Afganistan’da Déjà vu!
Ankara’nın Afganistan gündemi önce Amerika ile ilişkiler bağlamında ele alınsa da kısa sürede mevzu Taliban tartışmasına dönüştü. Sonuçta bu önemli jeopolitik gelişme “Kabil emniyetli değilse Ankara güvende olmaz” hamasetiyle “Afganistan’da ne işimiz var” akıl tutulması arasına sıkıştırılıp, anlamsızlaştırıldı.
“Afgan tuzağı” 1980’lerin sıklıkla kullanılan kavramlarından birisiydi. Zannedilenin aksine Amerika, Ruslar Afganistan’a girdikten sonra Afgan direnişine desteğe başlamamıştı. 3 Temmuz 1979’da Ruslar Afganistan’ın işgaline (24 Aralık) başlamadan altı ay önce, ABD Başkanı Carter’ın imzaladığı gizli emirle Washington, daha sonra Mücahitler olarak anılacak Afgan milislere desteğe başladı. Carter’ın gizli emiri imzaladığı gün ulusal güvenlik danışmanı Brzezinski başkana yazdığı bilgi notunda “yardımımız Ruslar’ın müdahalesinin müsebbibi olacaktır” diyecekti. Brzezinski aynı sene Afgan mücahitleri bizzat ziyaret ederek, tam anlamıyla Hollywood CIA filmlerindeki bir sahneyi canlandırırcasına Afganlılara “davanız haklı ve Allah yanınızda” diye seslenecekti.
Afgan tuzağından kurtulmak için son askerlerini de Şubat 1989’da çeken Rusya, ağır bir yenilgiye uğrayacaktı. 12 yıl sonra, 11 Eylül’ün ardından bu sefer Amerika aynı tuzağa kendi girmek için iştahla koşarken, tuzağın mucidi Brzezinski durumun farkında olan nadir Amerikalı isimlerdendi. Ama Amerika’da oluşan paranoyaya kimsenin direnecek gücü yoktu. Washington 11 Eylül saldırıları karşısında kendisine biraz süre tanıma kabiliyeti bile gösterememiş, Amerikan paranoyaları eşliğinde tuzağa koşar adım atlamıştı. Aradan geçen 40 yılın bakiyesi, harap olmuş bir Afganistan ve tam anlamıyla bir insanlık krizinden ibaret.
Afganistan’ın işgalinden 10 yıl sonra, Taliban’ın ağır yenilgilere uğradığı ve en zayıfladığı dönemde, bir Taliban komutanı Kanada Savunma Bakanlığı üst düzey yetkilisine saatini işaret ederek “sizin saatiniz var, bizim de zamanımız” demişti. 20 yıllık işgalin neredeyse ilk iki ayından itibaren Washington saatine bakıp ne zaman çekileceğini tartıştı, Taliban ise sabırla geri dönüşüne hazırlandı. ABD, 13 Kasım 2001’de işgalle Taliban’dan aldığı Afganistan’ı, 7216 gün sonra çekilerek tekrar Taliban’a bıraktı. Belki siyasal ve jeopolitik takvim 2001’e geri dönmedi ama Amerika’nın yanlış politikaları ve yenilgisi teyit edilmiş oldu.
Afganistan yenilgisinin ABD açısından hem negatif hem de pozitif sonuçları olacağı muhakkak. Washington, Afganistan ve Irak sonrası deniz aşırı askeri maceralarında 20. yüzyıldaki esnekliğini bulmakta zorlanacaktır. Hatta jeopolitik önceliklerinde, Washington’un belirlediği çıkarlara yakınlığına değil Amerikalı seçmene uzaklığına bakmak durumunda kalacaktır. Diğer yandan Çin’e odaklanma stratejisinde Afganistan yükünden kurtulmanın Washington’a avantajlar sağladığı da bir gerçek. 20 yıldır büyük ölçüde Afganistan’da olan Afganistan’da kalıyordu. Amerika’nın çekilmesinin sonuçlarını Afganistan’dan daha fazla küresel jeopolitikte yaşanan gelişmelerde göreceğiz. Bu artçı sarsıntılarla Türkiye de baş etmek zorunda.
Türkiye’nin Afganistan’ı
05 Aralık 2001 tarihli Bonn Anlaşması ve BM Güvenlik Konseyinin 20 Aralık 2001 tarih ve 1386 sayılı kararı ile oluşan Uluslararası Güvenlik Yardım Kuvvetine dahil olan Türkiye’nin; ABD’nin son çekilme sürecinde Afganistan krizindeki pozisyonuna göz atmakta fayda var.
Afganistan tartışması öncelikle Nisan ayında Ankara’nın gündemine Amerika’nın teklifiyle İstanbul’da yapılacağı ilan edilen “Afgan barış zirvesiyle” girmişti. Zirvenin yapılacağı Afgan taraflarca da teyit edilmesine rağmen daha sonra mutabakat zemini sağlanamadan iptal edilmişti. Ardından NATO’daki Erdoğan-Biden zirvesi öncesinde Kabil havalimanının Türkiye tarafından güvenliğinin sağlanması ve işletilmesi konusu gündeme geldi. Bu tartışma devam ederken Taliban ardı ardına şehirleri teslim almaya başladı. Ankara’nın bu planına yönelik sert açıklamalar da geldi. Türkiye’nin ise Afganistan’da Taliban’ın tekrar iktidara gelmesi karşısında verdiği tepkiler inişli çıkışlı bir seyir izledi. Önce Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından “işgal hareketi” olarak tanımlanan Taliban’a daha sonrasında soğukkanlı mesajlar verilmeye başlandı. Haziran ayındaki Erdoğan-Biden görüşmesinde beklenmedik bir şekilde gündeme gelen Kabil havalimanının güvenliğinin sağlanması ve işletilmesi meselesi, Taliban’ın, iktidara gelmezden evvel dışarıdan bir ülkeyle yaşadığı ilk sürtüşme haline geldi.
