AB’nin Yeni Göç ve İltica Paktı Aslında Bir Geri Gönderme Paktı mı?
Avrupa Komisyonu’nun önermiş olduğu Yeni Göç ve İltica Paktı, alanın gerçekliğinden ve ihtiyaçlarına cevap vermekten uzak, uygulamada birçok sorunun yaşanmasını mümkün kılan bir tasarı olarak karşımıza çıkıyor.
Yunanistan’ın en büyük mülteci kampı olan ve insan onuruna aykırı yaşam şartları nedeniyle eleştiri oklarının sıkça yöneltildiği Moria’da çıkan yangın ve sonrasında kampın yaşanmaz hale gelmesiyle mültecilerin durumu Avrupa’da tekrar gündeme oturdu. Pandemiden ötürü duyurusu birkaç ay ertelenen Avrupa Birliği Göç ve İltica Paktı, Moria’daki yangından iki hafta sonra 23 Eylül 2020 tarihinde, yeni bir başlangıç ve üye devletler arası güven inşası vaadiyle Avrupa Komisyonu tarafından açıklandı. Paktın içeriğine geçmeden önce basın açıklamasında dikkat çeken birkaç konu üzerinde yoğunlaşmak gerektiğini düşünüyorum. Öncelikle, Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’in eski sistemin, yeni oluşan şartlara uygun düşmediğini ve yeni gelecek olan sistemin ad-hoc çözümlerden uzak güvenilir ve öngörülebilir bir sistem olması gerektiğini belirtmesiyle birlikte, Dublin Sistemi’nin sona erdiğini anlıyoruz.
Basın açıklamasında ve sonrasında BM Küresel Göç Sözleşmesi’ne değinilmemesi ve Pakt’ın Avrupa Komisyonu’nda koordinasyonunu sağlayan Margaritis Schinas’ın konuşmasında Mart 2020’de Türkiye-Yunanistan kara sınırında yaşananlara Frontex’in ve AB’nin etkin sınır yönetimi olarak atıfta bulunması göz önünde tutulduğunda bize AB’nin, göç ve sığınma konularında hak temelli yaklaşımdan ne kadar uzaklaştığını gösteriyor. Bu anlamda, hem geri dönüşün sıkça vurgulanması hem de yeni sistemin “rasyonel, düzgün ve mantıksal bir göç yönetimi” olarak tanıtılması, Pakt’taki önceliğin sığınmacı ve mültecilerin hakları olmadığını gösteriyor. AB İçişleri Komiseri Ylva Johansson başkta olmak üzere, üç konuşmacının da Moria’dan tekrar yaşanmaması gereken bir tecrübe olarak söz etmesi de AB’nin göç ve sığınma politikasının başarısızlığının itirafı olarak kayıtlara geçmiş oldu.
Avrupa Komisyonu, Pakt’ta benimsenen genel stratejiyi üç katlı eve benzeterek sundu. Evin ilk katı, kaynak ülkeler ve transit ülkelerle yapılacak anlaşmalar ve bu ülkelere yapılacak yardımlarla insanların kendi ülkelerinde daha iyi bir yaşam sürmesi olarak planlanlıyor. Bu anlamda, AB’nin bir süredir halihazırda uyguladığı göçün dışsallaştırılması politikasını devam ettireceği kesinleşmiş oluyor. Bu durum özellikle, İtalya ve Malta’dan geri itilen sığınmacıların, Libya’da köleliğe varan ağır insan hakları ihlalleriyle karşı karşıya kalmasına yol açtığı ve otoriter rejimlerle yapılması muhtemel anlaşmalar ile halkların daha baskıcı yönetimlere terk edilmesi tehlikesini ortaya çıkardığı için karşımıza çok da iyimser bir tablo çıkmıyor. Evin ikinci katı, sınır güçlerinin kapasitesinin arttırıldığı dış sınırların yönetimi olarak tanımlanıyor. 2015 yılından itibaren bütçesi katlanarak artan Frontex ve üye devletlerin sınır güvenliğine yapılması planlanan yeni kaynak aktarımı göz önünde tutulduğunda, AB’nin göç ve iltica politikasında sınır yönetiminin ağırlığını koruduğunu görüyoruz. Son kat ise; “kalıcı ve etkin dayanışma sistemi” olarak açıklandı. Önceki iki kat, halihazırda var olan AB politikalarının devamıyken üçüncü kat, Dublin Sistemi’ni ortadan kaldırarak yerine yeni bir sistem öneriyor.
