Algıların Çarpışması: Filistin ve İsrail’in Gözünden Ne Oldu?
İsrail tarafına göre İsrail, Batılı bir modern demokrasisi olan, BM tarafından tanınan, 1948’de düşmanlarına karşı verdiği bağımsızlık savaşını kazanarak üzerinde yaşadığı toprakları kendine vatan kılmış meşru bir ulus devlet. Filistin tarafına geçtiğimizde ise durum tümüyle tersyüz biçimde okunuyor. Tabloyu tümüyle işgal ekseninde okuyan Filistinliler, 1948’den bu yana topraklarının aşamalı olarak gasp edildiğini vurguluyorlar.
Enformatik cehalet olarak da tanımlayabileceğimiz olgu, tüm teknolojik ihtişamına rağmen kitlelerin medya araçları yoluyla büyülenmesini ifade ediyor. Öyle ki Malcolm X’in “Eğer dikkat etmezseniz medya, mazlumlardan nefret etmenize ve zalimleri sevmenize sebep olur” şeklinde ifade ettiği durum bir aforizmanın ötesinde her gün yaşadığımız bir gerçeklik. Peki nasıl oluyor da toplumlar aynı olayı birbirinden taban tabana zıt biçimde algılayabiliyor? Elbette bunun en önemli sebebi medya araçlarının, siyasal otoritelerin ürettikleri politik söylemlerin ekseninde editoryal politikalarını belirlemelerinde yatıyor.
Günümüzde freelancer olarak tanımlanan bağımsız muhabirliğin ise teşkil ettiği alan halen çok dar. Siyasal otoritenin inşa ettiği ve medyayı finanse eden sermayenin bu doğrultuda kullandığı “haber dili”, yaşanan olayın nasıl görülmesi gerektiğini ve gösterildiğini de şekillendirmiş oluyor.
Özellikle siyasal bağlamı olan savaş, çatışma, kriz gibi durumlarda çoklukla karşılaştığımız propagandif haberlerin zirvesi ise “biz ve onlar”, “terörle mücadele” konseptinde açığa çıkıyor.
Bir devlet uluslararası hukuk, özgürlükler ve insan hakları ile güvenlik, terörle mücadele arasında kaldığında ilk unsuru, yani hukuk/özgürlükler/insan haklarını ihlal etmekten çekinmiyor. Ancak kullandığı haksız ve aşırı şiddeti meşrulaştırmak için bunu güvenlik/terörle mücadele söylemi ile perdeliyor. İşte resmî/embedded medya bu perdeleme işlevini görüyor.
İliştirilmiş gazetecilik (embedded journalism), savaş ve sıcak çatışma alanlarında, çatışmanın bir tarafındaki askerlerle beraber hareket eden ve savaşı onların açısından görüp yansıtan muhabirler için kullanılan bir deyim.
Reuters adına 2. Dünya Savaşı’nı takip eden ‘iliştirilmiş gazeteci’lerden Charles Lynch, yıllar sonra o yıllardaki gazeteciliğini şöyle anlatır:
“Hükümetin propaganda kolu olmuştuk. Başlangıçta hükümetin sensörleri bizi yönlendiriyordu. Kısa süre sonra biz kendimiz sensöre dönüşmüştük. Hepimiz birer tribün amigosuyduk artık.
Washington Post köşe yazarı David Ignatius ise 2 Mayıs 2010 tarihli köşe yazısında, ‘iliştirilmiş gazeteci’ olarak Irak ve Afganistan’da yaşadıklarını anlattıktan sonra şöyle yakınacaktı: “İliştirilmiş olmanın bir bedeli var. Savaşı bir bütün olarak değil sadece tek bir perspektiften görüyorduk.”
Ama Ignatius’u asıl endişelendiren, günümüzde iliştirilmiş gazeteciliğin savaş haberlerinin ötesinde politik ve kültürel habercilikte bile bir ‘norm’ haline gelmeye başlaması:
“Politik ve kültürel tartışmalarda bile gazeteciler bindikleri karavandan görünen kısmı aktarıyor sadece. Sürekli olarak bir politikacının, bir partinin ya da bir sosyal grubun karavanında bulunmanın, savaşta bir tarafın tankında bulunmaktan farkı yok. Elbette, ‘bir parti otobüsüne’ veya ‘bir önemli uçağa’ binen gazeteciler haber kaynağına doğrudan irtibat kazanıyorlar ama bu aynı zamanda da gazetecilikte tarafgirliği besleyip, serbest rekabeti yok ediyor”. (İliştirilmiş gazetecilik (embedded journalism) nedir? Cemal Tunçdemir, 6 Ocak 2014)
Aslında Ne Oldu, Taraflar Nasıl Algıladı/Algılattı?
