Amerikan “Demokrasi Zirvesi”

Türkiye’nin zirveye davet edilmemesi, Washington açısından tam anlamıyla bir siyasal miyopluğun derecesine ve yeni dönemde jeopolitik süreçleri ne kadar taşıyabileceğine dair fikir vermektedir. Ancak benzer şekilde Ankara’nın bu konuda neredeyse kamuoyuna yansıyan hiçbir çabasının duyulmaması da meseleyi ele alış biçimi ve ciddiyetine dair bir fikir vermektedir.

Amerika hem demokrasisinin seyri hem de jeopolitik ve güvenlik politikaları açısından ciddi sorunlar yaşıyor. Biraz önceki cümlenin herhangi bir siyasi analiz açısından değeri olmadığı aşikâr. Zira dünyanın geriye kalan ülkelerinin tamamına yakını da aynı başlıklarda farklı düzeylerde sorunlar yaşıyor. Ancak 1990’ların sonunda bir şekilde demokratik kabul edilen rejimlerin sayısının demokratik olmayan rejimleri ilk kez geçtiğini akılda tutarsak, Amerika’nın da demokrasi sorunları yaşamasında bir tuhaflık bulunmadığını söyleyebiliriz. Ne var ki Amerika krizleri Amerika’da kalamıyor, dünyanın geriye kalanındaki sorunların sirayet etkisinden çok daha yüksek bir güce sahip.

 

Bunun en canlı örneğini 2016’da seçilmesiyle birlikte küresel otoriter dalgaya etkili bir kaldıraç rolü gören Trump yönetimiyle bütün dünya tecrübe etti. Benzer şekilde 11 Eylül sonrası Amerikan icadı “terörle savaş” dalgasının küresel düzeyde demokrasileri ve demokratik hakları nasıl baskıladığını da gördük. Dolayısıyla girişteki ilk cümle Amerika açısından sorunlara, dünya içinse genellikle krizlere tekabül eden süreçlere denk gelmektedir. Bu durumun, Amerika’nın hegemon rolü jeopolitik ve ekonomi-politik olarak radikal bir değişime gitmedikçe veya yeni bir hegemon ya da hegemonik düzen zuhur etmedikçe sürmesi beklenmelidir. Washington’a hem tahrip hem de inşa imkânı sunan bu küresel “vazgeçilemez” pozisyon, bugüne kadar Batı için imkanlara, dünyanın geri kalanında -münhasıran bizim bölgemizde 1948’ten beri- ağır yıkımlara yol açtı. İran devriminden bu yana, 40 yıldır, Amerikan askeri konuşlanmasının ve güvenlik odaklanmasının, savaşlarının ve işgallerinin ana üssünün bizim bölgemiz olması, Washington’daki hemen her jeopolitik eksen setindeki değişimin Ortadoğu’yu da yakından ilgilendireceğini gösteriyor.

 

Washington 20 yıl aradan sonra bir kez daha güçlü bir retorikle “yeni bir vizyondan” bahsetmeye başladı. En son Yeni Amerikan Yüzyılı Projesini (YAYP) oldukça abartılı bir özgüvenle gündemine alan “ekip” de -içeriği farklı görülse de- benzer bir hararetle “yeni bir vizyonla” yola çıkmışlardı. Sonuç Afganistan ve Irak’ı harap eden, işgalin etkisiyle bütün bölgenin etnik, mezhebi ve siyasal fay hatlarını harekete geçiren, büyük bir insani trajediden ibaret kaldı. Yeni yüzyılı “Amerikan yapmak” üzere yola çıkanlar kendilerini “Çin yüzyılını” tartışırken buldular. Şimdi de henüz bir yılını görevde tamamlamamış Biden yönetimi, 20 yıl önceki Bush ekibinin motivasyonuna benzer bir odaklanma ve kadrolaşma ile retoriği yüksek bir vizyondan bahsediyor: Demokrasi ve demokrasilerin korunması. 20 küsur yıl önceki YAYP’ın da önemli bir başlığı olan bu “yeni vizyon” için Biden ilginç bir yol izleyerek sorunlu da olsa katılımcı bir vizyon ortaya çıkarmaya çalışıyor.

 

Bu amaca matuf olmak üzere 9-10 Aralık’ta Biden’ın ev sahipliğinde sanal olarak başlayan ancak yüz yüze devam etmesi öngörülen bir küresel “Demokrasi Zirvesi” gerçekleştirildi. Amerika’nın elbette zirve marifetiyle demokrasi ekseni oluşturması, asker-endüstriyel makinasını soğutmayı başarması, savaşlarını durdurması gibi başlıklar bu aşamada üzerinde fazlaca durulmuyor. Özellikle son yıllarda dünya genelinde demokrasi(leri)n gerilemesiyle oluşan açığı “küresel gücün” kapatmasına dair aceleci arzu, Çin’in ekonomi-politik güç maksimizasyonunun jeopolitik iştaha dönüşmesin oluşturduğu tedirginlik, Rusya’nın dengelenme ihtiyacı gibi başlıklar Amerika’nın böylesi bir perspektifi hangi dinamiklerle ve krediyle taşıyacağın tartışılmasını geri plana itiyor. Oysa 1945 sonrası Amerika’yı ve bütün sorunlarıyla yürüyen küresel düzeni derli toplu bir şekilde değerlendirmeden Biden’ın “Demokrasi Zirvesi”ne dair derinlikli bir okuma yapmak mümkün olamayabilir.

