Almanya-Fransa Nükleer Ortaklığı

Almanya, güvenlik politikasında paradigma değişikliğine mi gidiyor? Macron’un seçim zaferiyle birlikte özerk Avrupa ve ortak savunma birliği fikri güçlendi diyebilir miyiz? Fransa-Almanya nükleer iş birliği ne kadar gerçekçi?

Almanya-Fransa Nükleer Ortaklığı

Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un ikinci turda radikal sağcı aday Marine Le Pen karşısında oyların yüzde 58’ini alarak yeniden seçilmesi Almanya’da coşkuyla karşılandı. Şansölye Olaf Scholz’un Le Monde gazetesinde Fransız seçmene Macron’a oy vermeleri yönünde çağrıda bulunmuş olması da Alman hükümetinin seçimleri ne kadar önemsediğini gösteriyor. Finans piyasaları seçim sonuçlarını olumlu karşılarken, Almanya’da, Putin karşıtı cephenin güçlenerek çıktığına ve Avrupa ortak savunma iş birliğinin önünün açıldığına dair iyimser değerlendirmelere yol açtı. Daha sıkı bir Fransa-Almanya güvenlik iş birliği ve nükleer ortaklığı olasılığını değerlendirmeden önce Almanya’nın güvenlik konseptine bakılması gerekiyor.

 

Almanya’nın Güvenlik Konsepti Değişiyor mu?

 

Rusya’nın Ukrayna’ya karşı savaşı Almanya’da ülkenin dış güvenlik politikasını gündemin merkezine taşırken, dünya kamuoyunda da sorulara yol açtı: Değişen dış tehdit algısı ve beliren güvenlik açığı Almanya’nın güvenlik konseptinde ne tür değişikliklere yol açacak? Bu tür soruları tetikleyen gelişmelerin başında Almanya Federal Hükümeti’nin meclis açık oturumunda savunma harcamalarını artıracağı yönündeki açıklaması geliyor. Savunma bütçesinin GSYİH’nın yüzde 2 düzeyine çıkarılacağı kararını ve silahlı kuvvetlerin modernizasyonuna 100 milyar Euro ayırılacağını açıklayan hükümetin mecliste üçte-ikilik bir desteğe ihtiyacı var. Muhalefetteki Hıristiyan Birlik partilerinin ortak fraksiyon başkanı Friedrich Merz – aynı zamanda CDU, Hıristiyan Demokratik Birlik partisinin genel başkanı – buna ancak kendilerinin hassasiyetlerinin de dikkate alınması ve yasa değişikliğine iktidar ortağı parti milletvekillerinin firesiz lehte oy kullanmaları durumunda destek vereceğini açıkladı.

 

Silahlı kuvvetlerin modernizasyonu bağlamında Alman Hava Kuvvetleri’nde bir F-35 jet filosu oluşturulacağı basına yansıdı. Yine basında çıkan haberlere göre İsrail’den bu ülkenin de kullandığı ‘Iron Dome’ (Çelik Gök Kubbe) hava sahası füze savunma sisteminin alınması gündemde. Bu örneklerden ve son haftalarda yapılan üst düzey açıklamalardan da anlaşıldığı gibi Almanya önümüzdeki dönemde ülkenin savunma gücünü ve askeri caydırıcılığını artırma yoluna gidecek.

 

Ancak iddia edildiği ve sıkça dillendirildiği gibi Berlin artık küresel ve bölgesel anlaşmazlıkların çözümünde bugüne kadar olduğu gibi diplomatik yöntemlerle yetinmeyip askeri seçenekleri mi öne çıkaracak? Bunu zaman gösterecek, ancak mevcut durumda bu yönde gerekli anayasal-hukuki düzenlemeler henüz yapılmadığı ve tartışılmadığı gibi, hükümet de son derece temkinli bir yaklaşım sergiliyor. Şansölye Scholz, koalisyon ortağı Yeşillerin aksine önceliğinin “NATO’nun tehlikeli bir tırmanışın içine çekilmemesi” ve olası bir “nükleer savaşın” engellenmesi olduğunu vurguladı. Muhalefet ise Scholz’u ikircikli davranmakla, “ihtiyaç duyulan” liderliği sergileyememekle suçluyor ve Rusya’ya karşı daha sert bir tutum takınılmasını savunuyor.

