Adonis Ne Demek İstiyor?
Şiirlerinde ve yazılarında Adonis adını kullanan ve modern Arap şiirinin en tanınmış ve etkili temsilcilerinden sayılan 1930 Suriye doğumlu şair ve deneme yazarı Ali Ahmed Said İsbir (Eşber)’in yakınlarda bir kitabının çevirisi, Kitap, Hitap, Hakikat başlığıyla yayınlandı. Deneme ve fragmanlardan oluşan ve şaire yakışan anlatım tarzıyla kısa ve özlü bölümler şeklinde tasarlanan kitap, İslam dünyasına dair önemli tespitler ve eleştiriler içeriyor. Eser, Arap dili konusunda değerli çalışmaları olan Mehmet Hakkı Suçin hocanın akıcı ve güzel çevirisiyle Ekim 2022’de yayınlandı.
Kitabın girişinde Müslüman dünyanın gündemden düşmeyen tekfîr sorununa değinen Adonis’e göre bu, “insanın yalnızca özgürlüğünü değil, insanlığını da elinden alan” bir kötülüktür. Oysa dinin özgün mesajı, hidâyete erdirme yetkisini peygambere bile tanımamakta, onu sadece Allah’a has kılmaktadır. Bu durumda yaratılıştan gelen imân-inkâr etme özgürlüğünü kısıtlamak ve insanları belirli bir tarzda imân etmeye zorlamak ya da küfürle yaftalamak, teolojik olarak bir ‘yetki gasbı’dır. Akıl, irade ve özgürlüğü yok eden tekfîr kültürü, tefkîr (düşünme) ve yaratıcılığı bastırmış, kendini bastırma ve sakınmayı bir varoluş tarzına dönüştürmüştür.
Tek Tanrıcılık Eleştirisi Mi?
Monoteizme yönelik eleştirilerin giderek yükselen tonda dile getirildiği dikkat çekmektedir. Tek Tanrılı büyük dinlerin gerek birbirlerine karşı gerek kendi içlerine dönük olarak ürettikleri otoriterlik ve şiddet örnekleri üzerinden teolojik, felsefî ve politik açılardan bir monoteizm reddiyesi oluşmaya başladı. Deist, ateist ve agnostik literatürün yaygınlaşmasıyla birlikte monoteist dinlerin yani İbrahimî dinler olan Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam’ın da içinde yer aldığı “Tek Tanrıcı” paradigmanın özgürlük, insan onuru, özgür irade ve evrensel hakların önünde dikilen en büyük engel olduğu düşüncesi yayılmaya başladı. Eski dünya mitolojilerine, büyüye, paganizme vs. yönelik ilgileri besleyen transhümanist dalganın etkisini de unutmamak gerekir.
Adonis’e göre tekfîr, taklit ve fetva kültürünün teorik dayanağı hakikat anlayışında yatar. Aslında ve özünde kişisel bir deneyim olan hakikat, toplumsal bir mülkiyet olarak algılanmaktadır. Dinî metinler hakikatin kucaklayıcısı ve sahibidir. Ezelî ve ebedî hakikatin metinlerde yer aldığı inancı nakli, taklidi, ittibayı öncelemekte, buna karşılık tefekkürü, soru sormayı, şüpheyi imkânsız kılmaktadır. Adonis bu sorgulamasında yalnız değildir. Önerilerini olmasa da bazı düşüncelerini ve kaygılarını bilimsel açıdan paylaşan çok sayıda çalışma yapıldı ülkemizde.
Hakikat tasavvuru insanın tarihsel yürüyüşünü etkilediği gibi, iktidar karşısındaki tutumunu da büyük oranda belirler. Adonis’in ifadesiyle “… tek Tanrıcılar, ‘tek ilah’ ilkesini gökten yere indirmişler ve ‘tek hükümdar’ ilkesi olarak tercüme etmişlerdir. Bundan dolayı da her türlü zulmü ve onun araçlarını yaratmada başarılı olmuşlardır” (s. 14). Tek Tanrılı hakikat ve onun siyasal yorumu ontoloji ile politikayı özdeş kılmıştır. “Göksel tek” tasavvuru, “yersel tek”e dönüşmüş ve bu da yaşadığımız coğrafyada hayatı değil, ölümü kutsayan tekçi, monist, otoriter rejimlere yol açmıştır. Dinsel, milliyetçi ya da seküler/laik olsun tüm rejimler, bu monist kültürün farklı yansımalarıdır. Bu dünyada dinciler kadar laikler de düşünmemekte, nakletmekte; yaratmamakta, taklit etmekte; anlamaya çalışmamakta, dışlamakta ve tasfiye etmektedir. Kısacası tefkîr bastırılırken, tekfîr kültürü kendini sürekli olarak yeniden üretmektedir.