Pakt ile Birlikte Gelenler
Devletler arası güven inşasını ve sorumluluklar ile dayanışma arasında denge kurmayı hedefleyen Pakt’ta ilk gündeme getirilen konu, sınır geçişlerinde uygulanacak olan prosedürler oldu. Buna göre; düzensiz göçmenlere sınır bölgelerinde kimlik tespiti, güvenlik kontrolü, sağlık kontrolü ve Eurodac sistemi içi parmak izi ve kayıt alınması zorunluluğu geliyor. Bu uygulama, 2015 yılından beri İtalya ve Yunanistan Kayıt ve Kimlik Tespit Merkezleri’nde (diğer adıyla “hotspot”) yer alıyor. Pakt’ta bu uygulama için 5 günlük zaman sınırı getirilmiş; ancak özellikle Yunanistan’da uygulamadan da bildiğimiz üzere, geçişlerin yüksek olduğu dönemlerde bu kayıtların alınması çok daha uzun sürelere yayılabiliyor. Bu da, bu merkezlerin olduğu bölgelerde yoğunlaşmaya yol açıyor. Gelen insanları sınırlarda bekleterek bu işlemlerin devam edecek olması, Moria ve benzeri yapıların ileride de oluşabileceği riskini beraberinde getiriyor.
Sığınma prosedürlerinde yapılan bir başka değişiklik ise; sınır prosedürü ile normal prosedürün daha keskin bir şekilde birbirinden ayrılması. Hızlandırılmış sığınma prosedürü, aslında karşımıza yeni çıkan bir prosedür değil, 2015 sonrası Yunanistan ve İtalya’daki adalarda bulunan Kayıt ve Kimlik Tespit Merkezleri’nde uygulanmaktaydı. Burada yeni olan durum, kaynak yüksek kabul oranı olan kaynak ülkelerden gelenler ile düşük kabul oranı olan kaynak ülkelerden gelenlerin baştan itibaren farklı prosedürlere tabi tutulacak olması. 5 günlük kayıt ve kimlik tespiti süreci sonrasında düşük kabul oranı olan ülkelerden gelen kişiler, sınır prosedürüne tabi tutulacak. Düşük kabul oranı, üye ülkeler arasında değişmekle birlikte genellikle sığınma başvurularının olumlu sonuçlanma oranı yüzde yirmiden[1] düşük olan ülkeler bu kategoride yer alıyor. Örneğin; Irak’tan gelen sığınmacıların başvuruları yüksek oranda kabul edildiği için Irak, yüksek kabul oranı olan ülkeler arasında. Ancak Cezayir’den gelen başvurucuların dosyalarının kabul oranı düşük olduğundan Cezayir, düşük kabul oranı olan ülke kategorisinde değerlendiriliyor. Dolayısıyla, düşünülen bu sistemde sığınmacının nereden geldiği sığınma talebinin hangi prosedürde değerlendirileceğini de belirlemiş oluyor.