Oysa Türkiye’nin Afganistan’la ilişkilerinin, özellikle de son 20 yılda, -2018’den itibaren Taliban dahil- birçok dinamikle güçlendirildiği ve belli bir derinlik kazandığı da biliniyor. Zira Rus işgaline direniş ve sonrasındaki iç savaş sürecinde Ankara’nın Afganistan’la süregelen ilişkisi varlığını hep korudu. Bu ilişki zaman zaman Afganistan’ın en az Taliban kadar sorunlu unsurlarıyla sekter bir tabiata sahip olsa da Ankara’nın Afganistan ilgisine vesile de oldu.
Taliban’ın 2015 sonrası başlayan yeniden diril(til)mesi sürecinde de Ankara aktif rol aldı. Taliban’la, tıpkı ABD ve bölgedeki diğer ülkeler gibi, bugün kamuoyuna açık bir şekilde telaffuz edilen temasın 2018 sonrasında temellerinin oluştuğu görülüyor. Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) 2001 işgali sonrasında ise koalisyon güçleri içerisinde önemli görevler ifa etti. 2004-2006 arasında NATO’nun Afganistan’daki en kıdemli temsilcisi Türkiye’den Hikmet Çetin oldu. Taliban dışındaki farklı grupların Türkiye ile yakın ilişkilerinin yanında ülkedeki TSK varlığı ve Türkiye Kalkınma ve İşbirliği Ajansı (TİKA) faaliyetleri başta olmak üzere Ankara’nın Afganistan’da ağırlığı bulunuyor. Ancak bu ağırlığın ilişkileri belli bir derinliğe kavuşturmanın ötesine geçecek bir kapasite üretmesi kolay değil. Zaten bu durumu Afganistan meselesinin Türkiye’de ele alınma düzeyine bakarak da tespit etmek mümkün.
Oldukça önemli bu jeopolitik gelişme, Türkiye gündemini kimlik tartışmaları ve göç krizi üzerinden şekillendirdi. Afgan göçmenlerin son iki yıldır yoğunlaşarak gelmeye başlaması bu tartışmaların daha da alevlenmesine ve Afganistan’da yaşanan krizi tartışmaktan çok iç siyasi kamplaşmada malzeme olmasına yol açtı. Irkçı ve İslamofob tepkilere varan bu yaklaşım elbette Deobandilik, Peştun milliyetçiliği, Hazaralar, Afganistan’ın komşularının pozisyonları, terörizm, Afganistan’ın coğrafi konum olarak Orta Asya’nın İsviçre’si diye tarif edilip imparatorluklar çöplüğü olarak anılması, insanlık trajedisine dönüşen 40 yıllık kriz ve Orta Asya jeopolitiğinin Türkiye için anlamıyla da fazlaca ilgili değil. Aksine hızla 1990’ların laiklik-şeriat kısır dünyası içerisinden keskin hükümler havada uçuşmaya başladı. Hem de 1996-1997’de Taliban iktidara geldiğinde toplum mühendisliğinin en ilkel uygulamalarını hayata geçirirken Türkiye’de neler yaşandığını da tamamen unutarak. Hülasa, Türkiye’de Kemalistlerin büyük bir kısmı “Taliban Kemalizm ilan edecek” diye dehşete kapılırken, muhafazakarların bir kısmı da “Taliban ikinci kez Kemalizm ilan edecek” diye sevince boğuldular. Afganistan ekonomi-politiğini ve küresel jeopolitiği kelimenin tam anlamıyla ıskalayan bu zihinsel daralmanın sebebi, Türkiye’deki siyasal ufkun kardeş olduğundan bihaber çatıştığını zanneden Kemalizm’den mütevellit kimliklere sıkışmış olmasıdır. Oysa büyük ölçüde batıdan tercüme bir okur yazarlıkla, Afganistan’ı salt Taliban zihniyeti tarafından kadınların hayattan menedilmesi üzerinden okuyanlar, kadınların askere bile alındığı Sovyet destekli “seküler” Afgan rejimini yıkanın da aynı Batı’nın çabaları olduğunu hatırlamıyorlar. Ayrıca Ankara’nın Afganistan’da jeopolitik bir derinliğe kavuşması, yakın dönemde küresel jeopolitiği şekillendirecek gerilim ve fay hatlarında Türkiye’ye bir siyasal sermaye birikimi olarak yansıyacağı gerçeği de pek gündemlerinde değil.
Öncellikle Taliban’lı yeniden bir iç savaş senaryosunda bölgesel ülkelerin Afganistan’da ve Orta Asya’da alan kazanması Ankara’nın çıkarlarını negatif etkileyecektir. Bu yönüyle özellikle Kuzey’de bir gerilim yaşanmaması ya da Kuzey İttifakı’ndaki aktörlerin caydırıcı bir güce sahip olmaları, Türki cumhuriyetlere Rusya’nın penetrasyonunu sınırlayacaktır. Benzer şekilde Vahan Koridoru bölgesinden Çin’in müdahalesine caydırıcı olacak bir istikrarın yakalanması da önemlidir. Ancak bu jeopolitik ve stratejik okumaların Ankara için ciddi bir şekilde politikaya dönüşmesinin önündeki engel sadece Afganistan meselesinin Oryantalist bir İslamofobik veya fantastik bir muhafazakâr dille ele alınması değildir. Aynı zamanda Ankara’nın içine düştüğü popülist siyasal aklın da bu nevi jeopolitik genişlemeyi ve derinliği taşıması zor görülmektedir. Zira dünyadaki bütün örneklerinde de varid olduğu üzere daralma ve küçülme ideolojisine denk gelen milliyetçi popülizm, ülke içerisinde toplumsal kucaklamayı erozyona uğratırken ülke dışında da jeopolitik derinleşmeden uzaklaşır.
Ağustos ayı boyunca Afganistan krizine dair ne Savunma Bakanı ne de Dışişleri Bakanı düzeyinde derli toplu bir değerlendirmenin yapılmamış olması, sorunun bir lojistik operasyon konusuna indirgenmesi, bölgesel jeopolitik risk analizinin ve projeksiyonların telaffuz bile edilmemesi de bu durumu teyit etmektedir. Afganistan krizi salt bir tahliye ve göç tartışmasına sıkışarak muhtemel domino etkilerine dair ciddiye alınacak bir perspektif ortaya konamamıştır. Oysa Amerikan yenilgisinin bölgemizi ama özellikle de küresel jeopolitiği etkileyecek sonuçları olacağını şimdiden söyleyebiliriz.