 

Almanya’nın güvenlik konseptini dört temel faktör belirliyor:

 

Birincisi, Almanya’nın iki dünya savaşına ‘sebebiyet vermiş’ olmasının ve Yahudi soykırımının verdiği suçluluk duygusu ve yarattığı travma.  İkincisi, coğrafi konumu, yani ülkenin Avrupa’nın tam ortasında yer alması ki bu ülkeye hem stratejik bir boyut kazandırıyor hem de onu kırılgan kılıyor. Üçüncüsü, çok ileri boyutta küreselleşmiş, yani ekonomisinin dünya ticaretine ve dolayısıyla da liberal kapitalist sisteme bağımlı olması. Dördüncüsü, dünyanın dördüncü büyük ekonomisine ve son derece ileri bir teknolojiye ve insan kaynaklarına sahip olmakla birlikte doğal kaynaklar bakımından son derece yoksul bir ülke olması. Bu da Almanya’yı ticaret yollarının güvenliğine, doğal kaynak, hammadde ve enerji kaynaklarının serbest ulaşımına bağımlı kılıyor.

 

Bu faktörlerden dolayı Almanya’nın güvenlik konseptinde küresel barışın korunması, küresel sorunların önlenmesi ve çözümünde çok taraflılık ilkesine bağlı kalınması, barışçıl çözüm arayışları, küresel liberal ekonomik düzenin korunması, ticaret yollarının güvenliğinin sağlanması gibi konular önemli bir yer tutuyor. Alman anayasasının dibacesinde yer alan ‘barış direktifi’; “Alman halkı, birleşik bir Avrupa’nın eşit bir üyesi olarak dünya barışına hizmet etme iradesinden ilham alır”, “İnsan haklarına bağlılık, insan topluluklarının, barışın ve adaletin temelidir” (mad. 1/2), “Avrupa’da ve dünya halkları arasında barışçıl ve kalıcı bir düzen” kurma önceliği (mad. 24/2) ve “Saldırganlık savaşının anayasaya aykırılığı” (mad. 26/1) gibi maddelerde ifadesini bulmaktadır.

 

Bu anayasal çerçeveden ötürüdür ki Almanya’nın tek taraflı bir politika uygulayacağı, uluslararası kural ve normları göz ardı ederek ‘büyük güç mücadelesine’ girişeceği – örneğin bir ABD, Birleşik Krallık ya da Fransa gibi – kısa ve orta vadede olası görülmüyor. Ancak Almanya’nın ‘Sivil Güç’[1] konseptinin özellikle Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı sonrası sınırlarına dayandığı da ortada.

 

Transatlantik İş Birliği Miadını Doldurdu mu?

 

Almanya’nın – bu diğer Avrupa Birliği (AB) ülkeleri için de geçerli – önünde iki seçenek bulunuyor: Birinci seçenek, Almanya’nın dış politika ve güvenlik stratejisinin odağında bundan sonra da ‘Transatlantik iş birliğinin’ yer alması. İkinci seçenek ise, Transatlantik iş birliğinin tamamen dışına çıkmaksızın, Almanya’nın ABD’den özerk bir Avrupa güvenlik konsepti oluşturması. Transatlantik iş birliği fikri son derece cazip olmakla birlikte koşulların buna çok uygun olmadığını da söyleyebiliriz. Çünkü AB ile ABD’nin ekonomik çıkarlarının farklılaştığını gözlemlemekteyiz. ABD’nin dünya ekonomisindeki ağırlığı azalıyor, doların konumu zayıflıyor ve artık AB’nin en büyük ticaret partneri değil. AB için Uzak Doğu pazarı ABD pazarından çok daha önemli artık. Bundan başka ABD’nin AB ülkeleri ile ilişkilerde kurallara uymadığı, Avrupalı ortaklarına aynı göz hizasında yaklaşmadığı da bir başka gerçek.[2]

 

