Afetlerle Yoksullaşıyoruz
Yoksullaşma, iklim krizi, pandemi, afetler, toplumsal olarak konu ne olursa olsun iş birliği çok kritik. Ancak iş birliğinin sağlanabilmesi için sorunların gerçekten önemli birer risk olduğunun anlaşılması ve kabul edilmesi gerekiyor. Tekil çabalar, kısıtlı iş birlikleri ve eylemlerden çok toplumsal bir eylem planına ihtiyaç var.
Tüm dünyada etkisi giderek daha görünür hale gelen iklim krizi, mülteci krizi ve salgın; yoksulluk ve yoksunlukları daha da şiddetlendirerek eşitsizlikleri artırmaya devam ediyor. Deprem, sel, kuraklık gibi afetlerle sık sık karşılaşan, bu anlamda bir “afet” ülkesi olarak nitelendirilebilecek ancak pek çok alanda olduğu gibi bu konuda da bir “hafıza kaybı” yaşayan Türkiye’nin afetler karşısında hazırlıklı olduğunu, planlı hareket ettiğini ve politikalar oluşturduğunu söylemek ise pek mümkün değil. Üstelik ekonomik ve toplumsal alanda yaşanan zorlukların azaltılmasının gelir düzeyinin artmasıyla doğru orantılı olduğu düşünüldüğünde, önümüzdeki tablonun hiç de parlak olmadığı aşikâr.
Afyon Kocatepe Üniversitesi İktisat Bölümü öğretim üyesi, Afet Bilinci Derneği’nin kurucusu Doç. Dr. Murad Tiryakioğlu ile neden afetlerle yoksullaşmaya devam ettiğimizi, afetlerle kalkınma yolunda nasıl ilerleyebileceğimizi konuştuk.
2016 yılında editörlüğünü yaptığınız “Afetlerle Kalkınma: Tecrübeler, Politikalar ve Beklentiler” kitabının ardından 2021’in Ağustos ayında yine sizin derlediğiniz “Afetlerle Yoksullaşma: Salgınlar, Göçler ve Eşitsizlikler” kitabı yayımlandı. Kitapların başlığına da yansıdığı üzere son beş yılda dünyada ve Türkiye’de bu alanda ne gibi değişimler yaşandı?
“Afetlerle Yoksullaşma”yı, “Afetlerle Kalkınma”nın devamı olarak değerlendirmek mümkün. Afetlerle Kalkınma yaklaşımı, afetlerle birlikte kalkınmanın mümkün olduğunu vurgulayan iyimser bir yaklaşım olarak ifade edilebilir. Afetlerle Yoksullaşma ise içinde bulunduğumuz sürecin sert bir biçimde evrilmesiyle romantik bir iyimserlikten gerçekçi bir iyimserliğe doğru geçmek gerektiğini vurguluyor. Aradan geçen bu zaman dilimindeki en önemli kırılma şüphesiz ki COVID-19 pandemisi oldu. Dünya olarak görmezden geldiklerimizle sert bir yüzleşme yaşadığımız bu süreçte eşitsizlikler derinleşmeye, yeryüzü ısınmaya, hava ve su kirlenmeye, karbon salımı artmaya devam etti. Özellikle çoklu afetler dediğimiz birbirini tetikleyen, birbirinin şiddetini ve etkilerini artıran afetlerin görülme sıklığı arttı, artmaya devam ediyor.
Pandeminin başlamasından bu yana Türkiye için öne çıkan çok önemli iki olayın altını özellikle çizmek gerekir. Biri 30 Ekim 2020 Ege Denizi Depremi ve 2021 Orman Yangınları ve Sel Felâketleri. Ege Denizi Depremi, deprem gerçeğini sert bir biçimde hatırlattı ve binlerce kişinin doğrudan ya da dolaylı olarak zarar görmesine sebep oldu. Aynı coğrafya aynı zaman diliminde bir yandan yanıyordu, bir yandan da sel altında kalıyordu. Tabii ülkenin maruz kaldığı düzensiz göç devam etti, toplumsal ayrışmalar belirginleşti. Betona olan tutkumuz derinleşti, şehirlerimiz daha kalabalık hale geldi. Halihazırda daralma içinde bulunan ekonomi, pandemi ile birlikte zorlu bir sınavın içine girdi. Bugünlerde ise Türk lirasının yüksek değer kaybı ve gittikçe artan enflasyon dışa bağımlı üretimi kısıtlıyor, satın alma gücünü düşürüyor ve yoksul kesim gittikçe görünmez hale geliyor. Ezcümle pek olumlu bir süreçten bahsedemiyoruz ne yazık ki. Başta söylediğim gibi, romantik iyimserlikten gerçekçi iyimserliğe geçilen bu zamanlarda halâ bir şansımız var. Bu sebepledir ki iyimserlikten vazgeçemiyorum tanımlamalarımda.
