Almanya’da Jeopolitiğin Yükselişi
Almanya’da jeopolitik yaklaşımların yaygınlaşması ne anlama geliyor?
Batı dünyasında tehdit olarak algılanan “Alman Sorunu” geri mi dönüyor?
Almanya, İkinci Dünya Savaşı sonrası jeopolitik hedeflerden feragat ederek daha çok jeo-ekonomik hedeflere odaklandı. Son yıllarda ise Avrupa’da olduğu gibi Almanya’da da jeopolitik yaklaşımların – gerek uluslararası ilişkiler teorisinde (formel jeopolitik) gerekse de medya ve kamuoyunda (popüler jeopolitik) ve karar vericilerle siyaset yapıcıları arasında (pratik jeopolitik) olarak– yeniden yaygınlık kazandığını gözlemliyoruz. Bu durum ise jeopolitik ikileme yol açıyor. Örneğin Almanya’da jeopolitik yaklaşımların yaygınlık ve etkinlik kazanmaları Birleşik Krallık, Fransa, Rusya ve başka devletlerin de Almanya ile ilişkilerinde jeopolitik kıstaslara göre hareket etmelerine yol açacaktır. Dolayısıyla, güvenlik ve dış politika başlıklarının jeopolitik yaklaşımlara göre şekillendirilmesi, çoğu kez yeni gerginliklere, çatışma ve hatta savaşlara yol açabiliyor.
Söz konusu yaklaşımlar, “Alman Sorunu”[1] geri mi dönüyor, sorusunu da beraberinde getiriyor. Bu tür kaygıları hayali bulanlara Robert Kagan’ın cevabı net: 1925’de silahsızlanmış, çok istikrarlı olmasa da demokratik, komşularıyla iş birliği içinde ve Fransa ile tarihi bir pakt (Locarno Antlaşması) kurmuş olan bir Almanya’nın yerini çok değil 10 yıl sonra militarist bir Almanya almıştı.[2] Merkezinde yaşam alanı (Lebensraum, Haushofer) konsepti olan Alman jeopolitiği, Avrupa’ya tarihinin en büyük yıkımını – İkinci Dünya Savaşı ve Yahudi soykırımı – getirmiştir.
Jeopolitik Nedir, Ne Değildir?
Derin toplumsal dönüşümlerin yaşandığı, teknolojik atılımların gerçekleştiği ve dünya düzeninin tartışmaya açıldığı dönemlerde jeopolitik tartışmalar da gündemin üst sıralarına yerleşir. Jeopolitiğin akademik bir disiplin olarak ortaya çıkışı, kapitalizmin yeni bir döneme evirildiği, teknolojik gelişmelerin zaman ve mekân tasavvurunu altüst ettiği ve uluslararası ilişkilerin meşruiyet odaklı ve çok taraflı bir dönemden daha çatışmacı bir yapıya evirildiği bir dönem olan 19. yüzyıl sonlarına tekabül ediyor.[3]
Jeopolitik, Birinci Dünya Savaşı sonrasında üniversite, araştırma enstitüsü, think-tank gibi bilim kurumlarında yer edinmiş, Soğuk Savaş ile birlikte ise konumunu sağlamlaştırmıştı.[4] Bu bağlamda Soğuk Savaş dönemi ABD ve NATO jeopolitiğini derinden etkilemiş olan Spykman’ın jeopolitik, yani coğrafya ile güç ilişkisi hakkındaki şu düşüncesi oldukça açıklayıcıdır: “Coğrafya, dış politikayı belirleyen en önemli faktördür. Bakanlar gelir gider, diktatörler ölür, ancak sıradağlar varlıklarını sürdürür.”[5]
Jeopolitik, popüler ve yaygın anlamıyla devletlerin askeri, siyasi ve iktisadi güçlerini artırma ve etki alanlarını genişletme yarışına işaret eder. Ancak bir siyasal bilim kavramı olarak jeopolitik coğrafyanın/mekânın siyasal hedefler doğrultusunda (yeniden) tanzimini (liman ve tren yollarının inşası, stratejik altyapı düzenlemeleri vs.) ve mekân üzerinde siyasal amaçlı kontrol oluşturma siyasetini (stratejik su yollarının, bölgelerin kontrolü vs.) tanımlar. Özetle, jeopolitik, siyasal çatışmaların nedenlerini coğrafi ve mekânsal koşullarda arar. Dağ, nehir ve boğazlar gibi coğrafi birimlere askeri bakımdan, stratejik ve güvenlik açısından önem atfeder.[6]
Özetle, Almanya’da jeopolitik hedeflerin tekrar gündeme gelmesini Alman hariciyesinin uluslararası sistemdeki yeni rol arayışlarıyla açıklayabiliriz.