Ankara’nın Afganistan gündemi önce Amerika ile ilişkiler bağlamında ele alınsa da kısa sürede mevzu Taliban tartışmasına dönüştü. Tartışma burada da kalmayarak Türkiye’deki Afgan mültecilere odaklanarak iç siyasetin bir gerilim noktası haline geldi. 20 Temmuz Kıbrıs adımlarına benzer bir şekilde önemli bir dış politika başlığı hızla Türkiye’nin iç siyasi gündeminin tartışmasına dönüşmüş oldu. Dolayısıyla sırtında iç siyasal yükle ve bağlamla ele alınmak zorunda kalınan Afganistan meselesinde verilen mesajlar ön hazırlığın yeterince yapılmadığını ortaya koydu. Benzer şekilde muhalefet partilerinin Afganistan krizini ele alışları da başka bir krize işaret etmektedir. Amerika’nın Afganistan çekilmesi gibi önemli bir hadisede, Afganistan’a dair tutarlı ve içerikli bir tek cümle kurmadan meseleyi mülteci sorununa indirgediler. Sonuçta bu önemli jeopolitik gelişme “Kabil emniyetli değilse Ankara güvende olmaz” hamasetiyle “Afganistan’da ne işimiz var” akıl tutulması arasına sıkıştırılıp, anlamsızlaştırıldı.
Öncelikle Afganistan ve Kabil Havalimanı meselesi, ciddi bir güvenlik operasyonu olduğu gerçeğinden uzak “işletilmesinin devralınması” şeklinde naif bir yaklaşımla ele alındı. Amerika’nın talebine Washington’la ilişkiler bağlamında olumlu yanıt verilmesi kendi içerisinde tutarlı bir adımdı. Ancak bu adımın hem Washington’la sessiz bir şekilde yürütülmemesi ve salt Türkiye-ABD arasındaki bir mesele olarak okunması elbette soruna yol açtı. İkincisi Afganistan gerçeklerinin göz ardı edilmesinin yanında, havalimanının beraber işletilmesinin telaffuz edildiği Pakistan’ın yıllardır Afganistan’da oynadığı rolün de dikkate alınmadığı görüldü. Son olarak TSK unsurlarının Afganistan’dan çekilmesine rağmen Ankara’nın havalimanını işletme arzusu tekrarlandı.
Bu tartışmalar bir hafta içerisinde Taliban’ın Kabil’i ele geçirmesi ve havalimanındaki katliamın ardından Taliban’la müzakere edilen “havalimanını işletme teklifine” dönüştü. Sadece iki hafta içerisindeki bu denli birbirini nesh eden yaklaşım ve pozisyonların ortaya çıkması bile sürecin kırılganlığına işaret etmektedir. Ankara’dan Afganistan’da yaşanan jeopolitik depreme dair daha muhtevalı ve muhtemel artçı siyasal sarsıntılarına dair de politik bir vizyon içeren yaklaşımların ortaya çıkmaması yakın döneme ilişkin projeksiyonlarının da derinliği hakkında bir fikir veriyor.
Türkiye’nin veya benzer askeri-ekonomik güçteki bir başka ülkenin, komşusu olmayan Afganistan’da, fiilen yapabileceklerinin sınırlı olduğu gerçeği akıldan çıkarılmamalıdır. Bu yönüyle, Kabil havalimanını işletme fikri Ankara açısından oldukça rasyonel, şartlar hazırlandığında hayata geçirilebilir ve doğru hamledir. Eğer Afganistan’da görece bir istikrar yakalanabilirse Türkiye’nin bu adımı atabilmesi çıkarları ve Orta Asya jeopolitik kapasitesini tahkim etmesi açısından yerinde olacaktır. Burada asıl üzerinde durulması gereken, bir aylık süreçte, Ankara’nın, ABD’nin çekilmesinin Afganistan’ı aşan boyutuna dair jeopolitik hazırlığıdır. Zira gelinen aşamada Afganistan sonrası küresel jeopolitikte orta vadede yaşanacak gelişmelere hazırlık yapmak, Afganistan’da varlık göstermekten daha zorlu bir imtihan olabilir. Bu yeni küresel jeopolitik kayışın izlerini Afganistan işgaline ve ABD’nin çekilmesi sonrasında diğer aktörlerin muhtemel pozisyonlarına bakarak sürebiliriz.
Taliban’dan Taliban’a Afganistan Krizi
Afganistan’ın işgalinin, tıpkı Irak’ın işgali gibi, bugün hala ne Amerikalıları ne de dünyayı ikna edecek bir cevabı bulunmuyor. Amerika’nın II. Dünya Savaşı sonrası en hızlı savaş ve işgal kararı aldığı işgal Washington’un savaşa başladıktan sonra sebebini kendisinin de unuttuğu bir fenomen. Tıpkı Washington’un 1915’te 2000 yolcu taşıyan İngiliz yolcu gemisi Lusitania’nın Alman denizaltısı tarafından batırılmasıyla kendisini I. Dünya Savaşı’nda bulması gibi. Amerikalılar 10 yıl sonra Lusitania’yı hatırlıyorlardı ama savaşa niçin girdiklerini unutmuşlardı. Washington 11 Eylül’ü de hala hatırlıyor ama Afganistan’ı niçin işgal ettiklerini ne hala hatırlayabilen var ne de açıklayabilen. Benzer şekilde, bugünlerde, 20 yıl önce Amerikan işgali sırasında yazılıp çizilen sayfalar dolusu Orta Asya, Rusya, Çin ve Güney Asya jeopolitik komplolarının müellifleri de pek bir şey söylemiyorlar. Amerika’nın büyük Orta ve Güney Asya planları üzerine dökülen onca mürekkep yerini yanlışlanamaz ve doğrulanamaz başka büyük cümlelere bırakmış durumda. Ama yine de 11 Eylül’e dönüp bakmak Amerika’nın nereden başladığını ve bugün Taliban’ın tekrar niçin yeniden Kabil’i ele geçirdiğini görmek açısından değerli olabilir.