Bir kültür ve toplum eleştirmeni olarak Adonis’in, kendi toplumunun ve coğrafyasının sorunlarının gerçek nedenlerini araştırması ve vardığı sonuçları açık yüreklilikle dile getirmesi, okurken ve eleştirirken ona da aynı duyarlılıkla davranmayı gerektirir. Eğer tekfîr kültürünün bizi tüketmesini istemiyorsak, tekfîr/neo-tekfîr döngüsünü kırmak ve tefekküre tefekkür ile yaklaşmak zorundayız. Bu arada Adonis’in bazı ifadelerinin İslamî sınırları zorladığı düşünülebilir. Şairin, temelde kültür ve toplum eleştirisi yapmaya çalıştığını ve bu bağlamda bizzat tevhidi değil, onun otoriter yorumundan kaynaklanan boğucu yaşam tarzını hedef aldığını fark ederek daha soğukkanlı bir zeminde buluşmamız mümkündür.
Tek Tanrılı anlayışın, otoriter ve tektipçi bir kültürü doğurduğu düşüncesi tartışmaya açıktır. Adonis aralarındaki bazı farklara değinmekle beraber Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam’ın “vahdaniyet vizyonu”nu genel olarak aynı statüye yerleştirir. Bu vizyon hakikat mülkiyetine, tektipçiliğe ve ötekileştirmeye dayanmakta ve bağlılarına düşünmemeyi ve taklit etmeyi emretmektedir. Politik-teolojik bu eleştiri kültürü ve kimliği hedef almaktadır. Tanrı gerçekten de bir, tek ve eşsiz ise -ki öyledir-, O’nun adını ve mesajını kullanarak yeryüzünde terör estiren faillerin sorumluluğunu O’na yüklemek, soru işaretini yanlış yere koymaktır. Oysa tevhit dininin tebliğcilerinin en zorlandıkları nokta, dinsel hakikati sahiplenen tarihsel güçlerin meşruiyetini sorgulamak olmuştur. Öyle ki son ilahî vahyin muhataplarının zihninde dinsel kurumsallaşmaya karşı oluşan direnci genişleten ve radikalize eden kesimler, toplumsal kurumsallaşmayı da bir şirk ve küfür olarak algılamışlardır. Bu damar, dinsel şiddeti ve kültür düşmanlığını temsil eden selefilik olarak yapılanmıştır. Adonis’in eleştirdiği tekfîr kültürü, bu zihniyetin toplumlarımız üzerindeki yansımalarıdır.
İnsanın, demokrasiyi ve çoğulculuğu tasavvur etmesi için, tevhit/vahdaniyet vizyonunu terk etmesi zorunlu mudur? Doğrusu bundan hiç emin değilim. Zira insanın pagan, seküler, modern, ateist vs. formlar altında da şiddet ve ötekileştirmeler üretme konusunda ne kadar yaratıcı olduğu bilinmektedir. Modern çağın tanıklık ettiği otoriter rejimler ve yıkıcı şiddet, tevhit vizyonunun değil, aksine ona karşı aydınlanmış (!) özgür aklın ürünü değil midir?
Ele geçirilmiş ve otoriter bir yoruma hapsedilmiş tevhit eleştirisinde Adonis’i anlayabileceğimi ve ortak kaygılar geliştirebileceğimizi düşünüyorum. Ancak tevhitten vazgeçme niyetinde değilim. Tevhit, metafizik açıdan uluhiyet ile ilgili bir kavramdır. Allah’ın tekliğini ve eşsizliğini ilan eder. Tek bir Tanrı’ya inanmak, yeryüzünde tanrılık taslayan ve hayatlarımız üzerinde hak talep eden güçlerden özgürleşmeyi mümkün kılar. Bu tevhit vizyonunun özüdür ve bireysel sorumluluğun teminatıdır. Bu vizyonda Allah, insan özgürlüğünün garantörüdür.