Almanya’da Jeopolitik Yaklaşımın Yükselişi
Rusya’nın 2014’de Ukrayna’ya müdahalesi, sonrasında ise Kırım’ı işgal ve ilhak etmesi Almanya eski dışişleri bakanı Joschka Fischer’e göre “güce dayalı jeopolitiğin” Avrupa’ya geri dönüşünün en somut örneklerinden biridir.[7] Dolayısıyla Almanların tamamıyla hukuk temelli, çok taraflılık ve karşılıklılık ilkelerine dayanan bir dünya düzeni “rüyasından” artık uyanmaları gerekmektedir. “Jeopolitiğin dönüşü” deyimi, “jeopolitik dünya politikasında önemini yitirmiş miydi ki?” sorusunu akla getiriyor. Eğer jeopolitiği popüler ve yaygın anlamında kullanırsak soğuk savaş sonrası dahi önemini yitirmemiş olduğunu söylememiz gerekir. Ancak jeopolitiği dar anlamında, bir siyasal bilim kavramı olarak ele aldığımızda farklı bir durum ortaya çıkar. Bu bağlamda üç noktanın altını çizmemiz gerekiyor.
Bir: Almanya’nın – buna Fransa ve İngiltere de dahil – soğuk savaş döneminde ABD hegemonyasını kabul ederek ABD’nin nükleer şemsiyesine dahil olması onu dünya siyasetinde birincil bir özne olmaktan çıkarmıştı. Dolayısıyla ne Almanya ne de o dönem daha çok iktisadi bir birlik olan AB (AET), küresel düzlemde ABD’den bağımsız olarak jeostratejik hamleler yapan bir jeopolitik özne değillerdi.
İki: Almanya’da ayrıca tarihinde iki dünya savaşına sebebiyet vermiş olmanın getirdiği mahcubiyet ve Alman jeopolitiğinin Nasyonal Sosyalist yayılmacılık ve ırkçılığına vermiş olduğu destekten dolayı jeopolitik yaklaşımlar – hatta mekân kavramı dahi – neredeyse mutlak bir meşruiyet kaybına uğramış, akademik tartışmalardan adeta dışlanmıştı.[8]
Üç: Avrupa entegrasyon sürecinde jeopolitiğin klasik oyun kurallarının, taktik ve stratejilerinin, AET ve AT üye devletleri arasındaki ilişkilerden büyük ölçüde dışlandığını söyleyebiliriz. Örneğin Almanya ve Fransa arasındaki ikili ilişkilerde Avrupa entegrasyonun derinleştirilmesi meselesi ön planda idi. Bu süreçte, 19. yüzyılda olduğu gibi siyasal ve askeri denge oluşturma, karşı ittifak kurma ve çevreleme gibi taktikler belki tümden unutulmamış, ama büyük ölçüde geri plana itilmişlerdi.[9]
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Jeopolitik yaklaşımlar ve hedefler ortadan kalkmamış, ancak Batı ittifakı içinde jeostrateji kurgulama ve tatbik yetkisi adeta ABD’ye devredilmişti. ABD dünya politikasında jeopolitik kıstaslara göre hareket ederken, AB üye devletleri, özellikle de Almanya, ABD’nin sağladığı güvenliğin gölgesinde jeopolitikten göreceli olarak uzak durabilmişlerdi. Ancak son yıllarda ABD ile yaşanan tartışma ve gerilimler AB’yi jeopolitik alanda yeniden kafa yormaya ve aktif olmaya itiyor. Bunun en somut örneği ise, Ursula von der Leyen’in AB Komisyonu başkanı seçilmesinin ardından “jeostratejik AB” kavramına atıf yaparak AB’yi “jeo-stratejik ve küresel bir aktör” olarak düşündüğünü açıklamasıdır.[10]
İktidar ve Güç Dilini Yeniden Öğrenmek
Son yıllarda birçok araştırma enstitüsü ve düşünce kuruluşu tarafından tasarlanan jeo-stratejik kurgulardan – muhtemelen en ofansif olanlarından – biri James Rogers’ın AB’ye hitaben kaleme aldığı “gerilemeye karşı bir jeostrateji” başlıklı politika belgesidir. Rogers’e göre ilk olarak AB içinde pasifist hareketin etkisinin kırılması ve pasifist yaklaşımların aşılması gerekmektedir. AB’nin “süper güç” olabilmesi, yani ABD, Rusya ve Çin’in yanında dördüncü bir kutup oluşturabilmesi için etkili bir “süper devlete” dönüşerek askeri aygıtlarının gücünü ve caydırıcılığını artırması gerekmektedir.[11] Rogers’e göre AB ayrıca Avrupa’dan Akdeniz’e, oradan da Hint Okyanusu’na uzanan büyük bir alanı (grand area) kontrol ve dizayn etmesi gerekmektedir.[12]