Peki bu neden önemli? Öncelikle, sınır prosedürüne bağlı olanların pratikte sınır bölgelerinde gözetim altında tutularak veya coğrafi hareket kısıtlaması getirilerek işlemlerinin yapıldığını görüyoruz. Dolayısıyla, bu kişilerin başvuruları sonuçlanıncaya kadar gözetim altında kalma riski bulunuyor. Bir diğer husus da, sınır prosedürlerinin hızlandırılması planlansa bile uygulamada dosyanın oluşturulması için başvurucunun evraklarını tamamlaması, dosyanın incelenmesi, mülakatların sağlıklı bir şekilde yapılabilmesi için makul bir süre gerekiyor. Her ne kadar Avrupa İltica Destek Ofisi (EASO), üye devletlerin sığınma ofislerine destek veriyor da olsa, alandan edindiğim izlenimlerle bu hızlandırmanın çalışanlar üzerinde baskı kurduğunu ve kararların kopyala-yapıştır usulü verilmesine yol açtığını söylemek mümkün. Bu durum, uluslararası korumaya etkin başvuru olanağının ortadan kalkması veya geri göndermeme ilkesinin (principle of non-refoulement) ihlal edilmesi risklerini beraberinde getiriyor. AB Komisyonu, bu ayrımın yapılmasına gerekçe olarak; sığınma başvurusu reddedilen kişilerin sınır bölgesinde olmaları halinde geri gönderilmesinde kolaylık yaratmasını gösteriyor. Gerek sığınma prosedürünün bel kemiğinin geri göndermeleri kolaylaştırmak üzere tasarlanması, gerekse dayanışma sisteminde yer alan geri gönderme sponsorluğu ile AB Göç ve İltica Paktı’nın aslında, bir nevi geri gönderme paktı olarak planlandığını görüyoruz. Bununla birlikte, sığınma prosedüründe önemli bir gelişme refakatsiz çocuklar, kırılgan gruplar ve çocuklu aileler için yapılmış. Bu grupların sınır prosedürüne tabi olmayacak olması ve normal prosedürde işlemlerinin gerçekleştirilmesi, bugüne kıyasla olumlu bir adım olarak değerlendirilebilir. Bu noktada, kırılgan grup tanımlamasının yapılmaması, üye devletlerde bu tanımın değişkenlik göstermesi ve hızlandırılmış prosedür sırasında kırılganlığın saptanmasında yaşanabilecek zorluklar gibi nedenlerle, kırılgan gruplara tam olarak korunma sağlanamadığını görüyoruz.
Bültenimize Üye Olabilirsiniz
AB İçi Dayanışma, Kimin için Dayanışma?
Yeni Göç ve İltica Paktı’nın üçüncü katının üye ülkeler arası dayanışma sistemi olarak tanımlandığından bahsetmiştik. Daha önce, üyeler için zorunlu olan AB içi yeniden yerleştirme (relocation) kotasının bu sistemde olmadığını ve bu Pakt’ta daha à la carte bir dayanışma sistemi planlandığını görüyoruz. Bu esnek dayanışma sisteminde üye devletler AB içi yeniden yerleştirme, geri dönüş sponsorluğu veya operasonel destek sağlama arasından istediğini seçebilecek. AB içi yeniden yerleştirme kotasının zorunlu olmaktan çıkmasını, mülteci karşıtı sert tutum gösteren Macaristan ve Polonya hükümetlerinin bir zaferi olarak görmek mümkün. Bu noktada, geri dönüş sponsorluğu daha AB’de uygulanmayan yeni mekanizma olarak karşımıza çıkıyor. Üye devletlere, geri dönüşleri daha etkin uygulayabileceğini düşündükleri ülkelerle diplomatik angajmanlar yapma veya bu ülkelere geri dönüş için destek verme imkanı tanınmış. Buradan, AB’nin başvurusu reddedilen kişilerin ülkelerine geri gönderilmelerini hızlandırmak istediğini anlayabiliyoruz; ancak, bu sponsorluğun uygulamada nasıl işleyeceğiyle ilgili belirsizlikler sürüyor.
