Amasız, Fakatsız, İstisnasız Kreş Hakkı
İzmir’de oturduğumuz daire Göztepe otobüs durağının yakınlarında.
1980’lerin ilk yarısı. Henüz birkaç aylığım. Durakta annemle bekliyoruz. Yaz sıcağında bekliyoruz. İlkbahar esintisinde bekliyoruz. Sonbaharda ağaçlar parlak sarılı turunculu yapraklarını etrafa saçarken bekliyoruz. Kış ayazında bekliyoruz.
Adım adım büyüyorum. Durakta bekleyişlerimiz yerini, mavi Vosvos’un arka koltuğunda sabah mesaisi öncesi çıkılan anne-kız seyahatlerine bırakıyor. Çocuk aklımla hem annemin ilgisini iş yeriyle paylaşmak istemiyorum hem de benim desteğim sayesinde onun çok büyük işler başardığını gözlemleyebiliyorum.
İşe giderken gözleri pırıl pırıl annemin… Ar-Ge laboratuvarındaki başarılarını bize anlatırken, fabrikada kurduğu kreş sayesinde nice kadının çocuk doğurduktan sonra işinin başına dönmesini ve çalışma hayatına tutunmasını sağlarken, masalsı köşklerden insan arasına inmiş bir peri misali, dokunduğu her şeyi, herkesi yeniden yaratıyor.
Hem çok yalnız hem de çok kalabalık… Öncüsü olduğu değişimle, fabrikada kreş açılmış ve aile bütçesine katkı sağlamanın yanı sıra sosyo-ekonomik olarak da özgürleşmek isteyen kadınlar için ebeveynlik artık bir yük olmaktan çıkmaya başlamış. Kendi anne-kız serüvenimizin yan koltuklarını diğer anne-çocuklara ayırtmışız sanki. Gölgesine razı bir sardunya olmak yerine, gölgesini büyüten bir asırlık çınar olmayı tercih etmişiz.
Muhalefet partileri ve toplumun farklı kesimleri bir süredir “Çocuklar Kreşe, Kadınlar İşe” kampanyası yürütürken aslında bu çıplak hakikate bir kez daha dikkat çekiyorlar. Kadının omuzlarına çocuk bakımının yüklenmesinin, aslında kadına yönelik bakışı tamamen ele verdiğini haykırıyorlar.
Neden mi?
Okullarda ücretsiz yemek programının başlaması gereğine aylardır tüm paydaşlar tarafından dikkat çekildiği gibi, bu da temel bir insan hakkı olduğu için…
Uygarlaştık diyerek kendimizi aldatmamamız, uygarlaşmanın aynı zamanda toplumdaki ebeveynlik algısında çağdaş bir revizyonu gerektirdiğini anlamamız için…
TÜİK’in 2021 İstatistiklerle Kadın verilerine göre, hanesinde 3 yaşından küçük çocuğu olan 25-49 yaş grubundaki annelerin sadece dörtte birinin istihdam edildiği, erkeklerde ise bu rakamın yüzde 85,5 olduğu bir ülkede böylesine temel bir mücadeleyi vermek zorunda olduğumuz için…
İsveç’te 1 yaşını doldurmuş bütün çocukların her iki ebeveyninin de çalışması durumunda tam gün, birinin çalışması durumunda yarım gün kreşe gitme hakkının olduğunu, ailenin gelir durumuna göre İsveç devletinin bu bakım ücretinin bir kısmını karşıladığı bir gezegende, benzer bir uygarlık düzeyini kendimize hak gördüğümüz için…
İşletmelerin ağırlıklı olarak küçük ve orta ölçekte olduğu Türkiye’de, sadece 150’nin üzerinde kadın çalıştıran iş yerlerinde kreş açmanın zorunlu olduğu, ama denetimsizlikten dolayı mevcut işletmelerin de kreş açmadığı, kadının tek kariyeri “çocuk sahibi olmakla” eşdeğer görüldüğü için…
OECD’nin “Bir Bakışta Eğitim” raporuna göre 3-5 yaş net okullaşma oranında 30 ülkenin sonuncusu olan ve bu yaş grubundaki çocuk başına yapılan devlet harcamalarında OECD ortalamasının çok altında kalan Türkiye’de okul-öncesi eğitim halen ayrıcalıklı bir zümrenin hakkı gibi görüldüğü için…
Kadın Emeğine Düşman Bir Sistem
Türkiye’de kadınlar, sırf “annelik sorumluluklarından” dolayı dört duvar arasına hapsedilmiş durumdalar. Kaç üniversite okuduğunun pek bir önemi de yok. Erkek egemen düzenin devamlılığı bu şekilde sağlanıyor. Kadının emeğine düşman bir sistemin yapıtaşları bu şekilde sağlamlaştırılıyor.