11 Eylül 2001’den tam bir hafta sonra ABD başkanı Bush’un askerî harekât için yetki almasıyla Afganistan işgalinin önü açılmıştı. 11 Eylül’ün üzerinden bir ay dahi geçmeden 7 Ekim 2001’de ise işgal harekâtı başlamıştı. Amerika’nın 11 Eylül’e verdiği bu aceleci tepki, sonrasında yaşanacakların bir işaretiydi. Washington 11 Eylül saldırılarıyla yüzleşmek, derinlemesine meseleyi ele almak ve jeopolitik bir projeksiyon yapmak yerine refleksleriyle hareket etmeyi tercih etmişti. İntikam dürtüsü mü daha etkiliydi yoksa Amerikan korkuları mı, ayırt etmek zor olsa da toplumda oluşan korkunun daha etkin olduğunu söylemek mümkün. Zira Amerika’nın kurucu sosyal muhayyilesinin omurgasını oluşturan paranoya her zaman etkili bir sürükleyici olmuştur. 20 yıl sonra Biden yönetimi benzer bir aceleci kararla Afganistan’dan çekildi.
2001’de Amerikan ulusal güvenlik ekibinin yakın tarihinin en tecrübeli ve vizyoner isimlerinden oluştuğu düşünülüyordu. Ancak ekibin tam anlamıyla hemfikir isimlerden meydana gelmesi ciddi bir kör nokta oluşmasına yol açmıştı. 11 Eylül saldırısını terörle mücadele parantezine almak yerine Afganistan ve Irak’a uzanan işgallere dönüştürme girişimleri ciddi anlamda eleştirilmişti. Ancak hem 11 Eylül’ün oluşturduğu travmayı siyasal bir rüzgâra dönüştürerek hem de bütün fiili adımları birkaç hafta içerisinde atarak gelen eleştirileri baskılamışlardı. 11 Eylül’den 20 yıl sonra iktidara gelen Biden hem kendisi hem de ekibi Amerika’nın Bush sonrası en tecrübeli ekibi olarak kabul ediliyor. Biden’ın 40 yıla varan devlet birikimi ile güvenlik ve dış politika pozisyonlarına atadığı oldukça tecrübeli isimlerin radikal güvenlik ve dış politika adımları atmayacağı farz ediliyordu.
Dünya açısından Washington’da Trump döneminden farklı olarak ahenkli bir dış politika ekibinin olması avantajlar sağladığı gibi aralarındaki bu mutabakat, esneklikleri yok ederek bazı dosyalarda tıkanmalara da yol açabileceği görülüyordu. Bu körleşmenin Washington’u yıllardır açıklaması zor sürreelpolitik krizlere sürüklemesinin her seferinde reelpolitik olarak tasvir edilmesi de ayrı bir zihinsel karmaşaya denk gelmektedir. Zira entelektüel ve vizyon insicamı her zaman başarıyı getirmemekte bazen de farklı bakış açılarını engelleyerek klik düşünme biçimine yol açmaktadır. Bu ise dış politika başlıklarında keskin bir yaklaşımın önünü açmaktadır. En son oğul Bush döneminde bir araya gelen ekip 11 Eylül sürecini yönetememiş ve Amerika’nın son 20 yıldır içinden çıkamadığı Ortadoğu krizine sebep olmuşlardı. Ağustos ayı içerisinde ABD’nin Afganistan’dan çekilişi Bush sendromunun tekrarı oldu. ABD Afganistan’ı hangi hızla işgale başladıysa benzer bir acele ve plansızlıkla da terk etti. 2001’de Taliban’dan aldığı Afganistan’ı 20 yıl sonra Taliban’a bırakarak terk etti. Taliban devlet-dışı müstakil bir örgütlenme ile çeyrek yüzyıl içerisinde Afganistan gibi zorlu bir ülkede ikinci kez iktidara gelmiş oldu.
Taliban’ın iktidara gelişinin ilk anda oluşturduğu jeopolitik depremin bölgesel ve küresel yakın dönem sonuçlarına dair keskin kanaatler serdetmek için henüz oldukça erken. Öncelikle 20 yıldır ülkeyi işgal eden bir aktör olarak ABD’nin Afganistan’da oldukça ciddi bir güvenlik ve lojistik altyapısı oluşturduğu, savaş dışında da yüz milyarlarca dolarlık kurumsallaşma harcaması yaptığı bunun sonunda da Afgan siyasal ve güvenlik altyapısının inşa edildiğine dair ciddi bir kanaat bulunmaktaydı. Bu duruma Biden’ın temmuz başında yaptığı açıklamalarda “Afgan hükümetinin ve ordusunun dağılmayacağına” dair verdiği güvencelerin de etkisi oldu. Ancak 2017’den itibaren Amerikan istihbarat kaynaklarından sızan haberlere ve bilgilere bakıldığında, Trump’ın Doha’da Taliban’la müzakere sürecini başlatmadan önce Taliban’ın Afganistan’ı tekrar ele geçire(bile)ceğine dair projeksiyonun güçlü şekilde yapıldığı görülecektir.
Aynı dönemde, Trump yönetiminde yaşanan kurumsal kaos bu durumun ciddi bir tehdit olarak görülmesini engellendi. Zira Pentagon ve askeri istihbarat kaynakları aksi yönde değerlendirmeler yaparken, Amerikan Merkezi İstihbarat Teşkilatı CIA mahreçli bilgiler ve haberlerde kötümser senaryo daha fazla dikkat çekiyordu. 20 yıl önce işgal sırasında ABD’le beraber savaşan unsurlar nasıl haftalar içerisinde -ciddi bir çatışma yaşamadan- Taliban’dan Kabil ve Kandahar’ı aldılarsa benzer bir gelişme tersten tekrar yaşandı. Sonuçta ABD’nin resmi pozisyonuna dönüşen “Afgan ordusunun ve hükümetinin bu kadar hızlı çökmesini beklemedikleri” iddiası, özellikle son üç yıldır Afganistan’da yaşanan gerçeklikle örtüşmediği gibi Amerikan istihbaratının kamuoyuna mal olmuş değerlendirmeleriyle de çelişmektedir.