Ancak ABD ile AB ve Almanya arasında jeopolitik çıkar farklılıkları da devam ediyor uluslararası sistem çok kutuplu bir dünya düzenine doğru evrilirken. ABD her hâlükârda bu çok kutuplu dünyanın başlıca güç odaklarından biri olmaya devam edecek, ancak dünya düzeninin tek belirleyicisi olamayacak. ABD’nin bu göreceli güç kaybını kabullendiği söylenemez.[3] Örneğin Amerikan Çin politikasına baktığımızda amacının sadece kural temelli dünya düzenini tahkim ve ihya etmek olmadığını, küresel düzlemde bir hegemonya arayışı içinde olduğunu görüyoruz. Bu bağlamda ABD’nin önceliği Çin’i çevreleyerek askeri bakımdan baskılamak. AB’nin önceliği ise Çin’in liberal dünya düzeninin kurallarına riayet etmesini sağlamak. Çin’in ekonomik yükselişi ve Çin ile ticaret – kurallara uyulduğu takdirde – AB ve Almanya’nın yararına.

 

Dolayısıyla, transatlantik düzenin eski günlerine kavuşacağı beklentisi bir hayli iyimser bir yaklaşım. Almanya’da bir kesim bu durum değerlendirmesinden hareketle ülkenin kendi güvenliğini sağlaması gerektiği savunuyor. Çin ile ABD arasındaki mücadelenin kurbanı olmamak için daha aktif ve savunma kapasitesini artırmış bir AB ve Almanya hedefi gündemde.

 

Nükleer Ortaklık Ne Kadar Gerçekçi?

 

Alman kamuoyunda da siyasi, iktisadi ve askeri özerkleşme yönünde ciddi bir beklentinin olduğu görülüyor; son dönemde gerçekleştirilen anketler de bu yönde. Örneğin Almanya’nın uluslararası krizlerin önlenmesi ve çözümünde daha aktif bir rol oynamasını savunanların oranında ciddi bir artış – 2021 yılında yüzde 45’ten 2022 yılında yüzde 67’ye – görülüyor. Körber Vakfı’nın yapmış olduğu ankete katılanların yüzde 73’ü (2021: yüzde 62) ABD ile ikili ilişkilerin Almanya için çok önemli olduğu kanısında. Ancak Almanya’nın güvenlik politikasında ABD’den bağımsızlaşmasını savunanların oranı da yüzde 76. Bu, farklı gerekçelere dayanıyor. Örneğin yüzde 24’lük bir kesim Almanya ile ABD’nin güvenlik politikalarında farklı hedeflere sahip oldukları, farklı amaçlar güttükleri kanısında. Yüzde 48’lik bir kesim ise Almanya ve Avrupa’nın güvenliğinin ABD’nin Avrupa’dan çekilmesi durumunda da sağlanmasının zorunluluğundan hareketle bağımsız bir güvenlik politikasını destekliyor.[4]

 

ABD’den özerk bir güvenlik politikasının temel köşe taşları neler olabilir? Burada en kritik nokta ABD’nin sağladığı ‘nükleer güvenlik şemsiyesinin’ yerine neyin konulacağı sorusudur. Almanya’nın nükleer silahlara yönelmesinin önünde ise iki engel bulunuyor. Nükleer silahların sınırlandırılması antlaşması ve Almanya’nın bunu ihlal etmesi durumunda uluslararası camiada ‘Alman Sorunu’nun yeniden nüksettiği kuşkularına sebebiyet verecek olması.

 

Mevcut koşullarda siyasi bir birlikten ‘savunma birliğine’ evirilen AB’nin ciddi bir nükleer şemsiye oluşturmasının bir yolu, Fransa ile Almanya’nın bir nükleer ortaklık geliştirmesi. Jeostrateji uzmanı Peter Ammon’a göre iki ülkenin nükleer iş birliği içine girmesi önünde ciddi engel bulunmuyor. Ancak bu Fransa ile Almanya’nın güvenlik alanında daha derin bir entegrasyonu gerçekleştirmelerini zorunlu kılıyor. Nükleer iş birliği, Almanya’nın Fransa’nın nükleer silah projesinin maliyetine ortak olarak karşılığında Fransa’nın nükleer kalkanına dahil olmasını içeriyor. 2017 yılında konuyu araştıran Federal Meclis’in (Bundestag) bilimsel servisi, Almanya’nın Fransa’nın nükleer silahlarının finansmanına ortak olarak Fransız nükleer silah kalkanına dahil olmasının uluslararası hukuk açısından sakıncasının olmadığı yönünde görüş bildirmişti.