Burada, Alman karar vericilerinin ve siyaset tasarımcılarının tamamen bu ve benzeri stratejilere göre hareket ettiklerini iddia edecek değiliz. Ancak, var olan paralellikler de görmezden gelinmemeli. AB’nin olası bir bölünmesinin Avrupa’yı ve bununla birlikte Almanya’yı dünya siyaseti sahnesinin tamamen dışına iteceği ve Avrupa dışı güçlerin – ABD, Çin, Rusya – belirlediği bir sürecin içine hapsedeceği kaygısı yukarda atıfta bulunduğumuz Almanya eski Dışişleri bakanı Joschka Fischer tarafından da dillendirilmiştir.[13]
AB’nin ortak bir politika ve strateji belirlemesi, uluslararası arenada ortak hareket etmesi ve ekonomik ve siyasal bir birlik olan AB’nin ortak bir savunma birliğine evirilmesi gerektiği diplomat ve Münih Güvenlik Konferansı başkanı Wolfgang Ischinger ve başka karar vericiler ve aktörler tarafından da savunulmaktadır.[14] Örneğin Almanya sosyal demokrat partisi SPD’ye yakın Friedrich Ebert Vakfı’nın bir yayını olan IPG’de (Uluslararası Politika ve Toplum) çıkan makalesinde Stefan Steinicke, jeopolitik düşünme ve jeostratejik manevra kabiliyetinin yeniden öğrenilmesi gerektiğini şu şekilde gerekçelendiriyor:
Uluslararası düzenin başat aktörleri jeopolitiğe dayalı hareket ederse, AB de bu jeopolitik kavramlarla düşünebilmeli ve jeostratejik gereklere göre hareket edebilmelidir. (…) Yeni dünya düzeninde bağımsız bir kutup olmak ve liberal demokrasiler ile otoriter sistemler arasındaki sistemik çatışmada ezilmemek için AB’nin dünyadaki konumunu jeopolitik olarak belirleyebilmesi gerekiyor. [15]
Yaygın bir kanıya göre Almanya, AB’nin bağımsız bir kutup olarak konumlanmasına katkı sunmalıdır. Bunun için gerekli düzenlemelerin bir an önce gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Bunların başında ise yüksek eğitimin jeostratejik ihtiyaçlara göre yeniden düzenlenerek, jeopolitiğin ve strateji derslerinin üniversitelerin müfredatına dahil edilmesi gelmektedir.[16] Yine IPG’de çıkan, Josep Borell imzalı makalede AB’nin “iktidar dilini” öğrenmesi ve “kendisini birinci sınıf bir jeostratejik aktör olarak görmesi” gerektiğinin altı çiziliyor.[17]
Borrell’in AB için söylediklerine benzer şekilde Almanya’da da Alman hariciyesinin artık dış ilişkilerde ve güvenlik politikalarında o bilinen aşırı ihtiyatlı davranış kültüründen uzaklaşması gerektiği dillendirilmektedir. Almanya’nın Batı ittifakının pasif ve reaktif bir ortağından ziyade, Batı’nın güvenliğinin aktif garantörlerinden olmasını öneren Mangasarian ve Tachau, Alman dış politikasının askeri gücün diplomatik başarılardaki rolünü idrak edemeyişini eleştirmektedirler. Yeni ve etkin strateji üretim merkezlerinin oluşturulması önerisini de getiren dış politika ve güvenlik uzmanları, ahlaki faktörlerin Alman dış politikası üzerindeki etkilerinden yakınmaktadırlar.[18]
Bir başka dış politika ve güvenlik uzmanı olan siyaset bilimci Herfried Münkler ise Almanya’nın coğrafi pozisyonundan dolayı, yani merkezin gücü (Macht der Mitte) olmasından kaynaklanan sorumlulukları yerine getirmesini ve gerektiğinde daha aktif bir güç politikası uygulamasını savunmaktadır. Bu bağlamda, Almanya’nın üçlü bir görev üstlenmesini önermektedir: AB’nin ayakta tutulması bağlamında merkezkaç kuvvetlerin (milliyetçi hareketler, aşırı sağ radikalizm) engellenmesi, çıkar çatışmalarının hafifletilmesi ve bunların tanzimine katkı sunmak.[19]