Bu koşullar altında toplumsal cinsiyet, biyolojik özelliklerin ötesinde, inanç ve düşünce sistemleri, gelenekler ve yasalar tarafından dayatılmış rollerden oluşan toplumsal bir kurgu olarak belirirken, annelik ve doğurganlıktan ibaret bir rutine hapsedilen kadının özgürleşmesi de bu toplumsal kurgunun değiştirilmesine bağlı hale geliyor.
Bu tam da Simone de Beauvoir’ın toplumda cinsiyet rollerinin ardındaki güç ve iktidar ilişkilerine dair çözümlemelerini anımsatıyor. Ünlü feminist filozof, ataerkil zihniyetin kadını ne denli köleleştirdiğine, kadının varoluşsal açıdan özgürleşmesinin de seçme iradesi ve eylemliliğini ortaya koymasıyla mümkün olduğuna dair önemli bir savunuda bulunmuştu. Çünkü kadının varoluşsal özgürlüğünü kazanma ve bu şekilde kendine öz-saygısını perçinleme süreci, içine sosyo-kültürel ve iktisadi tüm yaşam biçimlerini de katmalıydı.
İşte bu yüzden de Simone de Beauvoir, kadının artık erkeğe özgü kabul edilen tüm toplumsal emek dinamiklerine katılması, bağımsız bir birey olarak eşitlik temelinde kendini gerçekleştirmesi gerektiğini söyler. Bu da kadının kendisine atfedilen annelik, doğurganlık, eş olma gibi rollerin onu bir kısır döngü içine soktuğunu, yaşamsal pratiklerini ve dinamizmini kısıtladığını, ataerkil zihniyetin kendisine biçtiği misyonları yeniden ürettiğini fark etmesiyle mümkün.
“Egemen sınıfın isteği gücü sürdürmektir ve bunun tek yolu kadınları evde tutmaktır. Kadın depolitize olursa erkeği de depolitize eder. Çünkü kadınların özgürleşmesi daima toplumsal özgürleşme ile ilişkilidir” der Simone de Beauvoir bu iç içe geçmişliği tanımlarken.
Ebeveynlik Sorumluluğunun Paylaşılması
Toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması, Birleşmiş Milletler’in Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’ndan birisi. Bunun için, hane içinde ebeveynlik sorumluluğunun uygun bir biçimde paylaşılmasına ilişkin politikaların geliştirilmesi ve etkin şekilde uygulanması önem taşıyor.
Batılı sanayileşmiş ülkelerde çocuk bakımı artık anneden dışsallaştırılarak bakım kurumlarına devrediliyor ve çocuk bakımının aile-merkezli olmasına dayalı bakış açısından hızlı bir uzaklaşma söz konusu. Çocuk bakımı sorumluluklarından dolayı 7,7 milyon kadının istihdam dışında kaldığı Avrupa Birliği’nin 2000 yılında Lizbon, 2002 yılında Barselona Zirvelerinde kadınlar için yüzde 60’lık istihdam hedefi koyarken bir yandan da çocuk bakımının da bu hedefi tutturacak şekilde üye ülkelerde ele alınması çağrısında bulunması tam da bu yüzdendir.
Mevcut hedeflere göre AB üyesi ülkeler, 3 yaş altı çocukların üçte birine bakım hizmeti, 3 yaş sonrası çocukların yüzde 90’ına da zorunlu eğitime kadar bakım olanakları sunmakla mükellef. Avrupa Komisyonu ayrıca 2030 yılına kadar üye ülkelerin 3 yaş altı çocukların yarısına kreş imkânı verilmesi çağrısında bulunuyor. Ayrıca üye ülkelerin, okul-öncesi çocuk bakımının kadınların istihdamını kolaylaştırmasına yönelik ulusal eylem planları hazırlaması gerekiyor. Zira bu konu pazar dinamiklerine bırakılamayacak kadar çok-boyutlu ve kritik.
