Ahlakın Ekonomi-Politiği: Normatif Bir Deneme
İşin özü ekonomi iyi oldukça ahlak lüks değil, ontolojinin parçası olur. İnsanlar sistemdeki yasal boşluklardan faydalanmaya tenezzül etmezler. Bilirler ki iyi işleyen bir mekanizmayı bozmak kendilerini daha fazla zorda bırakacaktır. Fakat fakirlik kapıdan girince sadece aşk değil, ahlak da özelde haneyi ve genelde ülkeyi terk eder.
Vefatına kadar oda arkadaşım da olan ümmi babaannemin sıklıkla tekrarladığı atasözlerinden biri “gün bir, öğün üç” idi. Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde fizyolojik gereksinimler olarak sayılan temel ihtiyaçlar sadece insana özgü olmayıp tüm canlıların var olabilmeleri, varlıklarını sürdürebilmeleri ve gelecek nesillere aktarabilmeleri için elzemdir. Bu ihtiyaçların piramidin üst sıralarındaki diğer ihtiyaçlara galebe çalması insanın her şeyden önce biyolojik bir varlık olarak ontolojisinin de özünü ortaya koymaktadır. İnsan elbette sadece etten, kemikten, kandan ve irinden mürekkep değildir fakat nihai kertede insana dair ürettiğimiz epistemoloji ve terminoloji hangi metodolojiyle üretilirse üretilsin bu ontolojinin üzerinde yükselmektedir. Haliyle biyolojik boyutumuz insan olarak materyal yönümüzü oluşturduğundan inkâr edilemeyecek ve/ya görmezden gelinemeyecek kadar belirgindir ve bir o kadar da belirleyicidir. İşin özü, kabaca nefes almadan beş dakika, susuz üç gün ve aç olarak da altmış gün ömrümüz vardır.
Henüz ölüme çare bulamadığımız için artık varlığımızdan bahsetmemiz de söz konusu değildir. Başka bir bakış açısıyla oksijen, su ve/ya yiyecek yokluğundan ölmeyiz, zira aslında bu yoklukların sonucunda vücudumuz yaşamsal fonksiyonlarını artık yerine getiremediğinden ölürüz. Biyolojik yönümüzü tatmin etmemizin sadece bireysel değil, toplumsal bir sonucu olarak karşımıza ekonomi çıkar. Çünkü biyolojik ihtiyaçlarımızı tatmin edebilmek için yekdiğerimize muhtaç olduğumuzdan, bir araya gelişimizle ortaya çıkan işbölümü iktisadı doğurduğu gibi işbölümünün sevk ve idaresi de siyaseti mümkün kılmaktadır.
Aristo siyaseti ahlakla özdeşleştirir. Lenin’e göre ise siyaset ekonominin en yoğun ifadesidir. Aristo ve Lenin’i mezcedersek düz mantıkla ekonomi de pek tabii siyaset gibi ahlakla özdeşleştirilebilir. Böyle bir bakış açısı bir bakıma Anayasal İktisat’ın da temellerini oluşturmaktadır. Ekonomiye Giriş (ECON101) düzeyinde malumatı olan herkes bilir ki insanın talepleri sınırsız ama dünyamızın, hatta evrenimizin kaynakları nihai kertede sınırlıdır. Hal böyleyken kanaatkârlık en kadim makro-iktisat teorisi olarak belirir ve diğerkâmlık toplumu bir arada tutabilmek için bir ahlaki meseleden öte bir toplumsal ve siyasal endişeye dönüşebilir. O yüzden nasıl ki siyaset siyasetçilere bırakılamayacak kadar önemli ise iktisat da iktisatçılara terkedilemeyecek kadar mühimdir. Aslında mefhum-i muhalifinden sadece iktisadi değil, insana dair bütün eylemler ahlakla bütünleşmediğinde ancak ahlaksızlığın yolunu açarlar.