Biden, iktidarının birinci yılı dolmadan, Trump’ın başlattığı süreci hitama erdirerek hem sorumluluğu paylaşmamak hem de Afganistan dosyasını kapatmak istedi. Ancak Amerika’nın Afganistan’daki askeri varlığını çekmesiyle Afganistan’dan kopması arasında ciddi bir fark bulunmaktadır. Zira bölgesel aktörlerin hiç birisi son üç yıldır Washington kadar Taliban yönetimiyle zaman geçirmediler. Hatta belli bir noktada Doha’da yaşanan Taliban-Afganistan mesaisinin Kabil’deki Afganistan mesaisinden daha yoğun ve içerikli olduğu da tespit edilmektedir. Kaldı ki çekilme haftasında tam anlamıyla bir kaosa dönüşen süreçte bizzat Biden’ın ağzından Amerika’nın Taliban’la “yakın temasta” olduğu da duyuruldu.
Doha sürecinde Taliban yönetimiyle gelişen ilişkinin ABD’nin çekilmesi sonrası da Afganistan standartlarında rasyonelleşmeye devam etmesi mümkün. Bu durumu bozacak yeni bir iç savaş, Taliban yönetimin 1990’lardaki uygulamalarına geri dönmesi ve bölgesel aktörlerin müdahaleleri olmadığı sürece Afganistan’ın Taliban’la belli bir düzeyde istikrarlı sayfa açması beklenebilir. Ayrıca 2001’den bu yana Taliban liderliği de ciddi kırılmalar yaşadı. 20 yılın ardından Taliban’ın uluslararası aktörlerle temasını gerçekleştiren siyasi liderliği ile sahadaki askeri liderliği arasında da mesafe oluşmuş durumda. Bir tarafta Tacik ve Özbek unsurlarla kan davasına dönüşen ilişkileri son on yılda tamir etmek için adımlar atan Taliban yönetimi, diğer yanda her an etnik bir çatışmanın fitilini ateşlemeye hazır Taliban unsurları var. Bir tarafta ABD ile müzakere eden diğer yandan Kabil güvenliğini Hakkani örgütüne teslim eden Taliban. Bu mesafenin, başka bir ifade ile “iki Taliban’ın” varlığının insicamlı bir şekilde süreçleri yürütmesine ne kadar müsaade edeceği bir yana, ikinci ya da “yeni Taliban”ın müzakere masası devrilmemesi adına takındığı tutumun kendisine son 3-4 yıldır bir kapasite, kredi veya kabiliyet transfer etmemiş olmaması ayrıca hesap edilmesi gereken bir dinamik.
Ayrıca Taliban’ın son 20 yıl boyunca içinden geçtiği süreçlerde belli bir dönüşüm yaşamış olsa da bu değişimin yapısal olmaktan çok taktiksel kapasitesinin ve pragmatizminin gelişmesiyle sınırlı olduğunu görmek gerekiyor. Zira 20 yıl içerisinde Afganistan’da yeni bir jenerasyon ortaya çıktığı gibi Taliban dışındaki aktörler de belli dönüşümler yaşadılar. Taliban’ın 25 yıl önce girdiği Kabil de tıpkı Afganistan gibi değişimler yaşadı. Benzer durum Afganistan’ın komşularının pozisyonu için de geçerli. Dolayısıyla Taliban istese de 1996’ın Afganistan’ını canlandırarak istikrar sağlayamaz. Zira 1996 Afganistan’ının Taliban’a sunacağı tek şey iç savaşın yeniden başlaması olacaktır.
Taliban savaş dışındaki her senaryoda hem iç aktörlerle hem de dış güçlerle belli bir mutabakat ve uzlaşma aramak zorunda kalacak. Başta ekonomik hayatın asgari düzeyde işlevsel kalabilmesi zorunluluğu bu uzlaşmayı icbar edecektir. Taliban’a jeopolitik yatırım yapma ihtimali ve kapasitesi olan tek komşusu Çin de Taliban’ın iç savaşına değil inşa edip sürdürebilir kılacağı istikrara ekonomik yatırım yapabilir. Diğer bir sıkıntı da yeniden örgütlenmeye başlayan Taliban karşıtı Kuzey İttifakının verdikleri direniş mesajlarının Afganistan’da belirsizliğin korunmasına yol açmasıdır. Ancak Pençşir’in de tıpkı Taliban gibi yeni bir iç savaş için öncelikle sürdürülebilir bir “sponsor” bulması gerekmektedir. Diğer yandan Kuzey’deki aktörlerin güçlü olması ve Taliban’ı kuzeyden uzak tutmaları Türki Cumhuriyetlerin Rusya ile yeni askeri hareketliliğe girmelerini engelleyecektir. Pençşir’den gelen heyecanlı açıklamalara ve bazı çatışmalara rağmen ilk anda iç savaş senaryosunun güçlenmediğini görmek sevindirici. Nitekim Kuzey İttifakı’nın öncelikli girişiminin mutabakat olması beklenmektedir. Bu durum ise Taliban’ın ne kadar mutedil davranacağıyla doğrudan şekillenecektir. Bu noktada yaşanan krizde, paydaş ülkelerin alacakları pozisyonların belirleyici olacağı söylenebilir.
Post-Afganistan ve Amerika
Taliban’ı 2001’de deviren ABD, 2014’le birlikte Guantanamo’dan bırakılmaya başlayan Taliban unsurlarının ardından 2018’de Pakistan’daki Taliban lideri Abdulgani Birader’i de hapisten çıkararak yeni bir siyasal zemin için Doha’da müzakereleri başlattı. Hem dışişleri bakanı hem de başkan düzeyinde muhatap aldığı Taliban’la yoğun bir mesai harcadı. Trump yönetiminin Afganistan’da şümullü bir siyasal mutabakat ve sürdürülebilir bir jeopolitik zemin inşa etmek yerine attığı adımlar, ABD’nin çekilmesini Afganistan’da bir çöküşe dönüştürdü. Trump, bir an evvel Taliban’ı bir çizgiye getirmek ya da risklerini ve idamesini umursamadan herhangi bir anlaşmanın sağlanması için uğraştı. Zira 2020 Kasım seçimlerine Afganistan’da “son noktayı koyan Başkan” kredisiyle girmek istiyordu. Bu durum görüşmelerde Kabil hükümetinin dışarıda bırakılmasına, 5.000’den fazla Taliban unsurunun serbest kalmasına ve karşılığında da ciddi hiçbir Taliban adımının olmamasına yol açtı. Trump sonrası yeni ABD yönetimi de bu “anlaşmayı” sorgulamak veya tadilata tabi tutmak yerine, Biden’ın ilk senesinde risk alarak daha sonraki yıllarda oluşacak siyasal hasar yerine ciddi bir fizibilite yapmaksızın kaotik çekilme kararını hayata geçirdi.