BİLGİ DE KRİZ DE VİRÜS DE ÇOK HIZLI YAYILIYOR
Tarih boyunca küresel, bölgesel ve ulusal düzeyde yaşanan ekonomik durgunluklar, buhranlar ile bugün yaşananlar arasındaki farklar neler? Daha önce bunları aşmak için alınan tedbirler bugün işe yaramıyor gibi görünüyor…
Şüphesiz ki yaramıyor ve yaramasını beklememeliyiz de. Dünyanın dinamikleri, iklim, ekosistem, ekonomik yapı ve ilişkili hemen her şey hızla değişmeye, dönüşmeye devam ediyor. Gelişmeden ziyade bir dönüşüm söz konusu. Misal, pandemi hayatımızda olmayan pek çok şeyi hayatımıza soktu, pek çok şeyi de aldı götürdü. İş yapma biçimleri değişti, tüketim alışkanlıklarımız değişti. Geçmişte yaşanan krizlerle bugünkü krizler arasındaki en kritik fark, sirayet etme hızı. Zira dünya ekonomik olarak da toplumsal olarak da o kadar iç içe geçmiş bir yapıda ki bilgi de kriz de virüs de çok hızlı yayılıyor.
Kitapta da çok sık geçen “kırılganlık” kavramını Türkiye özelinde değerlendirirseniz, halihazırda ekonomik, toplumsal ve ekolojik alanlarda en önemli kırılganlıklarımız neler?
Toplumsal kırılganlıklarla ekonomik kırılganlıklar birbirinin sebep ve sonuçları şeklinde devam edegeliyor. Türkiye pandemi öncesinde kırılgan bir ekonomik yapıda iken kapanmalar ve kısıtlamalarla, iş ve gelir kayıplarıyla bu kırılganlık daha da arttı. 2010’lu yıllara kadar Türkiye yüksek-orta gelir tuzağından kurtulabilir, yüksek gelirli ülkeler grubuna dahil olabilir mi diye tartışırken şimdi düşük-orta gelir tuzağından kurtulabilir mi diye düşünüyoruz. Bir yandan ekonomik faaliyetlerin hizmet sektörü ağırlıklı yapısı, erken sanayisizleşme adını verdiğimiz bir riski besliyordu ki pandemi ile hizmetler sektörünün büyük ölçüde kapanmasıyla birlikte kriz daha çetrefilli bir hâl aldı. Ekonomik büyüme hizmet sektörü ve düşük katma değerli üretim odaklı devam ettiği için de istihdam sağlayamayan bir büyüme yaşanıyor. Son günlerde Türk lirasının hızla değer kaybetmesi, enflasyonun da aynı hızla yükselmesi müteselsil olarak pek çok sorunu beraberinde getiriyor.
Son yıllarda Türkiye’ye sığınmış milyonlarca yoksul ve savaş mağduru mültecinin ev sahibi ülkenin yoksul kesimlerine eklemlenmesiyle toplumsal kırılganlık halihazırda artmaya başlamıştı. Toplumsal ayrışmanın belirginleşmesiyle iyice ötekileştirilen mülteciler salgın ekonomisinin en ağır yara alan kurbanları oldu, olmaya devam ediyor. Sağlık hizmetlerine erişimin daha da kısıtlı hale gelmesi, uzaktan eğitimin zaten “öteki” olan çocukları sistemin dışında bırakması gibi birbirinin içine geçmiş pek çok sorundan bahsetmek mümkün. Bu açmaz gittikçe derinleşen kent yoksulluğunu çok daha belirgin ve görünür kılıyor.
Ekolojik açıdan kırılganlıklar ise iklim krizinin kaçınılmaz sonu. İklim değişikliğini krize dönüştüren süreç de üretim biçimleri ve tüketim alışkanlıklarıyla ilişkili. Türkiye’nin yaz aylarında yaşadığı yangınlar ve seller, ekolojik kırılganlıkların hem sonucu hem de sebebi. Yüzbinlerce canlının yok olduğu, biyoçeşitliliğin zarar gördüğü, insanların ve hayvanların yaşam alanlarını ve hayatlarını kaybettiği bir süreç. Öte yandan ısınan yerküre, artan kuraklığı beraberinde getirerek tarımsal üretimi kısıtlıyor. Tarım ülkesi olarak anılan Türkiye pek çok tarımsal üründe dışa bağımlı hale gelmiş durumda. Özetle ekonomik, ekolojik ve toplumsal kırılganlıklar birbiriyle karmaşık bir ilişki içinde.