7 Ekim’de Hamas’ın İsrail’e saldırması ile tüm dünyanın gözleri Ukrayna’dan yeniden Gazze’ye çevrildi. 29 Aralık 2022’de İsrail’de iktidara gelen Aşırı Sağcı Koalisyon Hükümeti Mescid-i Aksa ve Doğu Kudüs’ün diğer bölgeleri başta olmak üzere Filistinlilere yönelik tacizlerini rekor seviyede artırdı. Aynı süreçte Batı Şeria’daki paramiliter yerleşimlerin inşası hızlandırılırken, İsrail içerisinde yaşayan İsrail vatandaşı Arapların temel hakları konusunda açık ırk ayrımcılığı içeren politikalar yürürlüğe kondu. Aynı süreçte Gazze’ye yönelik abluka da daha da sıkılaştırılarak sürüyordu. Aşırı sağcı hükümetin zaman zaman Suriye’deki bazı noktaları bombalamasının yanında Türkiye ve Arap dünyasıyla normalleşme sürecine girdiğini, ancak bu süreçte dahi Ramallah Yönetimi’ni pas geçtiğini hatırlatalım. Hamas’ın 2 yıldır hazırlandığı 7 Ekim 2023 “Aksa Tufanı” saldırısı aslında bir taarruz. Yani zamana yayılmış saldırılara karşı sürekli savunmadan karşı saldırıya geçiş.
Hamas tarihinde bir ilk olan, Filistin-İsrail tarihinde ise son 50 yılda bir ilk olan bu taarruz sonucunda en az 1.405 İsrail vatandaşı öldürülürken; bu saldırıya cevap olarak başlatılan İsrail saldırılarında öldürülen Filistinli sayısı bu makale kaleme alınırken en az 7.500 olmuştu. Katledilen sivillerin en az 3.000’inin ise çocuk olduğu kayıtlara geçti.
Dünya Nasıl Algıladı?
Dünya medyasının merkezi Batılı haber ajansları ve medya yayın grupları olduğundan, saldırılar genel olarak İsrail’e yapılan saldırı ekseninde gündem oluyor. Peki Batı neden İsrail’in kuruluşundan bu yana İsrail tarafına pozitif ayrımcılık yapıyor? Batı diyerek kabaca genellediğimiz medeniyetin kökleri Judeo-Hristiyan bir kültürel altyapı üzerine inşa edildi. Hristiyanlık Yahudilikle eşzamanlı olarak hem düşmanlık hem paydaşlık/baba-oğul ilişkisi yaşamıştır. Bu sebeple Hristiyan için Yahudi hem “Tanrı Katili” bir düşman hem de imân ettiği Eski Ahid’in seçilmiş halkıdır. Babası tarafından ihanete uğramış evlat gibidir Hristiyan, Yahudi’nin karşısında.
Yahudi sorunu olarak tarihe geçen Endülüs’te Reconquista, Doğu Avrupa’da pogromlar, Orta Avrupa’da gettolar ve sonunda Holokost ile sonuçlanan bu çarpık baba-oğul ilişkisinin kefareti ise yeni bir sorunun doğmasına yol açtı: Filistin sorunu. Batı’nın Yahudilere karşı duyduğu yüzyılların mahcubiyeti ve suçluluk hissi, Holokost sonrasında Filistin’i Siyonizm’e armağan ederek “günahlarından arınma” psikolojisine yol açacaktı.