Hepimiz Prekaryayız
Hem bireysel hem hane halkı hem de ülke ekonomisi, hatta küresel ekonomi bugün hepimizin daha fazla gündemindedir. Bu sadece kapitalizmi iliklerimize kadar içselleştirip homo economicus olduğumuzdan değildir. İçinden geçmekte olduğumuz tarihsel konjonktürün de uzantısıdır. Bunu ister tüm dünyada giderek belirginleşen emtia krizi ve başta ABD’de son kırk yılın en yüksek enflasyon sonuçlarına atfedin, ister TL’nin ABD Doları ve Euro karşısında son iki haftadaki yaklaşık %25 civarındaki değer kaybı ve bunun uzantısı olarak başta petrol ürünlerindeki zamlara atfedin, küresel toplumun bütün kesimleri yoğun bir gelecek kaygısı eşliğinde iktisadi ahvali konuşuyorlar. Öte yandan 2020 SGK verilerine göre kayıtlı işçilerin %42’sinin asgari ücretli olduğu Türkiye’de bu ücretin belirlenme çalışmaları elbette her zaman dikkat çekici olmuştur. Fakat asgari ücretin hesaplanmasındaki hipotetik dört kişilik bir ailenin geçimini sağlamayı bir tarafa bırakın, büyükşehirde yaşayan bir üniversite öğrencisinin tekil yaşam giderlerini bile sağlamadığı için yapılacak zam oranı toplumun tüm kesimlerini ilgilendirir mahiyettedir.
Entelektüel tartışmalar daha önce ülkenin nasıl orta gelir tuzağına yakalanmadan bir üst lige çıkabileceği sorusu üzerine kuruluyken, bugün bunun ekonomik darboğazdan ucuz işgücü ile çıkmak mümkün mü sorusuna evirilmesi oldukça manidardır. Yukarıda ifade ettiğim üzere iktisat, siyaset ve sosyal olan yekdiğerinden ayrılmaz bir şekilde anlam bütünlüğü oluşturduğu gibi, ekonominin psikolojiyle ilişkisi de özellikle toplumun depresif ruh halinde kendini açığa çıkarmaktadır. Bunu özellikle hayat pahalılığı, işsizlik ve gelecek kaygısıyla mücadele eden dar gelir gruplarındaki aile içi şiddet sarmalında gözlemlemek mümkündür. Bir anlamda artık hepimiz prekarya olduğumuz gerçeğiyle yüzleşirken Kafkaesk bir topluma da dönüşmekteyiz.
Ekonomik darboğazı aşmak için ihracat odaklı merkantilist bir anlayışla ticaret dengesini ülke lehine çevirme anlayışı son dönemde daha çok tartışılmaktadır. Türkiye’nin ucuz işçilikle yol alma planı bunu kaldıraç olarak kırk sene önce uygulamaya koyan Çin’in o günkü nüfusunun çok gerisinde olduğumuzdan anlamlı bir başlangıç noktası ortaya çıkmamaktadır. İhracatı sadece düşük TL ve ucuz işgücü ile arttırmak aslında günü kurtarsa bile bir anlamda yerinde saymaktan, hatta geriye gitmekten başka bir şey değildir. Çünkü katma değeri yüksek ürünler ve hizmetlerle ihracat kalitemizi artıramadığımız sürece küresel ihracat liginde bir arpa boyu yol kat edemediğimiz ayan beyan ortadadır. Zira bu anlayışın başka bir yansıması ise Bulgaristan’dan gelip Türkiye’de alışveriş yapanları gıptayla izleyen bir topluma dönüşmekten daha fazlası da değildir. Kısacası, yaşadığımız bir döviz krizinden çok daha fazlasını barındırırken zihin dünyamızda da Thomas Kuhn’un meşhur “paradigma değişikliği”ni yaşamaktayız. Bu değişikliği kabullenip ülke dışına iş aramak için çıkanların ve bu yola tevessül edenlerin sayısında günbegün artış olmaktadır. Bu durum 2001 krizinde olduğu gibi gençler arasında ülke dışında yaşama eğilimini artırmaktadır.