Bütün bu sürecin Afganistan’da bir siyasal mutabakat hükümeti ile sonuçlanması beklenirken Kabil’deki hükümet ani bir şekilde çökmüş oldu. Birçok önemli şehrin hiçbir çatışma olmaksızın Taliban’a teslim olmasının yanında Kabil hükümetinin de sessizce iktidarı Taliban’a teslim etmiş olması akıllara birçok soru işaretini getirmektedir. Bu sorulara Taliban’ın Washington’la süreci beraber yürüttüğünü gösteren adımları ve açıklamaları da eklenince yaşananları ani bir gelişme, Kabil hükümeti ve ordusunun hızlı çöküşü olarak kabul etmek mümkün olmuyor.
Önümüzdeki aylarda yabancı unsurların Afganistan’dan tam anlamıyla çekilmesiyle Haziran-Ağustos arasında yaşanan hızlı gelişmelerin anlamı daha iyi anlaşılacaktır. Ancak bugün itibariyle her ne kadar Kuzey’de örgütlenmeye başlayan yapılar olsa da ne Taliban’ın ne de diğer unsurların ilk senaryosunun yeniden iç savaşa dönmek olmadığı anlaşılıyor. Bu durum Taliban yönetiminin ilk anda verdiği güvencelerin sürdürüldüğü senaryoda yeni bir rasyonel zeminin oluşmasını hem bölgesel hem de küresel aktörler için kullanışlı hale getirecektir. Washington’un ilk kaos görüntülerinin ardından verdiği mesajlar da bu tabloyu teyit etmektedir. Amerikan küresel jeopolitiğinde Afganistan’dan çekilmenin Washington açısından pozitif bir adıma denk geldiğini de görmek gerekiyor. ABD yeni dönemde “Rusya’yı sınırlama, Çin’i püskürtme” şeklinde kodifiye ettiği stratejisine odaklanmasının önemli adımlarından birisinin Afganistan dosyasını kapatması olduğu değerlendirilmelidir. Bu durumun yansımalarını her iki başlıkta atılacak adımlarda görmemiz orta vadede mümkündür.
Endişeli Kazananlar: Rusya ve Çin
Orta Asya jeopolitiği 20 yıl önceki Amerikan işgali sırasında içinde bulunduğu halden bugün oldukça uzakta. 2001 işgali sırasında hem Moskova hem de Çin Washington’la karşı karşıya gelmek bir yana birçok başlıkta iş birliği yapmışlardı. Rusya o dönemde ABD ile iş birliğini yeniden küresel sahneye çıkmakta bir basamak, Çin ise Uygur İslami hareketini bastırmakta bir araç olarak görüyordu. Her iki aktörün de istediklerinin ciddi bir kısmını aldıklarını söyleyebiliriz. Washington da Afganistan işgalinde bu iki bölgesel gücün yönetilebilir olmasından dolayı memnundu. Ancak 2003’te Gürcistan’da, 2004’te Ukrayna’da ve 2005’te Kırgızistan’da başlayan renkli devrimler hem Orta Asya ülkelerinin pozisyonunu hem de Rusya’nın ve Çin’in yaklaşımlarını değiştirdi.
2001 işgali sırasında Özbekistan ve Kırgızistan’a yerleşen Amerikan silahlı güçlerinin varlığı sorgulanır oldu. Devrimlerin domino etkisinden çekinen Taşkent 2005’te Amerikan üslerini kapatma kararı aldı ve 2006’da Rusya liderliğinde yeni kurulan Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü’ne (CSTO) katıldı. Bu gelişme elbette Manas’a da sıçradı. Manas’taki ABD üssünün kaderi tartışılırken Rusya CSTO’nun faaliyetlerini genişleterek Amerikan üssüne yakın bir üs kurmanın yanında Tacikistan’la da beş bin asker bulunduracağı yeni bir anlaşmaya vardı. Benzer şekilde Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in 2013 yılında Kuşak ve Yol Girişimi’ni, Kazakistan’daki Nazarbayev Üniversitesi’nde yaptığı bir konuşmada duyurması da tesadüf değildi. Aynı dönemde Obama yönetiminin perspektifi olmayan ve kararsız yaklaşımları eşliğinde ABD Manas’tan da çekildi. Washington “Afgan tuzağında” meşgulken Moskova ve Pekin alabilecekleri azami mesafeyi almaya gayret gösterdiler.
Bültenimize Üye Olabilirsiniz
Rusya ve Çin’in son 20 yıldaki Orta Asya hamlelerine dikkatlice bakıldığında Afganistan’ın resimdeki eksik yeri hemen fark edilebilir. Dolayısıyla her iki gücün Orta Asya karnesinin hızla Afganistan’a teşmil edilmesi mümkün olmayacaktır. Bu noktada Amerikan jeopolitik geri çekilişinin Orta Asya sahnesinin diğer alanlardan daha insicamlı olmasını kimse beklemiyordu. Hatta Ortadoğu’dan geri çekilişle mukayese edildiğinde oldukça intizamlı olduğu bile söylenebilir. Bu yönüyle Orta Asya post-Amerikan dönemi bir jeopolitik boşluğa denk gelmemektedir. Aksine bölgenin son 20. yüzyıl iktidarlarının siyasal reenkarnasyon ile daha güçlü bir şekilde dirilmesini görüyoruz. Ancak Amerikan yenilgisinin bu aktörlerin zaferine dönüşmesi için oldukça büyük sorunlar yumağının çözülmesine ve sürdürülebilir bir düzenin ihdasına bağlı olduğunu akıldan çıkarmamak gerekiyor. Hali hazırda Rusya ve Çin, kendi demokratik krizlerini belli bir seviyede çözmeden veya en azından yönetilebilir kılmadan kapasitelerini genişletmekte zorlanacaklardır. Zira Rusya’nın sert güç, Çin’in ekonomik güç kapasitesini genişletebilmesi ve sürdürülebilir kılması demokratikleşme sınırına/sorununa dayanmış durumda. Her iki gücün de demokratik bir kaldıraç olmadan bugünkü güçlerinin çok ötesine geçmelerinin yolu reformdan geçiyor. Bugünkü haliyle Orta Asya bu reformları değil, aksine daralmayı sunmaktadır.