Bu sebeple Batı kamuoyunun bilinçaltında sadece Yahudilere değil Siyonizm’e karşı açık bir pozitif ayrımcılık var. Ancak bu tutum sömürgecilikten beri devam eden üstten bakışı da besliyor. Genelde sömürülenin özelde de Filistinlinin Yahudi ile ya da bir Fransız ile eşit düzeyde hakları olan bir insan olduğunun kabullenilmeyişinden kaynaklanıyor. O sebeple hiç sorgulanmaksızın gayet rahat biçimde “Topraksız Halka Halksız Toprak” sloganı atılabiliyor. O topraklarda binlerce yıldır bir halk yaşamasına rağmen…
Holokost Endüstrisi
Siyonizm ise 2.500 yıldır acılar içinde yaşayan bir halkın kurtuluş ideolojisi olarak doğdu. Ancak Israel Shahak’ın ustalıkla özetlediği üzere Siyonizm’in üzerine bina edildiği dinî müktesebat insan hakları ve hukuku dikkate alan bir anlayışa tersti. Bu zihniyete göre baskılara uğramış ve yok olmakla yüz yüze gelmiş bir toplum olan Yahudiler kendi içlerine kapanarak düşmanlarına benzemişlerdi. Zaman içerisinde koyulaştıkça koyulaşan, hayatta kalmak için ötekine düşman olma psikolojisi bir narsisim kültürüne dönüşecekti.
Önce Roma Ortaçağ’da Papalık tarafından baskılara maruz kalan Yahudi kimliği, Protestanlığın kurucusu Luther tarafından açıkça antisemitik bir düşmanlıkla karşılaşacaktı. Rusya’dan İspanya’ya kadar. Ancak Yahudi kimliğinin bilinçaltını en şoke edici biçimde sarsan, neredeyse yok oluşun eşiğine getiren olay Holokost’tu. Yahudi Soykırımı yüzlerce yıllık yok olma korkusunu paranoya düzeyine çıkarttı. Siyonist liderler bu paranoyayı Yahudilerin Siyonistleştirilmesi için kullandılar.
Tüm buna başka bir gerçekliği de ekleyelim: İsrail müreffeh ve güvenli bir fanus şeklinde modern gelişmiş bir yaşam alanı olarak kendini gösterirken, Gazze tam tersine sefaletin hüküm sürdüğü bir getto.
İsrail tarafına göre İsrail, Batılı bir modern demokrasisi olan, BM tarafından tanınan, 1948’de düşmanlarına karşı verdiği bağımsızlık savaşını kazanarak üzerinde yaşadığı toprakları kendine vatan kılmış meşru bir ulus devlet. Dolayısıyla İsrail, Filistinlilerin İsrail’in baskılarına karşı her türlü direnişini dünyanın herhangi bir yerinde düzenlenen terör saldırısıyla eşdeğer görüyor ve gösteriyor.
Edward Said, Batı’nın bakış açısını şu şekilde özetler:
“İsrail, Batı uygarlığından kesme taşlarla (takdirler ve kendi kendini tebriklerle) yükselen bir kale görünümündedir.
İkinci olarak, Amerikalıların gözünde (hem de işlerine gelen bir şekilde) İsrail, İslam’ı kovalamakla, Batı hegemonyasını sürekli kılmakla ve modernizasyonun erdemlerini göstermekle eşanlamlıdır.
Bunlarla birlikte Batı’nın kendi imgesini pekiştirmek, Şark topraklarında Batı iktidarını yaymak gibi çıkarlara hizmet eden ve ekonomik anlamda bunların birbirini destekleyip zenginleştirmesine yarayan üç yanılgı vardır: İslam’a bakış, modernizasyon ideolojisi ve İsrail’in Batı için ifade ettiği genel değerin olumlanması.” (Medyada İslam: Gazeteciler ve Uzmanlar Dünyaya Bakışımızı Nasıl Belirliyor? Edward W. Said, Çev. Aysun Babacan, Metis Yay. sf. 108, İst. 2007)
İşte bu iki zihinsel arka plan, 7 Ekim saldırısının İsrail’de ve Batı’da algılanışını şekillendiriyor: Hamas ilk kez gettodan firar ederek korunaklı ütopyalar olan Kibbutzlara sızdı. Bu, İsrail kamuoyu açısından fanusun kırılması demekti. Paranoyayı tetikleyen diğer husus da Hamas’ın rastgele biçimde sivil, asker, paramiliter demeden doğrudan gördüğü her Yahudi’yi öldürmesi ve kaçırmasıydı. Ölümlerin ve kaçırmaların sayısının fazlalığı “Holokost” travmasını canlandırıyor. 7 Ekim’in iki silahlı güç arasında çatışmadan ziyade topyekûn Yahudilere yönelik bir imha saldırısı olması -en azından öyle algılanıp algılatılması- Holokost Endüstrisi için gökte ararken yerde bulunan, körün istediği bir göz iken kendisine verilen iki göz niteliğindeydi. Bu sebepledir ki hem İsrail medyasında hem de Batı medyasında öldürülen 1.405 kişinin öldürülüş şekilleri çoğu zaman da abartılı biçimde hikâyeleştirilerek ajitasyon malzemesine dönüştürülüyor. ABD ve Avrupa medyası ve ardından elbette Hindistan, Avustralya ve Güney Amerika medyası Gazze’de yaşanan olayları “İsrail-Hamas Savaşı” üst başlığıyla görüyor. İsrail’in Gazze’ye yönelik ağır devlet terörü ve saldırılarının doğurduğu insanî krizin medyada ayrılan yerini yüzdeye vurmak gerekirse, yüzde 15-20 gündeme alınıyorsa olaylar yüzde 80-85 oranında İsrail’e yapılan “barbarca terör saldırısı ve İsrail’in kendini savunma hakkı” çerçevesinde görülüp gösteriliyor.