Çocukların bakımının erkek ve kadının ortak sorumluluğu olduğu, Avrupa ülkelerinin neredeyse tümünde yasalarla ve uygulamalarla sabitken, doğum izni anne ve baba arasında paylaştırılırken, ülkemizde “aile” başlığı altında özendiğimiz o Batı medeniyetinin çok gerisinde, toplumsal cinsiyet eşitsizliğini körükleyen bir sistemi her gün yeniden üretiyoruz.
Millî Eğitim Bakanlığı’na (MEB) bağlı kreşlerin niteliği de niceliği de beklentileri karşılamıyor. Türkiye genelinde resmi ve özel olarak toplam 30 bin kadar okul-öncesi eğitim veren kurum varken, öğrenci kapasiteleri ise 1,2 milyon civarında. Kamu kreşi sayısı ve erişilebilirlikleri, çalışan aileler için yeterli değilken, özel kreş ücretlerini karşılayabilmek için hanedeki bir maaşın buna ayrılması gerekiyor.
Kronik Denetimsizlik ve Kronik Eşitsizlik
Bu seçeneksizlik ortamı, denetim-dışılığı körüklüyor; çocuk sağlığından çocuğun bilişsel gelişimine dek birçok zararlı öğreti ise, bu çocukları zehirli sarmaşık gibi sarıyor. Denetimsiz kreşlerde üzerine lavabo veya dolap devrilen çocuklar ölüyor; denetimsiz kreşlerde çocukların beyinleri türlü safsatalarla yıkanıyor; denetimsiz kreşlerde çocuklar istismarın birinci dereceden tanığı ve öznesi oluyor. Denetimsiz kreşlerde erken çocukluk, kronik denetimsizliğin kurbanı oluyor.
Üstelik, maddi yetersizliklerden dolayı çocuğunu okul-öncesi eğitime yazdıramamış olan ebeveynlerin karşılaştığı sosyo-ekonomik eşitsizlikler, bu şekilde çocuğa aktarılıyor ve eğitimin ileriki kademelerinde bu eşitsizlikler daha da derinleşiyor, çocuğun başarı düzeyini belirler hale geliyor. Toplumdaki kronik eşitsizlikler, okullaşma ve istihdama katılım düzeylerinde yeniden üretiliyor.
Ancak çocukların kreş hakkının sadece kadınların işe gitme veya sosyal hayata katılım hakkıyla özdeşleşmesi de tüm tabloyu açıklamıyor. Erken çocukluk döneminde eğitim çok önemli, zira araştırmalara göre çocukluğun ilk yıllarında beyin çok hızlı gelişirken, sonraki dönemlere dair öğrenme temeli ve okula hazırlık becerisini de geliştiriyor. Dolayısıyla, çocuklara kreş imkânı, kadının işgücüne katılımını sağlarken, aynı zamanda çocuklara da hayata çok erken yaşta hazırlanma olanağı sunuyor.
Ne Yapılmalı?
Peki yangın bu denli büyükken ve yıllardır alevlerin toplumun farklı katmanlarını sarmasına göz göre göre izin verilmişken şimdi ne yapmalı?
Öncelikle, tüm sivil toplum kuruluşlarının, yerel yönetimlerin ve muhalefet partilerinin temsilcileri, çocuk ve ebeveyn haklarını doğrudan ilgilendiren bu akut konuda birlikte hareket etmeli. Tüm planlama sorunlarında olduğu gibi ortada bir sorun olduğunu kabul edip, hasar tespit tutanakları tutulmalı, çocuğun bakım sorumluluğunun adil paylaştırılmamasından ileri gelen tüm aksaklıklar teker teker belirlenmeli.
Yasalardan gelen kazanımların uygulanmasının etkin bir mekanizmayla takibini talep ederken, OECD ülkelerindeki en iyi uygulamaların da Türkiye’de uygulanması için ısrarcı olunmalı. Mahatma Gandhi’ye kulak verircesine, “Dünyada görmek istediğiniz değişimin kendisi olmak” gerek. Ne de olsa Türkiye’nin de taraf olduğu Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin 28’inci maddesine göre 18 yaş altındaki her çocuk kaliteli eğitim alma hakkına sahiptir.