Yeni planlanan dayanışma sistemi için üç farklı senaryo düşünülmüş: (1) Kırılgan grupların yerleştirilmesi ve arama-kurtarma çalışmaları, (2) üye devletlerin göç yönetim sistemi üzerinde oluşabilecek baskı durumları ve (3) kriz durumları. İlk olarak; arama-kurtarma çalışmaları ile kırılgan grupların yerleştirilmesi senaryosunda üye devletlerden, uluslararası koruma altında olanların yeniden yerleştirilmesi, ortak havuza katkıda bulunma gibi talepler bulunuyor. İkinci senaryoda, AB Komisyonu’na ülkeler sığınma sistemlerinin baskı altında olduğuna dair başvuruda bulunmaları halinde; üye ülkelerden, statü sahibi mültecilerin alınması, üye devletler arası adil sorumluluk paylaşımı ve/veya sığınma sistemi baskı altındaki üye devlete etkin yardımda bulunmaları bekleniyor. Burada da herhangi bir zorlayıcılık olmadığı için üye devletlere seçim şansı bırakan esnek bir yapı öngörülmüş. Bu noktada iki önemli konu daha var. İlki; sığınma sisteminin hangi şartlarda baskı altında olabileceğiyle ilgili açıklık getirilmemiş. İkincisi ise; üye devletlerin, sığınma sisteminin baskı altında olduğunu öne sürerek bir ay süreyle sığınma başvurularını askıya alabilmesi mümkün kılınmış. Bunun örneğini daha önce Mart 2020’de Yunanistan’da görmüştük. Ancak uluslararası mülteci hukukunda sığınma başvurularının askıya alınabilmesiyle ilgili herhangi bir düzenleme olmadığı gibi, AB üye devletlerinin taraf olduğu insan haklarına ilişkin uluslararası sözleşmelere de aykırılık yaratacak olan “askıya alma” işleminin nasıl bir hukuksal zemine oturtulacağı merak konusu. Son senaryo ise; kriz durumlarıyla ilgili olarak tasarlanmış. Sınır prosedürüne tabi kişilerin veya koruma altına alınması gereken kişilerin dağıtımının yapılması, AB’nin hızlı karar alabilmesi ve son olarak, AB içi yeniden yerleştirme veya geri dönüş sponsorluğuna katkı sağlamak, bu senaryoda üye devletler için oluşturulmuş dayanışma modelleri olarak öngörülüyor. Bunların hiçbirine katılmak istemeyen üye devletlere ne olacağı konusu ise soru işareti olarak kalıyor.
Avrupa Komisyonu’nun önermiş olduğu Yeni Göç ve İltica Paktı, genel hatlarıyla değerlendirildiği zaman alanın gerçekliğinden ve ihtiyaçlarına cevap vermekten uzak, uygulamada birçok sorunun yaşanmasını mümkün kılan bir tasarı olarak karşımıza çıkıyor. Geri gönderme hedefinin ağır bastığı bu Pakt’ta, statü sahibi mültecilere yönelik politika eksikliği, uluslararası koruma altına alınması gereken grupların AB içi yeniden yerleştirilmelerinde yaşanan sorunlar ve adil dağılım sistemi hala çözülmemiş sorunlar olarak kalıyor. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) ve Uluslararası Göç Örgütü (IOM)’nün, Pakt’ın açıklanmasından sadece bir gün önce, AB’nin göçe yönelik yaklaşımını “çalışılamaz, desteklenemez ve sıklıkla yıkıcı insani sonuçlara neden olmak”la eleştirmesini de göz önünde tuttuğumuzda değerler Avrupa’nın nasıl bir varoluşsal kriz içinde olduğunu görmek mümkün olacaktır. İlerleyen süreçte, Avrupa Parlamentosu’nun sığınmacıların ve mültecilerin haklarının bu kadar geri plana atıldığı bir öneriye nasıl yaklaşacağını hep beraber göreceğiz.
[1] Bu oran bazı üye ülkelerde yüzde yirmi-beş olarak kabul ediliyor.