Allah’ın mutlak tekliğini toplumsal hayata uyarlamaya çalışan ve homojen bir toplum inşa etmeyi yeryüzünde tevhidi gerçekleştirmek olarak algılayan kesimlerin otoriterliğini ifşâ etmek, kesret/çoğulculuk kavramını düşünmekle mümkündür. Varlık; çeşitlilik, farklılık, hareket ve çokluk ile belirginleşir. Bu açık gerçek akıl sahipleri açısından, ilahî irade, kudret ve yaratmanın güzelliğine gönderme yapar. Tevhit, uluhiyet makamında gerçekleşen alternatifsiz bir yetkinliktir; buna karşılık yaratılmışlar, çokluk/lar dünyasıdır. Bu açıdan tevhit vizyonuna sahip bir zihni rahatsız eden şey, kesret değil şirk olmalıdır. Şirk, yaratılışta ve tasarımda eşdeğer olan varlıkların, kutsallık hiyerarşisine sokularak okunmasıdır. Kur’an’da “şirkin büyük bir zulüm/haksızlık” (Lokman 31/13) olarak nitelenmesinin insanla ilgili yönü, bu okuma üzerinden insanın kendisine yabancılaşması ve haksız yere otorite/ler oluşturmasıdır.
Dillerin ve ırkların farklı olması, Allah’ın ayetleri olarak onaylanmıştır (Rûm 30/22). Diller kültürel farklılığa, ırklar ise biyolojik çeşitliliğe gönderme yapar. O halde tevhide inanan bir insan, bir yandan Tanrı’nın yüce ve eşsiz birliğini hissederken öte yandan da varlıkların farklılığını ve çokluğunu selamlar. Özgür iradeden kaynaklanan dinsel farklılıklar konusu ise, Adonis’in önerdiği gibi haram-helal fıkhının arka planını oluşturan boğucu kültürün kıskacından kurtarılarak bireysel hak ve özgürlükler bağlamında ele alınmalıdır. İlk Müslüman toplumunda bu konu, “eğer irade kötüye kullanılırsa…” sorusu ekseninde ele alınmış ve büyük günah işleyen Müslümanın durumunun ne olacağı sorgulanmıştır. Bu tartışma, teorik bir varsayımdan kaynaklanmamış, pratik toplumsal şartların dayatması sonucunda ortaya çıkmıştır.
Tevhit konusunda İslam geleneğinde farklı yorumlar yapılmıştır. Sufiler, kelamcılar, filozoflar ve selefiler tevhidi kendi sistemleri açısından açıklamışlardır. Bu açıklamalar, birbirleri ile çatışma göstermektedir. Öyle ki kelamcıların tevhit tasavvuru, sufiler için onun inkârı anlamına gelmektedir. Filozofların aşırı tenzihçi yaklaşımları, selefiler açısından inançsızlık olarak nitelenir. Teolojideki bu farklı vizyonlar, gümümüzde çözüm arayışlarına da referans oluşturmaktadır. Nitekim ülkemizde toplumsal ve dinî bir rasyonalite inşa etmek için Hanefî-Mâtüridî paradigmayı canlandırma girişimleri bunun örneklerindendir.
Selefi İslam’ın, sadece sufileri ve felsefecileri değil, şairleri de dalalet içinde gördüğünün farkındadır Adonis. Selefi anlayışın putperestliğe dönüş olarak nitelediği sufiliği, İslam’da yenilenme için bir imkân olarak görür ve Mevlana’nın öğretisine dikkat çeker. Ona göre Celaleddin Rumî’nin vizyonunu günümüzde anlamlı kılan iki unsur vardır: İlki çoğulculuğu keşfetmesi, ikincisi ise dini, kurumsal niteliğiyle değil de, bireysel, özel ve özgür bir deneyim olarak ele almasıdır (s. 48). Dinsel şekilcilik ve radikalizme içeriden çözüm üretmeye çalışan aydınların tasavvufa kurtarıcı bir işlev yüklemeleri son dönemlerde bizde de görülen bir eğilimdir. Tasavvufta çekici olan şey, kurumsal dine yönelik ahlakî ve bireysel eleştiriler içermesidir. Böylece haram-helal fıkhından öteye geçilmekte, süreç odaklı manevî gelişme önemsenmektedir. Şeriatın hükümlerinden çok dinin ahlakî hedeflerine değer veren bir dindarlaşma modelinin, tekfîr kültürünün açtığı yaraları saracağı umulmaktadır. Sufilik, şeriatı fütursuzca tüketen tekfîrci dalgayı kırmak için bir serbest alan olarak görülmektedir.