Elbette Hamas saldırısının ajitasyon malzemesine dönüştürülmesi, saldırıların şiddet boyutunu küçültmüyor. Sonuç itibarıyla Hamas öncülüğünde başlatılan ve İslami Cihad başta olmak üzere dördü büyük, altısı küçük 10 Filistinli örgütten 1.500 militanın faili olduğu saldırılarda sivillere ait evler basıldı, evlerdeki sivillerden bir kısmı öldürülürken yollardan geçen otomobillere ateş açıldı. Basılan bazı evler ve durdurulan otomobiller ateşe verildi. Bu eylemlerde de bazı siviller can verdi. Bunun yanında Nova Müzik Festivali’ne düzenlenen baskında da rastgele açılan ateş sonucu birçok kişinin öldürüldüğü kayıtlardan gözlemlenebiliyor. Bunun yanında saldırılan bölgelerde güvenlik güçleriyle çıkan çatışmalarda çapraz ateşte maruz kalan birçok sivil de hayatını kaybetti. Tüm bu olayların etkisi zaten sarsıcı iken tecavüz iddialarına yönelik somut bir bulgu söz konusu değil. Bebeklerin kafalarının kesildiği vs. iddialar ise Hamas’ı IŞİD ile özdeşleştirmeye yönelik propaganda için üretildiği aşikâr abartılar.
İsrail yönetimi tüm bu imaj kaybı, güvenlik açığı ve ağır darbe alma durumu karşısında uyguladığı ve uygulayacağı “devlet terörü”nü bir “intikam hakkı” olarak kabul ettiriyor, tartıştırmıyor bile. Devlet terörünü eleştirecekler hain ilan edilirken en ufak bir eleştiriye dahi önce Hamas terörünün kınanması zorunlu tutularak “tahammül” ediliyor.
11 Eylül 2001 saldırılarını hatırlatan 7 Ekim 2023 saldırıları İsrail topraklarının bir kısmının geçici de olsa ilk kez Filistin tarafından ele geçirilmesi/geri alınması demekti. İsrail kamuoyu açısından hem güvende olmadıkları hem varoluşsal açıdan Holokost benzeri bir şiddet ile karşılaştıkları hem de toprak/kontrol kaybettikleri bir travmaydı. Siyonizm, seküleri/dincisi farklı kanatlarıyla kendisini uluslararası hukukun üzerinde görüyor. Özellikle dinsel açıdan Siyonistler, savaşta düşmanın hayvanlarını telef etme, mülkiyetini gasp etme, kadın ve çocuklarını öldürme hakkını kendine tanır. Yahve’nin seçilmiş üstün kavmi olarak savaşılan tarafın herhangi bir hakkını gözetmesi gerekmez. Tüm bu sınırsız şiddete hem Eski Ahit hem Talmud metinlerinden referanslar bulunabilir. Bu durum İsrail kamuoyunun en azından sağ ve aşırı sağ kesimlerinde Filistinlilere yönelik insan hakları ihlallerinin, gasp ve katliamların olağan görülmesinin zihinsel arka planıdır. (Bu alanda Roger Garaudy’nin İsrail Mitler ve Terör, Israel Shahak’ın Yahudi Dini Yahudi Tarihi adlı kitaplarına referans vermek yerinde olacaktır.)