Bunun için de çok-taraflı sosyal diyalog mekanizmalarını işleterek optimal ve kalıcı bir çözüm bulunmalı. “Kreş açığı gelecek yıl büyük sıkıntı olacak” diye haber başlıkları atıp Almanya’yı kast ederek, sorunu dışsallaştırarak sorunu yok etmiş olmuyoruz. Tıpkı İngiltere’de gıda krizi karşısında öğrencilerin karınlarını doyurmak için silgi yediklerine dair haberlere odaklanan meslektaşlarımın, Türkiye’de çocukların yüzde kaçının açlıktan okullarda bayıldığını, dersine yoğunlaşamadığını, okulu terk ettiğini görmemeyi tercih etmesi gibi…
Benzer şekilde, kreş açması zorunlu olan kurumların “cezası neyse öderiz” rahatlığına sığınmaması ancak iddialı, kararlı ve güçlü istihdam hedefleriyle ve bunun ardına siyasal irade konmasıyla mümkün olur. Medyanın da muhalefet partilerinin temsilcilerinin de “Türkiye’de 150 kadın çalışanı olan şirketlerin kaçında kreş uygulaması var? Kaçı denetlendi? Bu denetimlerin sonucunda nasıl somut adımlar atıldı?” sorularını sık sık gündeme getirmeleri, kreş açmayan kurumlara dair kamu birimlerine şikâyette bulunulması, işverene baskı mekanizması olarak sendikalar üzerinden kreş talebinin yinelenmesi gerekiyor.
Yerel düzeyde de belediyelerin denetimli, çağdaş eğitim veren okul-öncesi eğitim kurumlarını açmaları için farkındalık çalışmaları sürdürülmeli.
Bu açıdan, Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) ve Avrupa Birliği Türkiye Delegasyonu’nun üç yıldır devam ettirdiği 0-60 aylık çocuklarını kreş, anaokulu veya gündüz bakımevine gönderen sigortalı çalışan annelerin yedi ilde desteklendiği projelerin benzerleri de diğer şehirlere uygulanmalı. Bu projelerde edinilen teknik uzmanlık ve uygulama becerileri, hızlı bir şekilde kadın istihdamının düşük olduğu bölgelere yoğunlaştırılmalı.
Bakım hizmetlerinin bile cinsiyetlendirildiği bir toplumda kadın istihdamını artırma, kadınlara doğum sonrası uzatılmış izinler sunma ve yarı zamanlı çalışma imkânı yaratmayla çözülebilecek bir sorun değil. Hele ki COVID-19 salgını sonrasında kadınların istihdam olanaklarının giderek örselendiği, iş hayatının dışına atılmak zorunda kaldıkları, evde eğitimine devam eden çocuğu desteklemek için kariyer hedeflerinden vazgeçtikleri düşünüldüğünde, dış şoklar karşısında oldukça dirençsiz bir istihdam ortamıyla karşı karşıyayız.
Dolayısıyla, erken çocukluk bakım ve eğitimine yapılacak her bir yatırım, hem kadının istihdamını hem toplumsal cinsiyet eşitliğini hem de çocukların istikrarlı bir kreş olanağı sayesinde bilişsel ve eğitsel anlamda gelişmesini sağlamada kritik önemde. İlgili tüm bilimsel literatür, çocukların toplumsal hayata entegrasyonu ve yoksulluk döngüsünden kurtulmalarında erken çocukluk bakım ve eğitim hizmetlerine işaret ediyor.
Erişilebilir, elverişli, çağdaş ve kaliteli erken çocukluk eğitim ve bakım hizmetleri hayal değil, lüks de değil; en temel insan hakkı. Ve bu hakkın amasız, fakatsız, istisnasız kullanımını hak ediyoruz.
Ne güzel der Ayfer Tunç, Yeşil Peri Gecesi’nde: “Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk.
Hiçbir yere gitmiyor. Gitmedi. Tepemde asılı kaldı ağır yaralı çocukluğum. Kahramanlar bazen böyle yoksunluklardan doğar işte. Yanıp kül oldukları yerden”. Çocukluğun da ebeveynliğin de ağır yaralı olmaması, yanıp kül olmaması, gökyüzü gibi apaydınlık olması, toplum olarak bizim sorunlara dair vereceğimiz tepki ve takınacağımız tutuma bağlı.