Rusya açısından, 1980’lerde çok daha ağır bir şekilde yaşadığı Afganistan yenilgisinin Amerika tarafından da tadılmasının hazzı bir kenara bırakılacak olursa, Moskova’nın müstakil olarak Afganistan’a dair ciddiye alınacak adımlar atmasını hemen beklememek gerekiyor. Zira ABD’nin günlük 300 milyon doları, toplamda 2 trilyon doları geçen 20 yıllık en pahalı askeri macerası Moskova için yeterince tedirgin edici bir duruma denk geliyor. Taliban’ı resmi olarak terörist örgüt olarak tanıyan Moskova, temmuz ayında Taliban temsilcilerini Rusya’da ağırlamıştı. Rusya’nın Afganistan’la doğrudan kesişen jeopolitik çıkarları neredeyse yok mesabesindeyken, 1980’lerin Afgan travması da Rus siyasal ve güvenlik muhayyilesindeki yerini koruyor. Moskova için Afganistan’ın en pratik jeopolitik değeri Rusya’nın (Türkmenistan hariç) serbest dolaşıma sahip olduğu Orta Asya devletlerine Kabil mahreçli krizlerin yansımamasıdır. Afgan sınırına yakın bir noktada, bölgedeki en büyük askeri üssüne Tacikistan’da sahip olan Rusya, Kabil’deki sefaretini Taliban korumasında açık tutmaya devam ediyor. Rusya’nın diğer ülkeler gibi kısa vadede süreci izlemek ve değerlendirmekle geçireceğini öngörmek ilk senaryo olarak değerlendirilebilir. Benzer bir senaryoyu Çin için de telaffuz edenler çoğunlukta.
Taliban’ın yönetime gelmesiyle birlikte, Çin’in jeopolitik pozisyonuna dair abartılı analiz ve yorumlar bir yana bırakılırsa; Pekin’in henüz başı sonu belli bir yaklaşımı olduğunu söylemek zor. Diğer birçok örnekte olduğu gibi Çin’in iktidar olan aktörle ilişkilerini koruyacağını ifade etmesi de bu aşamada üzerine fazlaca anlam yüklenilmemesi gereken bir adım olarak okunmalıdır. Elbette Amerika’nın, 20 yıllık işgalin ardından Afganistan’dan çekilmesi Çin açısından olumlu bir gelişme olduğu gibi alan kazanmasına da imkân veren bir durumdur. Ancak Pekin’in bu durumu ihtiyatlı bir şekilde ele aldığını görüyoruz. Zira Çin açısından ABD’nin Afganistan’dan çekilmesinin birinci çıktısı Pekin üzerindeki baskıyı artıracak kapasitesinin daha da genişlemesi anlamına geliyor. Son 20 yıl boyunca Afganistan ve Irak’la hem maddi hem de askeri olarak meşgul olan Washington, Pekin’in küresel ekonomi-politik ve jeopolitik arenada alan kazanmasına yardımcı olmuştu. Şimdi bu başlıklar de facto ortadan kalkmış oluyor.
Taliban liderleriyle Afganistan’ın en zengin ve güçlü komşusu Çin yönetimi arasında sıcak mesaj alışverişini de bu aşamada jeopolitik eksen etrafında okumak gerçekçi olmayacaktır. Kaşgar ve Sincan’a komşu olan Afganistan’ın Çin açısından üç başlıkta stratejik önemi bulunuyor. Uygur meselesi, Çin’in ‘kuşak ve yol’ projesi, son olarak da eğer istikrar sağlanırsa Afganistan’da altyapı yatırımları Pekin’in odağında. Afganistan’ın istikrarsızlığı Çin’in ‘kuşak ve yol’ projesini bölgede doğrudan olumsuz etkiledi. Her üç başlığın da Pekin açısından tek bir çıktısı bulunuyor: Afganistan’da istikrarın sağlanması. Çin Uygur Türklerine karşı yürüttüğü asimilasyon politikalarına karşı oluşabilecek ciddi bir direnişten dolayı da Afganistan’la sınırı olan Vahan Koridoru’nun kendisi için güvenli olmasını istiyor. Hali hazırda Doğu Türkistan İslami Hareketi’nden (DTİH) unsurlar bu bölgede bulunuyorlar. Taliban’ın reel politik bir yaklaşımla bu koridoru Pekin lehine güvence altına alması beklenebilir. Ancak Peştun olmayan ve yıllar içerisinde DTİH’le ilişki içerisinde olan Taliban unsurlarının bu adımı zorlaştıracağı da biliniyor. Yukarıdaki başlıkları akılda tutarak, Taliban’ın yönetimi devralmasından bu yana Pekin’le yaşadığı sıcak temasları ve mesaj alışverişini jeopolitik bir okuma yapmak için erken ancak pozitif bir başlangıç olarak kabul etmek gerekir.
Talibansız Yapamayanlar: İran ve Pakistan
Pakistan’ın ve İran’ın hem Afganistan’ı şekillendiren hem de kendilerini doğrudan etkileyen binlerce kilometrelik sınırları göz önüne alındığında Afganistan’ın jeopolitik, ekonomik ve demografik mütemmim cüzünden bahsetmiş oluyoruz. Taliban kuruluşunda, işgal sırasında, devrilişinde ve tekrar küllerinden dirilmesinde her iki ülke de kilit roldeydiler. İran, ABD ile 2001 işgali sırasında dolaylı bir şekilde ortak çalışmış, Taliban’ın devrilmesinde rol oynamıştı. 2001 işgalinde ABD’ye Afganistan’da Taliban’a karşı İran adına yardım eden isim Bağdat’ta 2019 sonunda Washington tarafından öldürülen Kasım Süleymani’ydi. Süleymani’yi hedefe koyan sebeplerden birisi de 2018-19’da Afganistan’da gruplara vermeye başladığı destekti. İran, aradan geçen 20 yılın ardından, Taliban’ın tekrar iktidara gelmesinden ve ABD’nin çekilmesinden memnun. İran’ın Afganistan ile 1000 kilometreye yakın sınırı bulunuyor. 3 milyona yakın Afganlı İran’da yaşıyor. Tahran Afganistan’daki DAİŞ benzeri gruplardan (DAİŞ-H) ciddi şekilde rahatsız. Temmuz’da Taliban heyetini Tahran’da kabul eden İran, Afganistan’da iç savaşın geçmişteki gibi tarafı olmaksızın Taliban üzerinde nüfuz inşa etmek isteyecektir. Kabil sefaretini kapatmayan İran’ın bu aşamada Taliban karşıtı bir pozisyon almaması öngörülmektedir.