TOPRAĞI ONARMAK ZORUNDAYIZ
Bir yandan “yerelleşmenin” ve “kentlerin” küresel anlamda giderek daha etkin hale geldiğini görüyoruz, diğer taraftan da ciddi bir kent yoksulluğuna tanık oluyoruz. Bu yoksulluğun derinleşmesinin çeşitli boyutları var elbet. Ancak kırsal alandaki yoksullaşmanın bunda çok büyük etkisi söz konusu. Türkiye bağlamında kırsal alandaki yoksullaşmayı derinleştiren faktörler de ortaya yeni çıkmadı. Nasıl hatalar yapıldı/yapılıyor sizce?
Kırdaki yoksullaşmayı büyük resme bakarak, tarıma ilişkin kararlı politikaların olmamasıyla açıklamak mümkün. Politikasızlıkla derinleşen sektörel krizle birlikte yanlış üretim teknikleri, hibrit tohumlar ve verimlilik kaygısıyla kullanılan kimyasal gübreler toprağın besleyici özelliğini yitirmesine sebep oldu. Tarımsal üretim sisteminin içinde bulunduğu bu açmaz, iklim krizi ile daha da karmaşık bir hal aldı. Kuraklık, düzensiz yağış rejimi ürün deseninin ve hasat zamanlarının değişmesine sebep oldu. Kırda yaşamını sürdüremeyen çiftçi kendini besleyemeyen toprağını terk etmek zorunda kaldı. Kırdan kente doğru yaşanan göçün hızlı, plansız ve kontrolsüz olması sebebiyle genişleyen şehirler aynı tempoyu yakalayamadı ve nihayetinde bölgelerarası eşitsizlikler belirginleşemeye başladı. Düzensiz ve plansız yapılanma, bu yapılanmaya eklemlenen kent yoksulları ve bu yoksullara eklemlenen göçmenler kent yaşamının görünmeyen, aslında görmezden gelinen tarafını oluşturdu. Kırdan kente taşınan yoksullukla kentin yoksulluğu daha da derinleşti.
Bu gerçeklere karşın halen tarımsal üretimi destekleyecek, girdi maliyetlerini azaltacak, kentten kıra bir hareketi başlatacak politikaların, teşviklerin gündemde olmaması çok şaşırtıcı. Tarımsal üretim ve hayvancılık sürdürülebilir olmaktan çıkmaya devam ediyor ve muhtemel gıda krizleri kapımızı çalmaya başlamış durumda. Hâlâ az da olsa bir şansımız varken, toprağı onarmak, iyileştirmek ve yeniden üretmek zorundayız.
Tam da bu noktada toplumlar yoksullaşırken; biyoçeşitlilik kaybı, aşırı hava olayları vb. ile kendini gösteren iklim krizi ile aslında doğa da ciddi bir “yoksullaşma” içinde diyebiliriz. Birbirinden ayrı tutulamayacak, iç içe geçmiş bu yoksullaşma sürdürülebilir kalkınmayı da neredeyse imkânsız hale getiriyor. Bu hususta, çeşitli aktörler tarafından (hükümet, iş dünyası, sivil toplum, bireyler) öncelikle atılması gereken adımlar nelerdir?
Bu zor bir soru. Aslında soru değil, cevabın uygulanabilirliği zor demek lazım. Zira yoksullaşma, iklim krizi, pandemi, afetler, toplumsal olarak konu ne olursa olsun iş birliği çok kritik. Ancak iş birliğinin sağlanabilmesi için sorunların gerçekten önemli birer risk olduğunun anlaşılması ve kabul edilmesi gerekiyor. Görece az etkilenen sektörler ve aktörler sürece daha rahat ve daha mesafeli yaklaşırken, tehdidi hisseden, kayıplar yaşamaya başlayan aktörler çoktan eyleme geçmiş durumda. Ancak tekil çabalar, kısıtlı iş birlikleri ve eylemlerden çok toplumsal bir eylem planına ihtiyaç var.