Terörle mücadeleyi eksene alan bu algı, Gazze’deki sivillere yönelik sınırsız ve hukuksuz devlet terörünü meşrulaştırıyor. İsrail Cumhurbaşkanı Herzog’tan ordu sözcüsüne kadar Gazze’nin Hamas’ın dekoru olduğu, sivillerin de gündüz sivil akşam terörist oldukları, teröre yardım ve yataklık ettikleri için Hamas ile aynı şekilde hedef oldukları gibi iddialar dillendirilmekte. Tabi bu söylemin Gazze dışında Hamas’ın egemen olmadığı bölgelerde de süregelen İsrail devlet terörünü izah etmekte zorlanması, her ne olursa olsun hastane, okul, çocuk parkı, basın ofisleri, BM kurumları, uluslararası STK’lar ve mabetlerin vurulmasının açıklaması olmadığı da aşikâr. Bebeklerin, çocukların nasıl bir yardım ve yataklık ettiği (!) Hamas ile 2 milyonu aşkın savunmasız sivilin ayırt edilmeksizin nasıl eşitlenebildiği, herhangi bir delil gösterilmeksizin nasıl böyle bir genelleme ile toplu cezalandırmanın yapıldığının da izahı yok.
Filistin: Herkes Asker, Herkes Düşman, Herkes Bize Düşman
Filistin tarafına geçtiğimizde ise durum tümüyle tersyüz biçimde okunuyor.
Tabloyu tümüyle işgal ekseninde okuyan Filistinliler, 1948’den bu yana topraklarının aşamalı olarak gasp edildiğini vurguluyorlar.
İki devletli çözümü kabul etmeyen radikal bakışa göre zaten İsrail diye meşru bir devlet ya da toprak parçası yok. O sebeple “1948 Filistin’i” olarak ve Filistin’e gelmiş, yerleşmiş her İsrail vatandaşı işgalci, muharip/savaşılan düşman olarak tanımlanıyor. O sebepledir ki Hamas 7 Ekim saldırılarında karşılaştığı kim varsa ayrım gözetmeksizin öldürdü. Filistin’de iki devletli çözüm yanlıları başkenti Doğu Kudüs olan Gazze ve Batı Şeria’dan müteşekkil bağımsız Filistin devletinin kurulmasını savunurken iki devletli çözümün Filistin davasına ihanet olduğunu savunan İran rejimi ve onun finanse ederek desteklediği Hamas ve İslami Cihad gibi örgütler tümüyle İsrail’in haritadan silinmesi ve yerine 1948 öncesi Filistin’in yeniden kurulması hedefi doğrultusunda söylem ve eylem geliştiriyorlar. Bu kanadın tersinden Siyonizm’in tezleriyle buluştuğunu söyleyebiliriz, çünkü ya hep ya hiç mantığıyla ve şiddet yoluyla sorunun çözüleceğine dair bir bakışa sahipler. Ancak saha gerçekliği her iki toplumun da nesiller boyu artık bölgenin yerlisi olduğu işgalci-yerli ayrımının en azından üçüncü, dördüncü nesillerde flulaştığını bize gösteriyor.
Filistin tarafının sürekli biçimde haklarının yenmesi, Gazze, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’te topraklarının işgal ve ilhaka uğraması, köşeye sıkıştırılmış, seçeneksiz bırakılmış bir agresifliğe mahkûm edilmesine yol açıyor. Bu kısır döngü nesiller boyunca uzun yıllara yayılmış sistematik işkence, taciz, aşağılama ve sömürülme durumunun bir halkın bir arada yaşama, adil ve sağduyulu kalabilme kapasitesini de olabildiğince zayıflatıyor. Aşağılama ve tacizlerin sadece gündelik hayata dair değil kimlik boyutunda, dini sembollerine, tarihine yönelik de bir inkâr söz konusu.
Filistin tarafında çaresizliğin ve imkânsızlığın ilk sembolü tam teçhizatlı askerlere taş atan çocuklardı. Tanka ya da askere taş atan çocuk, psikolojik üstünlük açısından tüm dünyada sempati toplayan masumiyet imgesi olarak hafızalara kazınacaktı.