Pakistan ulusal güvenlik ekibinden, özellikle de Servisler Arası İstihbarat (ISI) teşkilatından gelen açıklamalar Taliban’ın tekrar iktidara gelmesinden mutlu olduklarını gösteriyor. ISI’nin, önce 1980’lerde Sovyet işgaline karşı verdiği mücadelede ve daha sonra yakın zamanda ABD destekli Afgan hükümetine karşı isyanında, grubu destekleme konusunda uzun bir geçmişi var. Pakistan, bölgedeki hedeflerine ulaşmak için ABD ile çalıştığını ve bunun için bol miktarda ABD yardımı aldığını açıkça belirtse de aynı zamanda Taliban’ı da destekliyordu. Pakistan hem ABD’ye hem de Çin’e ve Hindistan’a karşı bundan sonra Afganistan’da atılacak adımlarda vazgeçilmez bir karar verici konumuna oturduğunu düşünüyor. Bu belli doğruları içeren bir düşünme biçimi olmakla beraber Pakistan’ı araçsallaştırmasının yanında Orta Asya ve Afganistan jeopolitiğine Washington’un ilgisinin son 20 yıldan çok farklı olacağını hesap etmeyen bir yaklaşım.
Washington’da hemen herkes Pakistan’ı Taliban’ın 2001’deki küllerinden yeniden doğmasını sağlayan aktör olarak görüyor. İslamabad ise Amerika’yı Pakistan’ı günah keçisi ilan etmekle suçluyor. İmran Han’ın, Taliban’ın zaferini “köleliğin zincirlerini kırması” olarak tarif eden bir tweet atıp ardından silmesi hem Pakistan’ın mütereddit halini hem de Hindistan’a karşı önemli bir jeopolitik mevzi kazandığını gösteriyor. Ancak 25 yıl önce de olduğu gibi savaşan bir Taliban’la zafer kazanan bir Taliban’ı Pakistan’ın kontrol etme sınırları birbirinden farklı olacaktır. İslamabad’ın daha büyük sorunu ise adım adım kendisini oturttuğu ve kolay yönetemeyeceği jeopolitik eksen. ABD’nin Pekin karşısında Hindistan’a stratejik ortak olarak yatırım yapması Pakistan’ın Çin’in “ekonomik koridoru” haline dönüşme sürecine itmeye devam ediyor. Bu durum İslamabad’ın Pekin-Washington arasında jeopolitik ve ekonomik sıkışma yaşamasına yol açıyor.
Afgan Tuzağından Amerikan Tuzağına
2014’te ISI’nın eski başkanı General Hamid Gül, “Tarih yazıldığında, ISI’nın Sovyetler Birliği’ni Amerika’nın yardımıyla Afganistan’da yendiği söylenecek. Sonra bir cümle daha gelecek. ISI, Amerika’nın yardımıyla Amerika’yı yendi” demişti. General Gül’ün haklı çıktığı söylemek gerekiyor. Zira Amerika 3 Temmuz 1979’da kendisinin kurduğu ve 18 Eylül’de Bush’un ilk imzasıyla gönüllü olarak içine düştüğü Afgan tuzağıyla 40 yılı aşkın süredir meşgul oluyordu.
2021 yazında Amerika’nın Afganistan’dan çekilmesi elbette bir yenilgidir. Tıpkı Churchill’in henüz bir aylık taze başbakanken, Dunkirk’ten askerlerini zorlu ama başarılı bir harekatla çekmesinin ardından dediği gibi: “savaşlar tahliyelerle kazanılmaz!”. Afganistan Amerika açısından asıl büyük tuzak değildir. İşin daha kötüsü Amerika’nın kurduğu her tuzağın faturasını dünyanın da bir şekilde ödemek zorunda oluşu. Washington yeni ve dünyanın geriye kalanın da belli ölçüde sahiplenebileceği bir jeopolitik perspektif kazanmadığı sürece bu maliyet riski devam edecek. Amerika’nın 20 yıldır Ortadoğu’dan Orta Asya’ya bölge haklarına felaketi yaşatan kendisini de “terörle mücadele” isimli bir jeopolitik körlüğe hapseden akıl tutulmasından çıkışı kolay değil. Kaldı ki Amerikan körlüğü bölgemiz başta olmak üzere dünyanın birçok yerinde, çoğu kez özünde bir iç politika unsuru haline gelen dış politika ve güvenlik görünümlü, “makbul bir düşmana” dönüştü.
Afgan tuzağının mucidi Brzezinski, bu körlüğü en erken fark edenlerin başında geliyordu. ‘Terörizm bir düşman değil savaş aracıdır” diyen Brzezinski, terörle mücadelenin ulusal mantra haline gelmesinin “Amerikan demokrasisini, ruhunu ve dünyadaki konumu” üzerinde “bir yıkıma yol açtığını” açıkça telaffuz ediyordu. Bugün bu yıkımlar ülkelerin birçoğu için artık standart dış politika yapımına ve güvenlik politikalarına dönüştü. Jeopolitiğin yerini alan terörle mücadelenin popülizmi tatmin ederken orta vadede ülkeleri tuzağa sürüklemesi kaçınılmaz. Amerika kendi tuzağından çıkabilir mi bilmiyoruz. CIA, Afganistan’dan çekilme sürecinde “terörle mücadeleden ziyade yükselen küresel güçlere odaklanacaklarına” dair haberler yaptırmaya başladı bile!