacehesinden masaya yatırılmaktadır. Bunlar salt teorik olmaktan ziyade, Halep doğumlu Kevâkibî’nin yetiştiği ortam ve aldığı görevler itibariyle de tecrübelerinin de içine sindirildiği tespitlerdir:
- Haklar hukukunu ilgilendiren kanunların çeşitliliği ve benzer durumlarda uygulanacak hükümlere dair kafa karışıklığı
- Merkezi idareyi güçlü tutmak için yapılan bilinçli yanlışlar (Bölgeleri tanımayan ve halkla ilişkileri özellikle sorunlu kişilerin atanması)
- Vali ve idarecilerin tıpkı baştakiler gibi “sorumsuzluk” ve “hesap vermezlik” zırhıyla sarmalanması. (Belli görevlerin ısrarla belli ailelere verilmesi. Şeyhulislamlık ve seraskerlik makamına özellikle ulema ve askerlerle ihtilaflı kimselerin atanması)
- Halkın etnik-dini kimliğinden farklı idarecilerin bölge insanıyla muhtemel bir ittifaka girmemeleri adına özellikle tercih edilmeleri (ve bu tercihin yarattığı sorunlar)
- Teba arasında hukuksal eşitliğin olmayışı; ayrımcılık yapılması
- Aşiretler ve yakınların doyurulması (nepotizm) amacıyla aşırı yoğun memur atamaları.
- Beytülmal’in (Hazine) sahipsizliği (Denetimsiz, dengesiz, hesapsız, kayıtsız ve savurgan bir idare olarak eleştirmektedir. Bunun sonucu, Osmanlı hakimiyetindeki coğrafyaların, halkların canları ve haklarının ipotek altına alındığı, yabancılara ağır borç yükü altına girilmesini not etmektedir.)
- Siyasi bir zorunluluk olsun olmasın şeriata aykırı nizamların halka hiç danışmadan, gerekçelerini izah ve ikna çabası gütmeden konulması. (Bir nevi ‘Biz Yaptık Oldu’ siyaseti)
- Kanunların uygulanıp uygulanmadığının takip edilmemesi sonucu hukuka saygınlığın yitirilmesi, kanunların gücünün zayıflaması, yönetimin nizamiliğinin de sözde kalıp örfi idareye dönüşmesi
- Halkın örf, ahlak ve maslahatlarının gözetilmesinde titiz davranılmaması
- Asrın gereklerine karşı lakayt davranılması, hasımlarla rekabetin terkedilmesi, halkın terakki meselesinden uzak kalışı
- Mütefekkirler üzerinde baskı kurulması (Kevakibi bunun idarenin zaaf ve sırlarının faş edilmemesi olarak değerlendirmekle birlikte, fikir hürriyeti sayesinde doğal gelişimin üzerinde de olumsuz etkiler oluşturduğu; dahası, halk nezdinde de tahrikkar ve idareye karşı kin ve nefret oluşturucu bir tutumu teşvik ettiğini belirtmektedir.)
- Her bakımdan yetersiz, seviyesiz, kifayetsiz insanların özgürlükçü şahsiyetlerin başına idareci kılınması
- Önemli idari ve siyasi kararların asla halka danışılmadan alınması.
- Dış politikanın yalakalık ve memnun etme, hukuki ayrımcılık ve imtiyazlar sağlama ve rüşvet verme şeklinde işletilmesi. (Kevâkibî burada bugün de ziyadesiyle geçerliliğini koruyan şu önemli notu düşmektedir: “Merkezi idare ülkedeki yıkıcı ve can yakıcı olayları görmezden gelmeleri, idareden yükselen pis kokulara sabretmeleri karşılığında yabancı ülkelere bütün tavizleri verir. Eğer o olaylar ve pis kokular olmasaydı, yabancılar devlete baskı için sebep bulamazlardı”.)
- Bunlara ek olarak sıraladığı sosyal sebepler arasında yöneten-yönetilen arası ahlaki uyuşmazlıklar, sosyal meselelerin önceliklere göre sıralanmaması, yapılan işlerde niteliğin arka plana atılması, kadınlara gereken önemin verilmemesi, eşler arasında denkliğin gözetilmemesi, himmetsizlik ve hantallık, inziva hayatı ve tevekkül mantığının bir kimlik haline dönüşmüş olması gibi konular vardır.
