Alevi Meselesi Üzerine Düşünceler: Ne Yapmalı?

AK Parti hükümetlerinin ilk 10 yılda her alanda attığı dev adımlara, ekonomik refah seviyesinin yükselmesine, Türkiye’nin dış dünyada edindiği küresel pozisyona rağmen gelinen nokta Aleviler açısından (en azından yüzde 80’i) hiçbir şey ifade etmemiş, iktidarın Alevi Çalıştayları ile oluşturmaya çalıştığı pozitif atmosfer de kutuplaşma-ötekileştirme ile yapılan siyaset tarzı nedeniyle heba edilmiştir.

Alevi meselesi bugün gelinen noktada inanç düzleminden çıkmış; dini, sosyal ve siyasal bir zemine oturmuştur. Öze ve esasa ilişkin tartışmalar tali hale gelmiş, ülkemizdeki karşıtlık, kutuplaşma, çatışma zeminlerinin bir aracı olmuştur, Gezi olayları özelinde olduğu gibi. Mesele bu haliyle karışık ve karmaşık bir tablo sergiliyor olsa bile, çözüm sürecinde olduğu gibi konulacak bir irade ve net yaklaşım, iç ve dış aktörlerin kötüye kullanım olanaklarını da sınırlayacaktır.

 

Aktörleri; Alevi toplumunun kendisi ve örgütleri, Sünni toplumu ve devlet (Aleviler açısından çoğu kez bu ikisi iç içe geçmiş olarak algılanmaktadır), dış aktörler (ABD, AİHM, Almanya, İran vb.) olarak tanımlayabiliriz. Yazı içeriğinde Aleviliğin tarihsel ve inanç süreçleri ile yürütülen tartışmalar bir kenara bırakılarak, ‘ne yapılabilir’ sorusuna farklı boyutlarıyla cevap aranacaktır.

 

Mevcut Durum

           

– Alevi örgütlerinin ekseriyeti Aleviliği tarihsel ve otantik haliyle İslam dinine derinden bağlı özünden uzaklaştırmakta; onu solculuk, Kemalizm, seküler eksenli bir zemine çekmekte, anti-Sünni anlayış ile İslam’a ve onun yansıması inanç figürleri, cami, oruç, namaz gibi olgulara karşıtlığa, hatta redde kadar götürmektedir. Anılan örgütler tıpkı Ermeni diasporası gibi çözümsüzlüğü kendi varlıklarının ve devamlılıklarının gereği olarak görmekte, her tür açılım ve tartışmaya da kapıları kapatmaktır. Bu örgütlerin yöneticileri seçim dönemlerinde pozisyonlarını belli bir partide seçim yatırımı olarak kullanmaya çalışmakta, ancak o konuda da karşılığını hiçbir şekilde alamamaktadır.

           

– Alevi toplumunun büyük çoğunluğu dinini İslam olarak nitelendirmekte, Allah-Muhammed-Ali üçlemesinde tezahür ettiği üzere Yüce Yaratıcıya, onun kitabı Kuran’a ve peygamberi Hz. Muhammed’e (S.A.V) bağlılığı, yaşamlarının her anında ifade etmektedirler. Ancak, yüzyılların getirdiği asimilasyon, yabancılaşma ve korkular Aleviliği hızla İslam’dan koparmaktadır. Bir gün Sünni nüfusun -günümüzdeki tezahürü ile İŞİD benzeri bir şekilde- kendisini topyekûn keseceğine/yok edeceğine ilişkin düşünce Alevi toplumunun büyük bir çoğunluğunda yaygın olup bu algı anılan süreci hızlandırmaktadır. Gerek 12 Eylül öncesinde yaşanan Sivas-Maraş-Çorum olayları gerekse Sivas Madımak olayı, provokasyon amaçlı Alevi evlerine dönük birçok ilde yapılan işaretlemeler ve yaklaşık 600 yıllık hafızalarda kayıtlı genetik kodlamalar da buna zemin oluşturmaktadır. Bu da Alevi toplumunu anılan örgütlere mecbur bırakmaktadır.

                                                            

– Sünni toplumu (bir anlamda devlet) ise kamusal alanda Alevilerin varlığına ilişkin hiçbir hukuki zemin oluşturmamakta, anılan tablonun oluşmasına doğal olarak katkı yapmaktadır. Kabul edelim veya etmeyelim, Sünni toplumunda da Aleviliğin bugünkü haliyle İslam dışı olduğuna, hatta Alevilerin “kefere” olduğuna ilişkin kanı, devletin tutumu nedeniyle belli kesimlerde etkili olmaya devam etmektedir. Bu yaklaşım açıkça ifade edilmese de, Alevilerin kamusal alanda yer tutma, yer alma süreçlerinde kapıların genellikle kapalı tutulması gibi bir sonuca yol açmaktadır. Açıkçası, bu tablo belli yerlerde Alevi-Sünni ayrışması üzerinden çatışma-kavga ortamlarına uygun zemin de hazırlamakta, derin yerlerin ülkemiz üzerinde daha önce de oynadığı oyunlara uygun bir durum yaratmaktadır.