 

Fransız Cumhurbaşkanı Macron’un da Fransa ile Almanya nükleer savunma ortaklığına sıcak baktığı biliniyor. Örneğin Fransa’nın nükleer caydırıcılığının Avrupa’nın güvenliğinde nasıl bir rol oynayabileceğine dair stratejik bir diyalog başlatma önerisinde bulunmuştu Fransız cumhurbaşkanı. Kaldı ki, ‘Aachen Antlaşması’ bu tür bir ortaklık fikri ile örtüşüyor. Söz konusu antlaşma, ortak dış ve güvenlik politikası oluşturmayı, ulusal savunma sanayilerinde iş birliği hedefini ve AB’nin bir ‘savunma birliğine’ dönüştürülmesi hedeflerini içeriyordu.

 

Ancak özerklik politikası, ABD’nin jeopolitik ve Amerikan savunma sanayiinin çıkarlarıyla örtüşmüyor, çünkü ileride Amerikan silah sanayiine rakip oluşturacak birçok projeyi de içeriyor. Dolayısıyla, Almanya’nın özerk bir siyaset izlemesi ve savunma kapasitesini güçlendirmesi için Ukrayna-Rusya Savaşı’nda ABD’den farklı bir duruş sergileyebilmesine, özerklik ve ortak savunma birliğine hedeflerini engelleyebilecek angajmanlara girmemeyi başarmasına bağlı. Örneğin, Amerikalı üretici Lockheed Martin’den F-35 Lightning II çok amaçlı görünmez avcı uçağı alınmasının kararlaştırılması, önemli Avrupa savunma projelerini baltalayacaktır. Almanya’nın savunma kapasitesini artırmanın yolu, ‘nükleer paylaşım’ içinde yer almaya devam ederek aynı zamanda bir Fransız-Alman projesi olan Future Combat Air System’in (FCAS) gerçekleştirilmesine bağlı.

 

Sonuç olarak, ABD ile Avrupa’nın, dolayısıyla da Fransa ile Almanya’nın, jeopolitik ve güvenlik hedef ve çıkarlarının farklılaştığını görüyoruz. ABD’nin askeri sanayi kompleksinin AB ülkelerinin askeri teçhizat alımlarına ihtiyacı olduğu gibi, Avrupa’nın savunma sanayiinde özerkleşmesi de küresel hedefleriyle örtüşmüyor. Almanya ve Fransa’nın Ukrayna-Rusya karşısındaki tutumlarını bu çerçeveden de değerlendirmek gerekiyor. Ancak olası Alman-Fransız nükleer ortaklığının önünden engeller bundan ibaret değil. Fransa ile Almanya arasındaki ulusal çıkar farklılıkları ve Avrupa tasavvurları da yabana atılmaması gereken engeller; bunlar ise bir başka yazının konusu.

__

[1] ‘Sivil Güç’ kavramı için bkz. Hanns W. Maull, Zivilmacht Bundesrepublik Deutschland: Vierzehn Thesen für eine neue deutsche Außenpolitik, içinde: Europa Archiv, no. 43 (1992), no. 10: 269–278. ‘Sivil Güç’ konsepti uluslararası ilişkileri medenileştirmeyi amaçlayan temel bir dış politika yönelimini tanımlamaktadır. Kavram, 1990’larda Almanya’nın dış politikasını tanımlayan ampirik-analitik bir işlevin ötesinde, normatif bir kılavuz-kavram niteliğine de sahipti.

[2] Transatlantik ilişkilerdeki aksaklıklar ve ABD ile AB -dolayısıyla da Almanya ve Fransa- arasındaki iktisadi-siyasi çıkar farklılaşmaları ve anlaşmazlıklar için bkz. Josef Braml, Die Trans-Atlantische Illusion, München, 2022.

[3] Bkz. Thomas Jäger, Das Ende des amerikanischen Zeitalters, Bonn, 2020.

[4] Körber Stiftung, The Berline Puls 2021/22 (Pew Research Center tarafından gerçekleştirilmiştir), 2021, online: https://bit.ly/3LhO5Jd, son ulaşım: 25.4.2022.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.