Despotizmin Doğası
Yukarıda sıraladığımız tespitler önemli olmakla birlikte hem kitabı, hem de Kevâkibî’yi esas farklı kılan hususlar, kitabın ana muhtevasını oluşturan “sosyo-politik işleyişin doğası”na ilişkin yasaların keşfi ve buradan çıkışa dönük ileri sürdüğü reçetelerdir.
İşleyişi betimlerken despotun ve despotizmin ruhuna işler tarzda psikolojik ve psiko-politik tahliller yapmakta, adeta sistemin gen haritasını ve kaderini ortaya koymaya çalışmaktadır. Elbette halk da işleyişten bağımsız değildir. Tavuk-yumurta örneğiyle sıklıkla bu duruma atıf yapmaktadır.
Ona göre despotizm, sebepleri bir yana, yukarıdan aşağıya oluşan bir mekanizmadır ve bundan farklı davranması mümkün değildir. Mekanizmanın başına “iyi adamlar” gelse bile onların da bu mukadderatı aşabilmelerinin mümkünatı yoktur. Bu durum ancak, onun işleyiş yasalarına karşı başka yasaları işletmekle mümkündür ki, çözüm noktasında ortaya koyduğu hususlar, normlar, sistemsel yaklaşım çağdaş siyasi ilkelerle olabildiğince uyumludur. Bu olguları da hukuktan adalete, güvenlikten tarıma, yargının bağımsızlığından kamu düzenine, eşit haklar konusundan özel hukuka kadar tümünü birbirine bağlayan sistemik/organik bir yapı olarak sunmaktadır.
İnsana/halka dair cehalet-korku-kaygının sisteme bağlılıkta nasıl iş gördüğü ve bundan kurtulmak için nelerin öne alınması gerektiğine dair tespitleri bir yana, korkulan varlığın/kişi ya da mekanizmanın hakikatlerine ilişkin bilgilendirme sürecinin, yani istibdat-ilim ikileminin sorunların çözümünde önemli ölçütlerden biri olduğuna inanır.
Devrimci kimliğe sahip olan Kevâkibî’nin devrim anlayışı tedrici, uzun soluklu bir sürece tekabül etmektedir: Amacın belirlenmesi; amaca götüren araçların iyi bilinmesi ve elit kesimlerden halka kadar geniş kesimlerin eğitimsel süreç ile (bir nevi kültürleşme sayesinde) kazanılıp dönüşümün şiddet içermeyen bir tarzda gerçekleşmesi analizleri önemlidir.
Arap Baharı süreciyle birlikte düşündüğümüzde, geçmiş tecrübeler bir yana, bugüne ilişkin de analizlerinin değerli olduğunu söylemek gerek. Zira sistemsel dönüşümün halka zarar vermeden, dış müdahaleyi davet etmeden, içerideki despotları da şiddet kullanmalarına fırsat vermeksizin yaşatılacak bir dönüşüm ile gerçekleştirilmesi gerektiğine dair vurguları, üzerinde bir hayli düşünülmüş (Urabi isyanının da tecrübelerini yansıtır tarzda) olduğu bir gerçektir. Bu bapta yaptırdığı yolculukla ilgili sanki bir asır önce değil de, günümüzde gerçekleşiyormuş hissine kapılmak işten bile değildir.
Köleliğin karşısına eşitlik, keyfiliğe karşı kollektif şuur, tasalluta karşı denklik, tahakküme karşı kamu otoritesi kavramsallaştırmalarının yanında; esirler-hürler, mustezaflar-onurlular, biçareler-diriler, robotlar-şerefliler gibi sosyal ve despot/zorba/başına buyruk/mutlak hakimin karşısına da adil yönetim/meşru yönetim/meşruti ve anayasal yönetim gibi siyasal nitelemelerin altı olabildiğince doldurulma çabası güdülmektedir.
Bu konuları işlerken kullandığı edebi üslup okuyucuyu konulara nüfuz ettirme konusunda bir hayli etkileyicidir. Despota ve despotizme ilişkin hayvanlar alemi üzerinden yaptığı belgesel tadındaki benzetmeler de bir hayli manidardır.