 

– Dış aktörler AB, AİHM, bizim de dahil olduğumuz ve kabul ettiğimiz uluslararası sözleşmeler çerçevesinde “özellikle zorunlu din dersi” meselesinde ülkemizi zorlayacak kararlar çıkartmış olsa bile, bize göre burada en büyük tehlike Almanya’dan gelmektedir. Özellikle Avrupa Alevi toplumu üzerinden Aleviliği İslam dışı, farklı din ve inanç olarak göstermeye dönük çabalar ve bazı eyaletlerde bu konuda atılan adımlar ülkemiz içi açısından ciddi tehdit ve tehlikeler içermektedir. Diğer taraftan, aslında Anadolu Aleviliğinin ‘şeriat devleti’ diye nitelendirerek uzak durduğu İran’ın son 10-15 yılda artan etkisini de göz ardı etmemek gerekiyor. Bütün bu tabloyu, kendisine güven vermeyen devlet algısı ile korunma ve hiç değilse bir yerlere sığınma içgüdüsü olarak da değerlendirmek yanlış olmayacaktır.

 

– Bir diğer aktör de AK Parti iktidarıdır. 20 yılı aşkın bir süredir devam eden AK Parti hükümetlerinin ilk 10 yılda her alanda attığı dev adımlara, ekonomik refah seviyesinin yükselmesine, Türkiye’nin dış dünyada edindiği küresel pozisyona, büyük başarı öykülerine, gelişen, değişen ve büyüyen bir ülkeye rağmen gelinen nokta Aleviler açısından (en azından yüzde 80’i) hiçbir şey ifade etmemiş, iktidarın Alevi Çalıştayları ile oluşturmaya çalıştığı pozitif atmosfer de kutuplaşma-ötekileştirme ile yapılan siyaset tarzı nedeniyle heba edilmiştir.

 

Mazlum ve mağdur olma üzerine yükselen ve toplumun bu kesimlerinin büyük oranda desteğini alan siyaset tarzı, yerini mağrur ve ben merkezli bir yaklaşıma bırakmıştır. Kentli Alevi seçmende oluşan özgürlükçü-demokratik-ilerlemeci AK Parti algısı ile oy verme eğilimi güçlenmişken, terk edilen düşünce sistematiği Alevileri eski konumlarına geri döndürmüştür. Çünkü, AK Parti iktidarı yaptıklarıyla Sünni İslam’ın temsilcisi olarak görülmekte, korku ve hezeyanların doğal sonucu olarak gerçeklikten uzak, “bunlardan nasıl kurtuluruz” arayışı hâkim olmaktadır.

 

Bu tabloyu Aleviler açısından doğrulayan bir durum da 2011 seçimlerinde yaşanmıştır. Demokratik açılım, herkesin yaşam tarzına saygı, özgür ve birlikte büyük ülke söylemleri ile herkesin partisi olduğunu iddia eden AK Parti, sarf edilen sözlere rağmen genetik kodlarına dönmüştür. En azından büyükşehirlerde Alevi adaylar gösterilebileceği beklentisinin sonucu olarak, anılan seçimlerde bizim tespitlerimize göre, değişik illerde 180-190 dolayında Alevi kökenli yurttaş AK Parti’den aday adayı olmasına rağmen listelerde yer bulamamıştır. Ev sahibi söylemiyle çağrılıp kapı önüne bırakılmışlar, seçim sonrasında da hiçbir alaka görememişlerdir. Bu tablo Aleviler açısından siyasi iktidarın geleneksel devlet anlayışına uygun davranışı devam ettirdiğini kanıtlarken, algıda oluşan olumlu düşünceleri de kısa zamanda bitirmiştir.