Münkler bir başka söyleşide ise, Alman dış politikasının normatif sorunsallara ve değerlere odaklandığını, bundan dolayı da jeopolitik konstellasyonları yeterince dikkate alamadığını belirterek, jeopolitiğin dikkate alınması gerektiğini salık vermektedir.[20]
Coğrafyanın Rolü
Jeopolitik, siyasal çatışmaların nedenlerini coğrafi ve mekânsal koşullarda arar. Coğrafi konumu, Almanya’nın Avrupa ve dünya siyasetinde yeniden konumlanışını ve jeopolitiğini büyük ölçüde belirliyor. Almanya’nın hem ekonomik hem de siyasal gücünün kaynaklarından biri de sahip olduğu nüfusu ve insan kaynaklarının yanında, coğrafi konumu, yani Avrupa’nın merkezinde oluşudur. Doğu ile batı, güney ile kuzey arasındaki ticaret yolları Almanya’dan geçiyor. Bu merkezi konumu Almanya’yı ayrıca doğu batı, güney kuzey ulaşımının – otoyol ve demir yolları ağının – odağına oturtarak, ülkeyi bir ulaşım ve üretim “merkezi” (hub) haline getiriyor.
Almanya, 19. yüzyılda olduğu gibi, 20. yüzyılın ortalarından itibaren ve özellikle de birleşme sonrası bu coğrafi konumunun da getirdiği avantajla Avrupa’nın en büyük ekonomik ve siyasi gücü durumuna yükseldi. Almanya bugün de hem Avrupa’nın bir nevi “yarı hegemonu”[21]hem de Orta Avrupa’ya ekonomik bakımdan hâkim durumda. Orta Avrupa, Almanya’nın tedarik zincirinin ayrılmaz bir parçası haline gelmesi ve Alman şirketlerinin bu bölgedeki etkinliğinden dolayı, bugün Alman ekonomik bloğunun bir parçasıdır.
Merkez güç[22] olmak, yani coğrafi bakımdan Avrupa’nın merkezinde yer almak, en kalabalık nüfusa ve en güçlü ekonomiye sahip olmak, birçok avantajın yanında bazı dezavantajları da içeriyor. Almanya bu merkezi ve “yarı hegemon” konumundan dolayı 1871 (Alman İmparatorluğu’nun kuruluşu) sonrasında olduğu gibi günümüzde de özellikle kara sınırlarına sahip olduğu – toplam dokuz – komşu ülkeler tarafından bir güvenlik tehdidi olarak algılanmaktaydı.
Örneğin 19. yüzyıl sonlarında bu devletlerin üçünün – dönemin Türkçesi ile düvel-i muazzama olarak anılan – büyük güç olması (Fransa, Avusturya-Macaristan ve Rusya) Alman devlet yöneticileri arasında iki büyük güç tarafından sıkıştırılma, iki cephede savaş zorunluluğu korkusunu tetikliyordu. Bu da Alman diplomatlarını sürekli ittifak arayışına itiyordu: Bismarck’ın çok yönlü ve dinamik ittifaklar politikası bunun en iyi örneğidir. 19. yüzyılın ikinci yarısındaki Almanya’nın temel stratejisi Fransa’yı izole etmeye, Rusya’yı ise karşısına almamaya yönelikti. Soğuk Savaş döneminde ise temel hedef Sovyetler Birliği’ni dengelemek, Fransa ve İngiltere ile iyi ilişkiler geliştirmek şeklinde idi.
İkinci Dünya Savaşı sonrası Batı ittifakına dahil olmak, Almanya’ya bir güvenlik garantisi sağlıyor, diğer Avrupa devletlerinin ekonomik bakımdan yükselen Almanya karşısında yeniden bir tehdit algısı ve “Alman korkusuna” kapılmalarını engelliyordu. Ancak Sovyet tehdidi Almanya’da bir kuşatılmışlık hissine yol açıyordu. Ayrıca Batı ittifakında yer almak ve bu ittifakın ortak çıkarlarına tabi olmak Doğu Almanya halkını kaderine terk ediyor, ulusal birleşmeyi belirsiz bir tarihe öteliyordu. Artı olası bir bloklar arası çatışma Almanya’yı bir nükleer savaş alanına çevirecekti. Şansölye Willy Brandt hükümeti bu kısır döngüyü doğu açılımıyla (Ostpolitik) kırmaya çalıştı ve bunda büyük ölçüde başarılı oldu.