Zorunlu askerliğe yönelik şiddetli eleştirileri, bu askerlik türünün insan doğasını ne hale düşürdüğüne dair analizleri de kitabın ilgi çekici konuları arasındadır. Bu konuyu ziyadesiyle hiddetlenir ve şöyle der: “Bu askerlik hizmetini icat eden eğer şeytan olsaydı, ademoğlundan akla gelebilecek en büyük intikamını almış olurdu! Üzerinden iki asır zaman geçmiş olan askerlik hizmeti eğer bir asır daha devam ederse, milletleri büyük felaketlere duçar edecek, sahip oldukları güçleri kıracak ve hepsini bir silleyle devirecektir…Piramit yapımında çalışan Mısırlıların Firavunlara itaati, bunun yanında devede kulak kalır…Askerlik hizmeti milletin ahlakını ifsad etmektedir. Milletlerin evlatlarına zorbalığı, körü körüne itaati ve başkasına itimatı öğretmektedir. Fertteki çalışma azmi ve gelecek düşüncesini kırmaktadır.” Kevâkibî’ye göre çıkardığı masraflar bir yana, hem despota hem de milletler arası despotizme hizmet etmektedir.
Despot yönetimlerden bahsederken, “güç kullanarak” ve “veraset yoluyla” olan türleri dışında seçimle iktidara gelmiş yetkileri sınırlı yönetici siyasi grup (parti) da sorumsuz davranabilme yetilerine sahipse aynı sınıfa girer. Aynı siyasi görüşleri paylaşmak da istibdadı önlemez. Bunu ancak bir tür muhalefet yapabilir. Hatta bazen aynı siyasi görüşler etrafında oluşmuş grubun istibdadı, tek kişinin istibdadından daha zararlı olabilmektedir. Dahası, yasama, yürütme, yargı erklerinin birbirinden tamamıyla ayrıldığı anayasal yönetimler de istibdat tabirinin anlam içeriğine dahildir. Ona göre, yürütme organı yasama organına karşı, yasama organı da millete karşı sorumlu olmalıdır. Millet de, aslı iktidarın kendisi olduğu bilinciyle hükümeti denetleyip hesap sormalıdır. Ona göre istibdadın şeytana rahmet okutan biçimi “Teokratik Monarşi”dir.
Sosyo-psikolojik ve psiko-politik analizlerin yer aldığı “İstibdat ve bilgi” bölümünde yer alan “Despot-halk ilişkisi” sanırız her çağdaki okuyucuyu oldukça düşündürtecek ilginç tespitler içermekte:
Müstebidin gücü ve azığı avam/halktır. Halkın gücüyle halkın üzerine saldırıp zulmeder. Müstebit, halk esir alırken, halk müstebidin gücüne duyduğu hayranlığı dile getirmeye çalışır. Müstebit halkın mallarını gaspederken, halk hayatlarını bağışladığı için müstebide şükran duyar. Müstebit, halkı aşağılarken, halk müstebidin azametine övgüler düzer. Müstebit, halkı birbirine düşürürken, halk onun bu politikasıyla övünür. Müstebit, halkın malını ısraf ederken, halk müstebide “cömert” sıfatını layık görür. Müstebit, halktan birini öldürür de bedenine işkence (müsle) yapmazsa, müstebit için “merhametli” der. Müstebit, halkı ölüme sürüklese, halk azar işitme korkusuyla itaatlerini bildirir. Halktan bazı şerefliler müstebidin buyruklarına karşı çıksa, müstebit isyancılarmış gibi onlara karşı savaş açar.
Hasılı cehalet ve ahmaklıktan mütevellit korku sebebiyle halk kendi kendini boğazlar. Cehalet kalkar, akıllar aydınlanırsa korku da yok olur. ‘Akıllı kendinden başkasına hizmet etmez’ sözünde olduğu gibi insanlar doğaları gereği kendi çıkarları dışında hiçbir güce boyun eğmezler ve o vakit müstebit ya yönetimi bırakı ya da adil davranır. Terakki eden milletler nice alçak yöneticiyi, kötü karakterine rağmen dönüştürerek kendisiyle birlikte terakki ettirmiş; onu, hesap vermekten korkan dürüst bir vekile, intikamdan çekinen adil bir devlet başkanına, karşılıklı sevgiyle mutlu olan müşfik bir babaya çevirmiştir.
Kevâkibî’ye göre bu dönüşüm, müstebitin kendisini çevreleyen kötücül idareci tabakasından da özgürleşmesidir.
Despotun Psikolojik Halleri
Bazen korkaklık, şaşkınlık, tereddüt, ne yapacağını bilmezlik gibi sıfatlar ve ruh halleriyle nitelediği despotun bu durumunun, insanları köleleştirmesinden ötürü Allah’ın kendisine bir gazabı olarak niteler.