 

Kamusal Alanda Var Olma Meselesi

 

Alevilerde devlet düzenine entegre olma düşüncesi zaten yaygındır. Genellikle çocuklarını okutarak devlette bir yere yerleştirme duygusu hâkimdir. Bu anlamda okuma oranı da yüksektir. Ancak bugünkü tablo, algı olarak devletten ve kamusal alandan dışlanma biçiminde de görülmektedir. AK Parti iktidarında temsil zaten yoktur. Bürokrasiye bakıldığında da; Aleviler açısından “Bakan yoktur, bakan yardımcısı yoktur, müsteşar yoktur, müsteşar yardımcısı yoktur, genel müdür yoktur, vali yoktur, emniyet müdürü yoktur.” Alevi çocukları memur olamayacaktır, kamuda görev alamayacaktır, hasbelkader olsa bile hiçbir şekilde bir yere yönetici olamayacaktır.

 

İşte bu tablo ve algıdaki görüntü Gezi olaylarında sokağa çıkanların büyük bir çoğunluğunun resmi raporlara da yansıdığı üzere Alevi kökenli yurttaşlarımızdan oluşmasını sağlamış, farkında olmadıkları bir oyunun parçası haline getirerek Alevi çocuklarının ölümüne yol açan acılı süreçleri ülkemiz yaşamıştır.

 

Başörtüsü meselesi, tek başına onu inancın gereği olarak takıp-takmamak değildi, başörtüsü ile kamusal alanda var olma meselesiydi. Devlet başörtüsü takanlara “Evet takabilirsin”, ancak üniversitede okuyamazsın, bu halinle doktor, hemşire, mühendis, mimar, avukat olamazsın, kamuda herhangi bir alanda bu şekilde bulunamazsın” diyordu. Bugün bu mesele artık iktidarı-muhalefetiyle tartışılır olmaktan çıkmıştır. İşte Alevilerin meselesi de örtük olarak kamusal alanda var olma meselesidir. Bu konuda bizim de yaşadığımız birçok örnek verilebilir. Ancak öyle olmasa da siyasetteki bürokraside genel tablo Alevilere “kamusal alanın” kapandığı yönündeki algıyı desteklemektedir.

 

Cumhuriyet’in tek tipleştirici, Alevileri, Kürtleri ve dindarları dışlayıcı, ötekileştirici, yaklaşımı Kürt meselesi özelinde resmi rakamlara göre 40 bin, gayri resmi rakamlara göre 100 bin insanımızın kaybına, toplumun ekonomik ve sosyal refahı için kullanılacak kaynakların heba edilmesine, acı ve hüzün dolu yılların yaşanmasına yol açmıştır. Kürtler, Aleviler ve dindarlar açısından bu kalıplar birçok meselede olduğu gibi zaman içinde kırılmış, önemli adımlar atılarak yüzyılların getirdiği meselelerde geriye dönülmesi imkânsız süreçler işletilmiştir. Bölgemizdeki ve dünyadaki gelişmeler, karışıklıklar her ne kadar zaman kaybına yol açmışsa da hükümetlerin değişik vesilelerle ifade ettiği açıklamaların pratik karşılığı oluşmadığından Alevilere ilişkin yol haritası olduğu yerde kalmıştır. Bizce bu sürecin en önemli figürü Alevilerin iktidarın -diğer şekliyle devletin- içinde görünür, ulaşılır hale getirilmesini sağlayacak bazı adımların atılmasıdır.

 

Cemevleri ve Zorunlu Din Dersleri

 

Bugüne geldiğimizde Aleviler açısından öne çıkan üç başlığı şu şekilde ifade edebiliriz: Cemevleri, zorunlu din dersleri ve Madımak Müzesi. Bunlardan sonuncusunun kimi kesimlerce yeterli bulunmasa bile çözüme kavuşturulduğunu söyleyebiliriz.

 

Cemevleri meselesi, resmi rakamlara göre sayıları 1.300, gayri resmi rakamlara göre 2.000 dolayında faaliyet gösteren yer ile pratikte aşılmıştır. İşin hukuki boyutunda cemevlerinin ibadethane mi yoksa inanç ve kültür merkezi olarak mı tanımlanacağı tartışması kalmıştır. Burada da Alevi örgütleri samimi değildir. Çünkü cemevi diye tanımlanan yerler Alevilerin eski adıyla tekke ve dergâhlarıdır. Alevi örgütleri bu tanımlamayı yaparak Tekke ve Zaviyeler Kanunu ile Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun getirdiği düzenlemelere karşı çıkamama, dolayısıyla Cumhuriyet’le bu konuda hesaplaşmaktan uzak durma tercihini yapmaktadırlar. Eğer samimi olunacaksa herkesin inancını özgürce yaşayacağı, bütün tarikat ve cemaatlerin bir başkasının özgürlük alanına müdahale etmediği, inanç özgürlüğü temelinde belirlenen çerçevede sistemin düzenlendiği bir anayasal ve hukuksal düzeni savunmaları gerekirdi.