Bu konuyu konuşmamız lazım. Tasavvufa teori ve uygulama olarak aşina bir toplumda yaşadığımız için, kendi tecrübelerimizin öğrettiklerine duyarsız kalamayız. Sufi öğretiyi içselleştirmiş, bireysel ve nezih bir dindarlık geliştirmeyi başarmış insanlara rastlıyoruz. Öte yandan tarihimiz, tasavvufun kurumsallaşmış formu olan yapıların da kendine özgü otoriterlik ve ötekileştirmeler üretebildiğini yeterince ortaya koymuştur. Sufilik övgüleri kadar ona yönelik eleştirilerin de ülkemizde at başı gitmesi, yaşanan tarihsel-toplumsal tecrübelerin bir sonucudur. Gizemcilik içermesi ve içe kapalı sıkı örgütlenmelere imkân vermesi bakımından sufiliğin, güncel problemlerimize cevap vermesi pek mümkün görünmemektedir. Fıkıh ve kelam geleneği tüm ağırlığı ile ortada dururken bunların uzağında bir çözüm aramak sahici olmayacaktır. Birey, ahlâk, hakikat, maneviyat konularını bu çerçevede yürütmek zorunlu görünüyor.
Konuşmayı ve Dinlemeyi Mümkün Kılan Şey Nedir?
Bir akademisyen olarak bilimsel konuların konuşulduğu akademik ortamlarda bile gözlemlediğim rahatsız edici bir durum var: Dinlememek, söz kesmek, söz ve tutumla karşısındakini küçümsemek… Tek tek kişileri aşan, çünkü onları kuşatan kültürel bir kurumsallaşmadan kaynaklandığını düşündüğüm bu problem, gittikçe güçlenen değersizleş/tir/me paradigmasıyla ilgilidir. Yine de seviyesini ve nezaketini koruyan bireylere rastladığımda, kendilerini nasıl koruyabildiklerini merak ediyorum.
Tüm bunların nedeni, şiirsizlik olabilir mi? Şiirsiz kalmak; duyarsızlaşmak, kaba retoriklere sığınmak, kestirmeden gitmek, fırsatçılık, basite indirgemek, hayatın ve düşüncenin çoraklaşması olarak bedel ödetiyor. Şiirsizlikten kaynaklanan kültürsüzlüğü, gizem yaratarak telafi etmek mümkün değildir. Nietzsche’nin “suyu bulandırıyorlar, derin görünsün diye!” sözünü hatırlıyorum. Her şeyin yüzeyselleştiği ve kabalaştığı bir dünyayı mistifiye etmek için gizem yaratmak, gerçeklik algısını zayıflatıyor. Geriye, çarpık dünyevileşme kültürü içinde kendini gerçekleştirmeye çalışan yabancılaşmış bireylerin hız ve haz dolu gayretleri kalıyor.
Devam eden ve derinleşen çöküş, dine sığınma güdüsünü yeniden üretmektedir. Çöküş dönemi politik-psikolojisinin tetiklediği yönelim, İslam ile ilişkiyi olumsuz etkilemektedir. Dinin her şeyin teorisi olarak algılanması, Müslüman geleneğinin zengin birikiminin göz ardı edilmesine ve sert, korumacı, saldırgan bir okumanın zihinleri işgal etmesine yol açmaktadır. Bunun içe dönük en yıkıcı etkisi, bireyin değersizleşmesi olmaktadır. ‘Öteki’ne karşı verilen ancak doğru tanımlanamamış bitmeyen savaş, içeride bireyselleşmeleri ve özgürleşmeleri kısıtlamaktadır. Bireysel özgürlük temelli çoğulculuğun kısıtlanması ile değersizleşme arasında sıkı bir bağlantı vardır. Bireyler, toplumsal ve tarihsel aidiyetler ile kendilikler inşa ederken ve güven duygusu oluştururken, bireysel yaratıcılıkları ve özgünlükleri ile de kendi kültürlerini zenginleştirirler. Bu dengenin kaybolması, sürekli gündemde tutulan ancak bir türlü gerçekleştirilemeyen güvenlikçi paradigmaların bireysel yetkinleşmeler üzerindeki baskılamalarına süreklilik sağlar. Adonis’e göre bireylerde görülen suskunluk, kabuğuna çekilme, unutma, sorunları açıkça konuşamama, bu kültürün yansımalarıdır (s. 72-75).