Bu röportajı yaptığımız zaman diliminde Türkiye bir enerji krizi ile karşı karşıya. Enerji yoksulluğu gerçeği, şimdilik sınırlı gibi algılanan bir etki oluşturuyorsa da bölgesel, ulusal, küresel olarak yayılacak derin etkilerin işaretçisi. Soruya geri dönersek, atılması gereken ilk ve en önemli adım, ortadaki soruna ilişkin toplumsal bir inanç geliştirmek ve sorunu bertaraf edebilmek için kararlılıkla hareket etmek olmalıdır. Bu süreçte ne tek başına devletlerin, hükümetlerin ne iş dünyasının ne de sivil toplumun aksiyonu yeterli olacaktır. Yasal düzenlemeler, iş dünyasının çözümün bir parçası olarak konumlanması ve sivil toplumun da savunuculuk faaliyetlerini sürdürebilmesine yönelik ortamın sağlanması belki de en önemli ihtiyaç.
Salgın dönemi eşitsizlikleri iyice görünür hale getirdi. Özellikle aşı konusunda yaşanan, kelimenin tam anlamıyla “hayati”, yaşama hakkını tehdit eden bir eşitsizlik durumuna tanık oluyoruz. Uluslararası toplumun da her ne kadar belli girişimleri olsa da bu durumla başa çıkamadığını görüyoruz. Bu noktada küresel ölçekte “hazırlıklı olma halinin” ne kadar önemli olduğu da ortaya çıktı. Türkiye gerek deprem gibi ani afetler gerekse salgın gibi etkileri uzun vadeye yayılan afetler karşısında neden hep hazırlıksız sizce?
Özellikle deprem konusunda, müdahale noktasında oldukça hazırlıklı ve yetkin sayılabilecek konumda olmamıza karşın planlama ve risk azaltma aşamasıyla normalleşme ve iyileştirme aşamasında kat edilmesi gereken mesafeler uzun. Bu noktada da çatı kurumların vizyonu, nicel hedefler yerine sosyal katma değer odaklı çalışmaların sürdürülmesi, planlamanın gerçekçi biçimde yapılması gibi konular öne çıkıyor. Toplumsal hafızanın zayıf olması da harekete geçmeyi ve hazır olmayı zorlaştırıyor. Sel ve yangın konusunda hazırlık durumumuzu da ne yazık ki yaz aylarında yaşanılan felaketler konusunda acı bir şekilde test ettik. Salgın konusu ise apayrı bir konu. Nesil olarak ilk kez karşı karşıya kaldığımız, öğrenmeye devam ettiğimiz ve halen daha etkin bir biçimde yönetemediğimiz bir süreç.
PALYATİF ÇÖZÜMLERLE SORUNLARI DERİNLEŞTİRDİK
Bu hazırlıksızlığın kendini gösterdiği en önemli alanlardan biri de göç elbette. Eşitsizlikleri ve yoksullaşmayı derinleştirdiği aşikâr bir şekilde uzun süredir düzenli ve düzensiz göç alan bir ülke olarak Türkiye’nin bu alanda kanıta, veriye dayalı bir politika üretememesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’nin 2011 itibarıyla karşı karşıya kaldığı yoğun kitlesel göç, ülke ekonomisinin istikrarlı olarak daralmaya başladığı 2013 yılı itibarıyla, özellikle kişi başına düşen GSYİH açısından ayrı bir değerlendirme yapmayı gerektiriyor. Türkiye, 2011 yılına kadar yakın coğrafyadaki ülkelerden az da olsa sürekli göç alırken, 2011 ve 2013 yıllarında Suriye’de yaşanan iç savaş sebebiyle bir anda ve çok yüksek sayıda insana kapılarını açmak zorunda kaldı.
Sayıları, resmi rakamlara göre 4 milyona yaklaşan Suriyeli sığınmacılara diğer ülkelerden sığınan mülteciler de eklendiğinde, ülke nüfusunun neredeyse birkaç yıl içinde yaklaşık %6-6,5 oranında arttığını söylemek mümkün. Ülkeye sığınan ve bir süre sınırda, kamplarda tutulan Suriyeli sığınmacılar bir süre sonra tüm Türkiye’ye dağıldı ve başka alternatifleri olmadığı için toplumsal yaşama entegre olmaya çabaladılar ve halâ çabalamaya devam ediyorlar. Doğal olarak, çok az bir kısmı çalışma izniyle, geriye kalan çok büyük bir kısmı ise illegal olarak çalışmaya devam ediyor. Resmî nüfusta yer almasa da ekonomik faaliyetler içinde yer alan ve GSYİH’nın oluşumunda az ya da çok ama illâ ki pay sahibi olan bu sığınmacı nüfus, resmi olarak açıklanan kişi başına düşen milli gelirin, gerçek düzeyden daha yüksek olarak hesaplanmasını sağlıyor. Türkiye’de yaşayan ve bir şekilde ekonomik yaşama entegre olmaya çalışan gerçek nüfus üzerinden hesaplanan kişi başına düşen gelir, resmi gelirin altında kalıyor ki bu da göç ekonomisine ilişkin kırılganlığın toplumsal boyutunu değerlendirirken göz ardı edilmemesi gereken bir husus olarak öne çıkıyor.