 

Ancak, cemevi meselesinin çözümü Alevileri özgürleştirecek, Alevi toplumunun kendi özüyle buluşmasını sağlayarak Alevi-İslam inancının doğru şekilde öğrenilmesinin ve anlaşılmasının yolunu açacaktır. Bu konuda önerilen seçenekler, Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde yer alma ve Kültür Bakanlığı içinde tanımlama çalışmaları Aleviler ve örgütleri açısından kabul görmediği gibi işleyiş açısından da işlevli olmayacağı yönünde düşünceler ağır basmaktadır. Burada en makul çözümün bağımsız ve inanç önderlerinin temsilini sağlayacak şekilde organize edilmiş ‘Kurul’ yapılanması olduğunu, anayasal ve yasal sıkıntıları aşacak şekilde Alevi-Bektaşi İnanç Merkezleri Kurulu adı ile ortaya çıkartılacak bir yapının, içeriği tartışılmak üzere, çözüme hizmet edeceğini düşünüyorum.

 

Zorunlu din dersleri konusu 12 Eylül Anayasası ile düzenlenmiş, o günden bugüne Alevilerin gerek iç yargıda ve Anayasa Mahkemesi nezdinde verilen hak ihlali kararlarına gerekse AİHM nezdinde açmış olduğu davalara ve bu konuda iç hukukta düzenleme yapılması gerektiği şeklindeki kararlara rağmen çözüme kavuşturulamamıştır. Millî Eğitim Bakanlığı bünyesinde yürütülen tartışmalarda ‘din eğitimi’ eksenine sıkıştırıldığından nafile çaba olarak kalmıştır. Özgür, demokratik ve eşit vatandaşlık temelinde bir yaklaşım ile herkesin hak ve hukukuna saygı gösterilecekse, zorunlu olanların istisna olması gerekir. Devletin genel refleksi ile toplumsal kesimlerin bu konudaki duyarlılığı göz önüne alındığında, din derslerinin zorunlu olmadığı 80 öncesi dönemde karışık siyasi atmosfere rağmen sorun yaşanmadığını ve ailelerin neredeyse hepsinin bu derslerin alınması yönünde irade oluşturduğunu hatırlatmak isteriz.

 

Sorunun çözümü açısından, Millî Eğitim Bakanlığı’nda görev yaptığım dönemde, zorunlu din dersleri konusunda Alevi kanaat önderlerinin de katıldığı toplantıda sunduğum öneriyi tartışmaya ışık tutması açısından ifade etmek isterim. Öncelikle, zorunlu din dersleri seçmeli hale getirilmelidir. Ancak, gerek inanç gerekse değerler eğitimi açısından okullarda ‘Din, Ahlak ve Değerler’ başlığı altında ‘Kur’an-ı Kerim, Peygamberimizin Hayatı, Temel Dini Bilgiler’ adı ile seçmeli ders olarak öğrencilere sunulan derslere ‘Dinler Tarihi, İnançlar ve Medeniyetler, İnancın Farklı Yorumları ve Alevilik, Peygamberimiz ve Ehlibeyt’ gibi dersler de eklenerek en az bir dersin zorunlu seçmeli ders olarak alınması düşünülebilir. Bu şekilde yapılacak bir düzenleme, nüfusun içinde az sayıda olsa da diğer dinlere mensup Türk vatandaşları açısından da İslam dininin ‘Dinde zorlama yoktur’ felsefesine uygun, özgürlükçü bir yaklaşımı da beraberinde getirecektir.

 

Siyasetin iktidarı ve muhalefetiyle çözüm üretmekten kaçtığı, aday olması muhtemel bir parti liderinin mezhebi üzerinden yürütülen kişisel tartışmaların dışında, Alevilerin eşit yurttaşlık ihtiyacı ile yürüttüğü tartışmalarda çözüm bekleyen sorunlarına sevgili ve saygıdeğer Dedemiz Hüseyin Dedekargınoğlu’nun 25 Nisan 2022 tarihinde Perspektif’te yayımlanan ‘Alevilik Deyince Ne Anlıyoruz’ başlıklı yazısında açtığı yerden bir nebze de olsa ‘devlet aklına’ yaptığı vurgu ile ‘günümüz siyasetçilerinin çözüm üretemeyecekleri’ yönündeki düşüncelerinin doğruluğuna katılıyorum. Diğer birçok toplumsal meselede olduğu gibi, bugün iktidar olanla yarın muhtemel iktidar olacaklar arasındaki farklılığın insanımızda hissedilmediği-görülmediği-anlaşılmadığı yönündeki eleştiriyle bu konu özelinde katkı sunmak istedim.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.