İslam dünyasında insan tekinin değerinin ve onurunun tanınmasında yaşanan sorunlar, daha genel düzeyde diyalog ve iletişim konularında da karşımıza çıkmaktadır. Bireylerin kendi aralarında gerçek, kalıcı ve güven dolu ilişkiler kurmayı başaramamasının, onları aşan ve kültürel paradigma ile ilişkilenen yapısal bir sorun olduğunu ben de kabul ediyor ve sahada bu gerçeği gözlemliyorum. Bu durum, bizi diyalog adı verilen şeyden ne anladığımızı konuşmaya götürüyor. Adonis, hakkında bu kadar güzelleme yapılan ancak hem teorik olarak hem de uygulamada bazı tuzaklar içeren bir kavram olan diyalog sorununa değiniyor. Gündelik dilde ve metinlerde çokça kutsandığı için ilk bakışta riskleri fark edilemeyen bu kavramın karanlık taraflarını gösteriyor (s. 16 vd.).
Arapçada tesâmüh ya da tahammül (ilki müsâmaha şeklinde olarak ikisi de Türkçede kullanılır) kavramları, birisine bir şey için izin vermek, sıra dışı olan bir şeye katlanmak, sabredip kendini tutmak, hissettiğinden ya da düşündüğünden daha esnek yaklaşmak anlamlarına gelir. Şu halde diyalog böyle bir şey ise, bir otoriteye ve onun karşısında duran ve tanınma mücadelesi veren ikincil bir yapıya, ‘öteki’ye gönderme yapar. Diyaloğun baskın tarafı, hakikate sahip olduğundan ve karşısındakinin en azından hatalı olduğundan şüphe etmemektedir. Diyalog sadece vermek değil karşı taraftan bir şey almaktır aynı zamanda. Adonis çok haklı… Tam ve yetkin olduğuna ya da dosdoğru yolda yürüdüğüne inanan biri, sadece aydınlatmak, hatalara işaret etmek, uyarmak için konuşur. Sosyal medyada, sokakta, kafelerde, bilimsel ve akademik konuşmalarda tanık olduğumuz ve her tarafı kuşatan dinsel, seküler ya da entelektüel dilin; nasihat etme, hava atma ya da gözdağı verme döngüsünün dışına çıktığını söyleyebilir miyiz?
Diyaloğu anlamlı ve zorunlu kılan şey, karşısındakinden öğrenecek bir şeyi olduğuna inanmaktır. “Hakikate sahip olanın, ötekinden öğreneceği bir şey yoktur. Bu nedenle diyalog, her iki tarafın da hakikat iddiasından vazgeçmesini, en azından elindekinden şüphe etmesini gerektirir.” Bu yaklaşım, postmodernlerin hakikati dil oyunlarına indirgeyen ve söylemler arası pazarlığa konu eden stratejilerine benziyor. Diyaloğun sahici bir faili olabilmesi için birisinden hakikati (ya da postmodern yaklaşımla hakikat iddiasını) reddetmesini talep etmek, onun tarihsel ve kültürel kendiliğini yok saymasını beklemek anlamına gelir. Tarihsel ve kültürel yaşanmışlıktan elde edilen kendilikler olmadan, diyalog kuracak failler de olamaz. İçi boşaltılmış bireylerin diyaloğa ihtiyaç duyacaklarını sanmıyorum. Farklı olan ve bu farklılıklarının farkında olan benlikler arasında diyalog söz konusu edilebilir. Ve bu farklılığı oluşturan temel ayrım, her birinin şu ya da bu düzeyde temsil ettiği hakikat iddiasıdır. Yanılsama ya da gerçeklik düzeyinde olsun, hakikat olmadan diyalog da mümkün olmaz. Hakikatsizliği diyaloğun temeli ve önkoşulu olarak belirlemek, yanıltıcı olduğu kadar umut kırıcıdır da. Adonis de bu gerçeğin farkındadır ve taraflardan talep ettiği şey, hakikatin bizzat kendisi olarak değil de, bir temsili olarak masaya oturmalarıdır.
Adonis’in kitabında önemli değiniler ve tartışmaya değer konular var. Ancak sürekli öteki/düşman üreten ve hayatlarımızı esir almaya çalışan seküler ya da dinci tekfîr kültürüne karşı uyarısına kulak vermek gerekir: “Dışarıya açılmadıkça içeri diye bir şey olamaz… Kendi benliğine kapanmaya devam etmek, böyle yapanların zannettiğinin aksine, insanın hem özünü hem de aidiyetini yok eder.” (s. 91).