Ancak ilerleyen yıllarda Filistin siyasetine örgüt şiddeti hâkim olmaya başladı. Hamas, İslami Cihad ve Aksa Şehitleri Tugayı örgütlerinin yöntem olarak kullandığı ve “İstişhad” eylemleri olarak adlandırdıkları canlı bomba saldırıları, İslami Cihad’ın 1984’teki eylemi ile başladı ve 2016’ya kadar yani 32 yıl boyunca 87 saldırı ile sürdü. Çoğu sivil 749 kişi bu saldırılarda hayatını kaybetti. İsrail-Filistin sorununa eklenen bir diğer unsur ise 2001’de başlayan füze saldırıları oldu. 50 İsrail vatandaşının öldüğü bu saldırıların İsrail üzerinde psikolojik baskı kurmak dışında bir etkisi bulunmuyor. İsrail ise bu rastgele saldırılara karşı uyguladığı orantısız ağır devlet terörünü dünya kamuoyuna “terör tehdidi altında yaşayan modern bir toplumu savunmak” olarak yansıtıyor.
2020’lere geldiğimizde ise bu durum örgütsüz bireysel bıçaklı saldırı ve askerler üzerine araç sürme gibi eylemler olarak karşımıza çıktı. “Nihilist şiddet” olarak da tanımlayabileceğimiz bu toplumsal ruh halinden çıkabilmenin yolu ise İsrail devlet terörünün azgınca sürmesinin durdurulmasıdır.
Filistinli için, içine sokulduğu ve mayınlarla döşeli labirentten kurtulmanın yolu kuralsızlıktır, çünkü kendisini bu kapana kıstıranlar teknolojinin tüm gücünü kullanarak tüm kuralları pervasızca çiğnemektedir. Dolayısıyla Filistinliden sağduyu beklemek, kurallara/hukuka uymasını istemek, işkencecisinden kurtulup kaçmak için kapıyı camı kırmamasını istemek gibidir. Hamas’ın ve diğer örgütlerin strateji belirlerken dünya kamuoyunun bunu nasıl algılayacağını, uluslararası hukuku dikkate almamaları ve kendi yakıcı gerçekliklerini esas almalarının sebebi de bu. Bu sebepledir ki Filistin sorununu çözebilecek en önemli güç, sorunun dışında durup arabuluculuk yapabilecek, sağduyuyu koruyabilecek ve diplomasiyi işletebilecek kesimlerdir. Sivil toplumun kamuoyu baskısı (kamu diplomasisi), diplomasi, ekonomik boykot ve uluslararası yaptırımlar Tel Aviv devlet terörünün durdurulmasını hedeflemelidir. Diplomatik ilişkilerin tümüyle kesilmesi ya da savaş çağrılarının Filistin sorununa çözüm adına bir katkısı olmayacaktır, ancak İsrail günümüzde Batı ülkeleri tarafından desteklenmektedir. Hindistan, Rusya ve Çin gibi ülkelerin de İsrail’le derin ilişkileri bulunduğunu göz önüne alırsak, sol ve İslamcı çevrelerin İsrail karşıtı sivil toplum faaliyetleri dışında önümüzde somut tek yol, halkları Müslüman olan devletlerin İsrail’e ortak ekonomik yaptırımlar uygulaması olacaktır. İsrail Gazze’deki devlet terörüne, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’teki demografik işgaline son verinceye kadar İslam İşbirliği Teşkilatı üyesi tüm ülkeler Tel Aviv rejimine ekonomik yaptırımlar uygulamalıdır.
Bu devlet terörü-örgüt terörü kısır döngüsünün kırılmasının yolu, asıl ve en büyük failin işlediği suçların cezalandırılmasıdır. Ancak böyle bir zeminde iki toplumun birlikte yaşaması için toplumsal rehabilitasyon ve barış konuşulabilir. İşte o zaman dünyadaki beş örneği önümüze koyabiliriz. Ruanda’daki ve Bosna’daki soykırımlar sonrası iç içe geçmiş biçimde yaşayan taraflar nasıl bir arada yaşamanın yolunu buldularsa, İspanya ve Lübnan uzun ve kanlı iç savaşlarda yaşanan acılara rağmen nasıl beraber yaşamayı başardılarsa, Güney Afrika’da süren apartheid rejimi sonrası taraflar nasıl ortak yaşamı kurabildilerse, bu, Filistin sorunu için de mümkündür. Ancak o aşamaya ulaşmak için zorlu bir yolun olduğu da muhakkak…