Benzeri bir durumun günümüzde de – o dönemden çok daha temkinli bir biçimde – denendiğini, en azından bu tür bir opsiyonun açık tutulmaya çalışıldığını söylemek mümkün. Güncel durumu 1970’lerden farklı kılan bir başka nokta ise o dönemdeki Alman doğu politikasının kutuplar arası yumuşama eğilimi (detente) ile örtüşüyor olmasıydı. Bugün ise tam tersi bir durum söz konusu. Bu yüzden de, özellikle ABD’de, Almanya’nın dış politikasına yönelik eleştiriler artıyor. Berlin’in Batı (Atlantikçilik) ve Doğu (Avrasyacılık) arası denge ve Rusya’ya yakınlaşma politikasını bir opsiyon olarak düşündüğünü şu sebeplere dayanarak söyleyebiliriz:
Birincisi: Nord Stream (Kuzey Akımı) doğalgaz boru hattından ABD’nin tepkisi ve Polonya ve Baltık ülkelerinin eleştirilerine rağmen vaz geçilmedi. Bu sayede hem Rusya ile ortak bir ekonomik payda oluşturuluyor, hem de doğu Avrupa devletlerinin gücü dengelenmiş oluyor. Bu denklem özellikle doğu Avrupa’ya yönelik jeostratejik tasavvurlar düşünüldüğünde daha farklı bir anlam kazanıyor. ABD’nin bu projeye sert eleştiriler yöneltmesinin altındaki temel neden, doğalgaz fiyatlarını düşürerek Rusya’yı ekonomik ve siyasi bakımdan zayıflatma stratejisine ters düşmesidir.
İkincisi: Nükleer katılımdan[23] çıkma yönündeki fikir egzersizlerini de bu bağlamda değerlendirebiliriz. Bu düşüncenin SPD fraksiyon başkanı Rolf Mützenich[24] tarafından dile getirilmiş olması, olası bir sosyal demokrat Şansölye başkanlığında ya da ortaklığındaki bir hükümet oluşumunda 1920’lerdeki Rapalo[25] sürprizinin tekrarlanabileceği yönündeki kaygıları tetikliyor.
Jeopolitik Kapışma Alanları
Doğu Avrupa’nın, Çin, ABD, Rusya ve AB, dolayısıyla da Almanya arasındaki jeopolitik kapışmanın önemli sahalarından biri olduğunu söyleyebiliriz. Söz konusu bölgenin önemi batıdaki ekonomik güç merkezleri (Kuzey-Ren-Vesfalya, Benelüks ülkeleri, Fransa ve Kuzey İtalya) ile doğu Avrupa ve Asya arasında bir geçiş bölgesi oluşturmasından kaynaklanmaktadır. Güçlü aktörlerin – Rusya, ABD, Çin – jeopolitik rekabeti bu bölgedeki kritik altyapı oluşumlarında kilit rol oynama mücadelesinde ifadesini bulmaktadır.
Rusya ve Rus firmalarının daha çok enerji altyapılarıyla ilgilendiği ve bunları desteklediğini görüyoruz. Doğalgaz boru hatları (Nord Stream, Turk Stream) ve buna dahil altyapıların yanında nükleer santral yapımında da etkin olmaya çalışıyor. Rusya’nın bu bölgeye ilgisinin temel göstergelerinden biri de Comecon-Bank’ın devamı olan IIB – International Investmentbank’ın merkezini Moskova’dan Macaristan’a taşımış olmasıdır.
Çin açısından bu bölgenin önemi Yol ve Kuşak Projesi’nin güzergahında olmasından kaynaklanmaktadır. Bağlantı politikası bağlamında altyapı inşasına odaklanan Çin ve Çinli firmalar tren hattı ve otoyol ve lojistik merkez inşasına talip olmaktadırlar. Çin’in ilgi duyduğu bir başka alan ise iletişim teknolojisi ve iletişim şebekelerinde etkin olmak. Pekin ayrıca 17+1 Müzakere ve İşbirliği İnisiyatifi[26] ile siyasi bakımdan da etkin olmaya çalışmaktadır.