Despot hükümdar uyruğunun gazabından korktuğu kadar uyruğu onun zorbalığından korkmaz. Çünkü despotun korkusu, müstehak olduğu üzere başına gelecekleri bildiğindendir; uyruğun korkusu ise cehalettendir. Despotun korkusu gerçek bir acizliktendir; uyruğun korkusu ise sadece başarısız olma endişesindendir. Despot hayatını ve iktidarını yitirmekten korkarken uyruğu, vatan toprağındaki birkaç lokmalık otu/bitkiyi yitirmekten korkar. Despot egemenliği altındaki herşeyi yitirmekten korkarken, uyruğu sadece sefil/talihsiz bir hayatı yitirmekten korkar.
Despot zulüm ve zorbalığını artırdıkça, uyruğundan, hatta yakın adamlarından (avanesinden) yana korkuları artar. Dahası, içinde depreşen hisleri ve hayallerinden bile korkar, çoğu kere hayatı delirmeyle (cünun-i tâm) ile sonlanır. Yani despot, gerçeklerin araştırılmasından nefret ettiği için hamakatı (ahmaklık) hiç eksik olmaz. Şayet ahmak olmayan bir despot görülürse şizofren veya ateh (zeka geriliği) hastalığına yakalanmamışsa, çok geçmez kahrından ölür.
Temeccüd Takımı
Mecd (şan-şeref) kavramı üzerinde duran Kevâkibî buna kimlerin mazhar olabileceği üzerine açıklamalar yaptığı gibi, derecelere ayırdığı bu hasletin en üst tabakasına çektikleri cefalara rağmen adalet ve merhamet üzere hakkı üstün tutanların mücadelesini koyar. Bunların karşısında ise tüm varlıklarını müstebite borçlu olanları koyar. Her ikisini birbirinin zıddına yerleştirir. Temeccüd takımını, “müstebidin kibir cehenneminden kendilerine ateş çalanlar” ve “ucuz şeref peşinde koşanlar” olarak niteler. Tarihten bunlara örnekler vermekle birlikte, bunların müstebite karşı toplumda oluşan algıları, kamuda oluşan kanaatleri yalanlamaya ve silmeye mecbur olan bir ayak takımı gibi niteler. Ona göre müstebit bunları “simsar” olarak kullanır. Bu simsarlar “dine hizmet”, “vatan sevgisi”, “ülke sınırlarını genişletme”, “kamu menfaati”, “devlet sorumluluğu”, “bağımsızlığı koruma mücadelesi” gibi algılarla halkı yanıltmakla memurdurlar.
Gerçekten de tarihin her döneminde örneklerine rastladığımız tarih üstü bir tiplemedir bu. Kevâkibî bu durumu şöyle tasvir eder:
Mütemeccidler, adaletin düşmanı, zulmün destekçisi olurlar. Ne din, ne vicdan, ne şeref, ne de acıma hissi dinlerler. Zaten müstebitin bunları yaratıp sayılarını artırmasındaki amacı da budur. Müstebit onlar aracılığıyla halkı aldatır…mesela dini savunma gibi bir bahane öne sürerek milleti savaşa sürüklerler. Milletin şerefi, ülkenin şanı bahanesiyle halkın milyonlarca servetini ısraf ederler…
Kevâkibî’yi okurken Tolstoy’un “yönetim-halk” ve “sistem-halk” ilişkisine benzer tasvirlerine rastgelmek mümkündür. “Nasılsanız öyle yönetilirsiniz” hikmetli deyişinin karşılığı olan konular kitapta detaylıca işlenir. Lakin bütün bunlarla birlikte esas olan çağdaş ilkelerle-dini akide arasında kurulan sistemli uyumdur aslolan. Nitekim sorumlu bireyin inşası ve denetimsel rolüne yapılan atıflar önemlidir. Yani sadece sistemik doğrulara ulaşmak değil, bir de bu sistemi çevirecek, bilgili, donanımlı, siyaset kültürü ve bilincine sahip bireylerden oluşan toplum Kevâkibî’de merkezi rolü oynar. Kitabı özellikle Z kuşağı gençlere karşılaştırmalı okumalar listesine katmaları için tavsiye etmiş olmakla birlikte, -Kevâkibî’nin altını ısrarla çizdiği- zincirleme bir sistemde herkesin herkesten sorumlu ve herkesin sorumlu olduğunu denetlemekle memur olduğuna ilişkin, insanoğluna özgürlük ve sorumluluğunu hatırlatan hadis ile bitirelim:
“Hepiniz çobansınız ve çobanlık yaptıklarınızdan sorumlusunuz.”
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.