En kritik hata, bu insanların bir süre sonra ülkelerine döneceklerine olan inanç dolayısıyla önlem almamak oldu. Palyatif çözümler üreterek, günü geçirmeye çalışarak bugün yüzleşmek zorunda kaldığımız sorunları derinleştirmiş olduk. Toplumsal entegrasyon göz ardı edildi, toplumsal ayrışma derinleşti. Ve halen topluma entegre ederek çok kültürlü yaşama kültürünü sağlayacak önlemlerden bahsedilmiyor.
Bildiğim kadarıyla ilk soruda bahsettiğimiz iki çalışma da alanında ilk olma özelliği taşıyor. Oysa özellikle Türkiye gibi afetler ülkesi sayılabilecek bir ülkede bu alanda çalışmaların çok fazla olması gerekmiyor mu? Bu alandaki “yoksulluğu” neye bağlıyorsunuz ve bu nasıl aşılabilir?
Çok güzel bir tespit. Akademik anlamda bu alanların, özellikle sosyal bilimciler tarafından ele alınmasına ilişkin bir yoksulluk var. Özellikle göç ve afet gibi kritik konuların ekonomi politiği, üzerinde en çok durulması gereken noktalar. Ancak ne yazık ki yabancı araştırmacıların Türkiye ile ilgili ürettiği araştırma ve çalışmaların, yerli araştırmacı ve akademisyenlerin üretimlerinden çok daha fazla olduğunu görüyoruz.
Bu noktada belki de kendimize haksızlık etmemek adına şu gerçeği de vurgulamak gerekiyor. Türkiye istatistikler ve veriler konusunda, araştırmacılar açısından çok zorlu bir örnek. Yakın zamana kadar göç ile ilgili akademik araştırmalar yapmak, saha çalışmaları yürütmek izne tabi idi. Afetler konusunda da göç konusunda da sağlıklı veriler ya yok ya da çok sınırlı. İktisadi göstergelerde dahi belli aralıklarla yapılan yöntem değişikliği ile süreklilik arz eden sağlıklı verilere erişmek neredeyse imkânsız hale geliyor.
Akademinin çok disiplinli çalışma kültürünün zayıf olması, akademisyenlerin ders yükleri, akademik unvan ve yükselme odaklı yayın yapma zafiyetleri de eklenince pek çok önemli alanda olduğu gibi bu alanlarda da Türkçe literatürün gelişimi çok kısıtlı kalıyor.
BİLİNÇLİ TÜKETİM, KARARLI POLİTİKALAR
Türkiye’nin önümüzdeki dönemde Afetlerle Yoksullaşma’dan Afetlerle Kalkınma sürecine geçmesi gerektiği çok açık. Bu yolculuk nasıl başlamalı ve nasıl devam etmeli?
Ülkeler fakir oldukları için iklim krizi ve afetlere karşı daha dayanıksız hale geliyor. Ve aynı zamanda iklim krizi ve afetler sebebiyle daha da fakirleşiyorlar. Diğer bir ifade ile kırılganlığı yüksek olan ülkelerin maruziyeti artıyor, maruziyet arttıkça kırılganlık daha da derinleşiyor. Türkiye için de ne yazık ki durum çok farklı değil, ülke olarak afetlerle yoksullaşıyoruz. Ekonomik açıdan, ekolojik açıdan, toplumsal açıdan içinde bulunduğumuz durum yoksullaşmayı katmanlı hale getiriyor, derinleştiriyor ve yaygınlaştırıyor. Bu kısır döngünün bir yerden kırılması gerektiği aşikâr. Bu kırılmanın başlayabileceği, başlatılabileceği noktalar muhtelif. Bireyler, tüketiciler en önemli başlangıç noktası. Tüketicinin kral olduğu piyasa ekonomisinde, sorumlu tüketim, bilinçli tercih ve talepler atılacak en önemli ilk adımlar. Hükümetlerin izleyecekleri kararlı, gerçekçi ve esnek politikalar bir diğer başlangıç noktasını oluşturuyor. Sivil toplum şapkamla hem bireylerin hem de sivil toplum yapılanmalarının en kritik başlangıç noktasını oluşturacağına olan inancımla soruyu cevaplamış olayım.