Amerika’nın temel projesi ise daha çok gevşek bir siyasi ve iktisadi birliktelik olan ve 12 ülkeden oluşan Üç Deniz İnisiyatifi (3SI).[27] ABD bu bölgede tipik bir büyük güç rekabeti içinde ve bu bağlamda ileride kendi etki ve küresel/bölgesel çıkarlarına tehlike oluşturabilecek altyapı projelerini engellemeye çalışıyor.[28] Örneğin 5G ağı, Huawei ve Nord Stream meselesinde olduğu gibi.
Almanya’nın bu bölgedeki politikasının temelini, bölge dışı aktörlere karşı AB’yi stratejik ve jeoekonomik bakımdan güçlü kılmak, bölge ülkelerinin altyapı projeleri üzerinden yeni bağımlılıklar içine girmesini engellemek oluşturuyor. Almanya bir taraftan Rusya’nın bu bölgedeki gücünü dengelemeye çalışırken, diğer taraftan da ABD’nin Rusya’yı doğal gaz fiyatı indirimleriyle zayıflatmasına karşı duruyor. Rusya’nın zayıflamasının Almanya’ya iki dezavantajı olabilir: Diğer aktörlerin daha da güçlenmesi ve Rusya’nın aşırı zayıflamasının bölge devletlerinin, örneğin Polonya’nın, AB karşısında daha otonom tavır takınmalarına yol açabilir. Benzeri bir olasılık Balkanlar için de geçerli.
Toparlayacak olursak, Almanya’nın dünya siyasetindeki ağırlığını artırabilmek için üçlü bir jeopolitik strateji güttüğünü söylemek mümkün:
Bir: AB’nin dağılmasını ya da parçalanmasını engellemek. Buna AB’nin periferisini teşkil eden Balkanlar ve Doğu Avrupa’nın ve AB’nin etrafındaki kuşağın (Ortadoğu ve Kuzey Afrika) iktisadi ve siyasi olarak istikrara kavuşturulması hedefi de dahil. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın istikrarı ise AB ve Almanya için barındırdığı göç potansiyeli, olası bir mülteci dalgasını önlemeyebilmek bakımından, sahip olduğu enerji ve doğal kaynaklardan ve Hint ve Asya-Pasifik deniz ticaret yolu üzerinde (Akdeniz, Süveyş Kanalı, Kızıl Deniz, Babülmendep Boğazı) bulunmasından dolayı son derece önemli.
İki: AB içinde, özellikle de Fransa – ve Akdeniz ülkeleri – ve Polonya karşısında siyasi-iktisadi bir denge oluşturmak; Fransa’nın iktisadi devletçiliğine, Akdeniz ülkelerinin ortak borçlanma taleplerine, Polonya’nın ise otoriter eğilimlerine karşı. Dolayısıyla Fransa, Almanya ve Polonya’dan oluşan Weimar Üçgeninin işlemesinin temel faydası Fransa’nın Polonya ile bir olup Almanya’yı sıkıştırmasına karşı durmaktan geçiyor.
Üç: Rusya’ya karşı hem denge oluşturmak hem de onu ABD karşısında bir denge unsuru olarak değerlendirmek. ABD’nin Alman firmaları üzerinden yaşadığı gerilimleri ve son olarak da Trump’ın Almanya’dan asker azaltma kararını da bu bağlamda değerlendirmek faydalı olacaktır.
[1] “Alman Sorunu”, geniş anlamıyla Almanya’nın coğrafi bakımdan, yani Avrupa kıtasındaki merkezi konumundan dolayı yeni çağ ve modern zamanlardaki büyük güç rekabetinde (struggle for supremacy) oynadığı önemli role işaret eder. Tarihçi Brendan Simms ile izah edecek olursak, 15. yüzyıl sonrası üstünlük kurma mücadelesinin merkezinde hep Almanya olmuş, bu mücadele bazen bizzat Almanya’da (30 Yıl Savaşları), bazen Almanya için (Prusya–Avusturya-Macaristan, Fransa–Habsburg Monarşisi mücadelesi) bazen de Almanya’ya (Birinci ve İkinci Dünya Savaşı) karşı yapılagelmiştir. Dar anlamda ise, Almanya’nın birleşmesi sonucu Avrupa içi güçler dengesinin bozulacağı kaygısı, Almanya’nın karşı durulamaz bir güç haline gelme olasılığı gibi sorunlara işaret ediyor. Aynı kaygılar İkinci Dünya Savaşı sonrasında da ABD, Fransa, İtalya, İngiltere gibi ülkelerde dillendirildi. Hatta Almanya’nın 1990’daki ulusal birliğine, ülkenin çok güçleneceği ve Batı ittifakından koparak Avrupa için yeniden bir tehdit oluşturabileceği gibi düşüncelerle sıcak bakılmıyordu. (Friedbert Pflüger, Richard von Weizsäcker – Ein Porträt aus der Nähe, Stuttgart: Deutsche Verlagsanstalt, 1990: 214–220) “Alman Sorunu” bir ikilemi de ima etmektedir: Bölünmüş, parçalı ve zayıf olunca büyük güçlerin etki ve egemenlik alanına girerek güçler dengesinin bozulmasına neden oluyor, birleşince ise çok güçlenerek diğer Avrupa devletleri için bir tehdit oluşturuyor. Bkz. Brendan Simms, Europe: The Struggle for Supremacy, 1453 to the Present, London: Penguin Books, 2014 ve Hans-Peter Schwarz, Die Zentralmacht Europa – Deutschlands Rückkehr auf die Weltbühne, Berlin: Siedler Verlag, 1994.