Bireysel ekonomi, ev ekonomisi ve ülke ekonomisi arasında ölçek ve karmaşıklık bakımından bir ilişki vardır. Lakin günün sonunda birey için geçerli olan hane halkı için geçerli olduğu gibi kamu maliyesi için de oldukça yol göstericidir. Herkes günün sonunda ayağını yorganına göre uzatmalıdır ki ayağını sıcak, başını serin tutabilsin. Eğer tüketiminizi karşılayacak geliriniz yoksa Charles Dickens’ın Zor Zamanlar’ı sizin için bir kitap isminden çok bir yaşam biçimine dönüşmeye başlar. Elbette tasarruf edebilmek en azından temel ihtiyaçları karşılayabilmek ve artanı da kenara koymak demektir. Başta asgari ücret olmak üzere bordro mahkumları zaten eline geçen ile hayatlarını zor idame ettiriyorlarken bir de tasarruf yapmadıkları için onları suçlamak beyhudedir. Zaten tasarrufları olmadığı için bu kesim hızla borç batağına çekilmektedir.
Pandeminin Krizi
İçinden geçmekte olduğumuz ekonomik krizi sadece ülke ekonomisindeki sorunlarla açıklamak indirgemeci bir yaklaşım olacaktır. COVİD-19 pandemisiyle insanlık olarak bir savaşta olduğumuz aşikâr. Her savaşın galipleri ve mağlupları olduğu gibi bir de savaş zenginleri de vardır. Tam da aşıyla pandemiyi dize getirdik derken ortaya çıkan her yeni varyantın canımızı acıtması bir yana, pandemi sonrasında emtia fiyatlarındaki artış sadece TL’yi değil, ABD Doları ve Euro’yu da göreceli olarak değersizleştirmiştir. Gerek ihtiyacından gerekse fiyatların yukarı yönlü seyretmesinden dolayı herkesin elindeki son kuruşu saklaması sonucu fiyatlar sert biçimde artmaktadır. Kötü bir senaryo olsa bile bugün küresel anlamda müşteki olduğumuz enflasyon, artan işsizlik ve durgunlukla yerini stagflasyona bıraktığında tüm dünya olarak bugünlerimizi daha da arar hale gelmemiz hiç de şaşırtıcı olmayacaktır. Fırsat varsa elbette fırsatçılık ve fırsatçılar da olacaktır. Marifet fırsatçıların ve fırsatçılığın eleştirilmesinden ziyade bunları mümkün kılan ortamın yok edilmesidir. Yoksa bataklığı kurutmadıkça sabah akşam sivrisineklerden şikâyetçi olmamızın hiçbir bir faydası olmayacaktır.
Sonuç olarak pasta büyüdükçe sorunlar küçülür ya da tam tersine pasta küçüldükçe sorunlar büyür. İşin özü ekonomi iyi oldukça ahlak lüks değil, ontolojinin parçası olur. İnsanlar sistemdeki yasal boşluklardan faydalanmaya tenezzül etmezler. Bilirler ki iyi işleyen bir mekanizmayı bozmak kendilerini daha fazla zorda bırakacaktır. Fakat fakirlik kapıdan girince sadece aşk değil, ahlak da özelde haneyi ve genelde ülkeyi terk eder. Zira hepimiz için yegâne ahlak artık hayatta kalmak düsturu olur ve bu da hukukun orman kanununa dönüşmesine yol açar. İşte yazımın başında ifade ettiğim biyolojik boyutumuz bu minvalde ontolojimizin gerisine galebe çalar. Halbuki bizi insan kılan biyolojimizin çok ötesi olduğundan ahlak sadece normatif anlamda siyasetin ve ekonominin gereği değil, ontolojik anlamda rüknüdür.