[2] Robert Kagan, “The New German Question – What happens when Europe comes apart?” içinde Foreign Affairs, May/June 2019, s. 108–120, s. 110 ve 120.
[3] Bkz. Niels Werber, Geopolitik zur Einführung, Hamburg: Junius Verlag, 2014.
[4] Bkz. Niels Werber, Geopolitik…, 2014.
[5] Nicholas Spykman, America’s Strategy in World Politics, New York, 1942, s. 41.
[6] Jeopolitik kavramı ve olgusu için bkz. Werber, Geopolitik…, 2014, Rudolf Adam, “Geopoilitik als politisches Argument – Eine differenzierte Ehrenrettung”, Politikum, Heft 2/2019: 14–20.
[7] Bkz. Joschka Fischer, “Die Rückkehr der Geopolitik”, içinde Süddeutsche Zeitung, 8.11.2015 (https://www.sueddeutsche.de/politik/aussenansicht-die-rueckkehr-der-geopolitik-1.2727302).
[8] Bu konuda bkz. Martina Löw, Raumsoziologie, Frankfurt/Main: Suhrkamp, 2000.
[9] Bkz. Brendan Simms, Europe: Struggle for Supremacy, from 1453 to the Present, London: Penguin Books, 2014.
[10] European Commission, „The von der Leyen Commission: for a Union that strives for more“, 10.9.2019 (https://ec.europa.eu/commission/presscorner/detail/en/IP_19_5542).
[11] James Rogers, “A New Geography of European Power”, Gent: Akademia Press, 2011 (http://aei.pitt.edu/29740/1/ep42.pdf).
[12] James Rogers, “A New Geography of….”, 2011. Ayrıca bkz. James Rogers/Luis Simón, “The new ‘long telegram’: Why we must re-found European integration”, Group on Grand Strategy, Long Telegram no. 1, Summer 2011 (https://www.ies.be/files/Long%20Telegram%201.pdf).
[13] Joschka Fischer, Der Abstieg des Westens – Europa in der neuen Weltordnung des 21. Jahrhunderts, Köln: Verlag Kiepenhauer und Witsch, 2019.
[14] Wolfgang Ischinger, Welt in Gefahr: Deutschland und Europa in unsicheren Zeiten, Berlin: Ullstein Verlag, 2018.
[15] Stefan Steinicke, “Die Neo-Geopolitik” içinde IPG – Internationale Politik und Gesellschaft, 05.02.2020 (https://www.ipg-journal.de/rubriken/aussen-und-sicherheitspolitik/artikel/die-neo-geopolitik-4053/).
[16] Leo Mangasarian/Jan Tachau, Führungsmacht Deutschland – Strategie ohne Angst und Anmaßung, München: Dtv Verlag, 2017, s. 101–105.
[17] Josep Borrell, “Die Sprache der Macht” içinde IPG – Internationale Politik und Gesellschaft, 13.02.2020 (https://www.ipg-journal.de/rubriken/aussen-und-sicherheitspolitik/artikel/die-sprache-der-macht-4069/).
[18] Leo Mangasarian ve Jan Tachau tarafından da dillendirildi, bkz. Führungsmacht Deutschland – Strategie ohne Angst und Anmaßung, München: Dtv Verlag, 2017, s. 101–106.
[19] Herfried Münkler, Macht der Mitte, Hamburg: Edition Körber-Stiftung, 2015.
[20] Bkz. Münkler ile söyleşi, Politikum, Heft 2/2019: 56–61.
[21] Gregor Schöllgen, Deutsche Außenpolitik von 1815 bis 1945, München: C.H. Beck, 2013, s. 32–61.
[22] Bkz. Hans-Peter Schwarz, Die Zentralmacht Europa – Deutschlands Rückkehr auf die Weltbühne, Berlin: Siedler Verlag, 1994.
[23] Nükleer ittifak, NATO’nun nükleer caydırıcılık politikası olan “nükleer katılıma” dayanmaktadır. ABD’nin 1950’li yılların sonlarına doğru nükleer silahları olmayan, ancak nükleer silahların tehdidi altında bulunan Avrupa’daki NATO üye devletlerini koruyabileceğini ve korumaya istekli olduğunu teyit etmek için ortaya atmış olduğu bir konsepttir. Söz konusu ülkeler açısından ise nükleer-askeri planlamada söz sahibi olabilmek önemli bir motivasyon idi. “Nükleer katılım” kapsamında nükleer silahları olmayan NATO üyesi ülkeler kendi topraklarında nükleer silahı olan NATO üyesi ülkelerin, daha doğrusu ve fiiliyatta ABD’nin, nükleer silahlarını bulundurmaktadır. Almanya, Belçika, Hollanda, İtalya ve Türkiye ABD’nin nükleer silahlarına ev sahipliği yapmaktadırlar ve savaş durumunda bu silahları ABD’nin kontrolünde kullanabilirler. Daha fazla bilgi için bkz. “NATO Nuclear Sharing and the NPT – Questions to be Answered”, PENN Research Note 97.3, 6/1997 (https://web.archive.org/web/20090807094924/http://www.basicint.org/nuclear/NATO/PENNnote-nuclearsharing-1997.htm#Question%201 ).
[24] Rolf Mützenich, “Germany and nuclear sharing”, içinde IPG – Internationale Politik und Gesellschaft, 15.05.2020 (https://www.ips-journal.eu/regions/europe/article/show/germany-and-nuclear-sharing-4362/).
[25] 1922’de Alman Weimar Cumhuriyeti ile Sovyetler Birliği arasında imzalan antlaşma Birinci Dünya Savaşı sonrasında uluslararası sistemden tecrit edilen iki devletin yeniden iş birliği kurmasını ve Almanya’nın Sovyetler Birliği’ne askeri eğitim vermesi (gizli ek) hususunu içeriyordu. “Rapallo” deyimi Almanya’nın bir nevi Batı’dan uzaklaşmasını sembolize etmektedir. Bkz. Schöllgen 2013, s. 149.
[26] 17 + 1 İşbirliği İnisiyatifi, 17 Orta ve Doğu Avrupa ülkesi ile Çin arasındaki işbirliğini teşvik etmek amacıyla 2012 yılında kurulan sözde çok taraflı bir platformdur. Ulaşım, finans, bilim, eğitim ve kültür alanlarında işbirliğini yoğunlaştırmayı hedefler. Girişim, 2013 yılında Çin’in dünya ticaretini teşvik etmek ve Çin ile Afrika, Asya’daki 60 ülke arasında kıtalararası ticaret ve altyapı ağlarını genişletmek amacıyla başlattığı Tek Kemer, Tek Yol (Yeni İpekyolu) projesine bağlandı. Bkz. Toni Skorić, “ Das zweischneidige Potenzial des 17+1-Formats”, Friedrich Nauman Stiftung, 17.4.2019 (https://www.freiheit.org/aussenpolitik-das-zweischneidige-potenzial-des-171-formats).
[27] Üç Denizler Girişimi (Three Seas Initiative), başkanlık düzeyinde 2015 yılında başlatılan esnek bir siyasi platformdur. AB üye devletleri arasında bağlantıyı artırmayı ve gerçek yakınsamayı kolaylaştırmayı hedeflemektedir. Üç Deniz Girişimi aynı zamanda transatlantik bağın güçlendirilmesine yönelik bölgesel bir katkı olarak tanımlanmaktadır. Söz konusu üç deniz, Baltık, Adriyatik ve Karadeniz denizleridir. Bkz. http://three-seas.eu/
[28] Kai-Olaf Lang, “Gleise, Pipelines, Autobahnen: Die neue Geopolitik der Infrastrukturen im östlichen Teil der EU”, içinde SWP-Aktuell, 17.3.2020.
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.