 

Çevrimiçi gerçekleşen zirveden bir kare

Amerikan Demokrasisinin Savaşları

 

İkinci Dünya Savaşı’ndan jeopolitik bir tekâmül yerine askeri-endüstriyel bir strateji çıkartan Washington, beş yıllık savaş arasından sonra, III. Dünya savaşına yol açmasından endişe edilen Kore Savaşı’na girdi. Üç yıl süren savaşın ardından sular yine durulmadı ve Amerika sadece iki yıl sonra Vietnam savaşına başladı. Yıllarca Amerika’nın en uzun savaşı olarak adlandırılan Vietnam Savaşı, Soğuk Savaş’ın kanlı bir vekalet savaşı olarak kayda geçerek 1975’te son buldu. II. Dünya Savaşı sonrası en uzun savaşsız dönemini yaşayan Washington, tartışmasız küresel hegemon pozisyonundan pax-Americana çıkaramadı ve 1991’de Körfez Savaşı’nı başlattı. Oldukça kısa süren bu müdahalenin ardından Amerika için tekrar savaşsız bir çağın başladığı, tek kutuplu bir dünya düzeni ve tarihin sonu analizlerinin yapıldığı bir dönemi tecrübe ettik. Ancak bu dönemde Soğuk Savaş galibi Washington ne liberal bir küresel düzen için gerekli olan jeopolitik zemini inşa edecek ne de küresel güvenlik atmosferine katkı sağlayacak bir perspektifi ortaya koyamadı. 11 Eylül saldırılarıyla, bir yönüyle öğrenilmiş çaresizliğine, karşısındaki oldukça asimetrik gücün tahrikiyle savaş silahına yeniden sarıldı. Amerika’nın Vietnam’dan daha uzun bir savaş yaşamayacağına dair ikna olmuş herkesi yanıltarak tarihinin en uzun savaş(lar)ına Afganistan ve Irak’ta girdi. II. Dünya Savaşı sonrası dönemdeki beş Amerikan savaşının dördünü (Vietnam, Körfez, Afganistan ve Irak) Cumhuriyetçi ABD başkanları (Eisenhower ve baba-oğul Bush), Kore savaşını da Demokrat başkan Truman başlattı.

 

Bu kısa savaş tarihi hafıza tazelemesine, Washington’un Soğuk Savaş çağının yaşayan son siyasi figürlerinden, Afganistan ve Irak savaşları sırasında başkan yardımcılığı yapmış ve son olarak Afganistan’dan ABD askerlerini çekerek savaşa son noktayı koymuş olan Biden’ın ‘Demokrasi Zirvesi’nin bağlamını kaybetmemek için ihtiyaç duyabiliriz. Zira insanoğlunun gördüğü en kanlı savaştan sonraki 75 yılın 45 yıldan fazlasını savaşla geçirmiş, Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya askeri darbelerin her daim aktif destekçisi olmuş, daha bir yıl önce kaybettiği seçim sonuçlarını reddeden başkan taraftarlarının Meclisi bastığı bir ülkenin düzenlediği “Demokrasi Zirvesi” birçok soru işaretlerini akıllara getirmektedir. Ancak gerçekleşen zirveyi soğukkanlı bir şekilde değerlendirmek için Amerikan demokrasisinin ve Amerika’nın demokrasi karnesinin kredi notunun yaşanmakta olan jeopolitik süreç açısından fazlaca bir anlamının olmadığını da ifade etmek gerekiyor. Zira meselemiz Washington’un samimiyeti ve sahiciliğinden ziyade “demokrasinin jeopolitik araçsallaşmasından” ibarettir. Bu araçsallaşmayı doğru okuyabilen ve sindirebilen yaklaşımların Washington’un jeopolitik, ekonomik ve güvenlik başlıklarındaki seyrüseferini kendi çıkarları açısından anlamlı bir eksene oturtabilirler. Bu okuma için Washington’un yeni dönemdeki perspektifini ve reflekslerini tarihsel dinamikleriyle değerlendirilip insicamlı projeksiyonlar eşliğinde jeopolitik bir bakış açısına ihtiyaç bulunmaktadır.

 

Amerika’nın “Demokrasi Savaşı”

 

2. Dünya Savaşı’ndan muzaffer olarak çıkan Amerika eliyle inşa edilen 1945 sonrası küresel düzen birçok imtihandan geçse de -şimdilik- içinden çıkamadığı ciddi bir kriz sarmalına ne siyasal ne askeri ne de ekonomik olarak girmedi. Bazen ağır yaralar alsa da son “dünya sistemi” varlığını sürdürmeyi başardı. Ancak “sistemin” adaptasyon ve ayakta kalma kabiliyetlerinin bizzat Amerika için de aynı ölçüde geçerli olduğunu iddia etmek kolay değildir. Soğuk Savaş döneminde oluşan siyasal ve ekonomik narkoz etkisinden Sovyetlerin çözülmesiyle çıkmaya başlayan Amerika, kelimenin tam anlamıyla 1990’larla birlikte ülke içerisinde ve dünyada yönsüzlüğe ram olmaya başladı. Amerika, Soğuk Savaşın basit ikili çatışmacı ama konforlu dünyasının ortadan kalkmasıyla, ülke içerisinde demokrasisi dünyada ise jeopolitik tezleri gerçek birer siyasal stres testine girdiler. Washington malum olduğu üzere, bir hegemon olarak girdiği imtihanda, beklenenden de kötü bir performans sergiledi. 1945 düzenini oldukça ağır şartlar altında inşa etmeyi başaran hegemon akıl, Soğuk Savaş sonrası tek küresel güç olmasına rağmen yeni döneme, II. Dünya Savaşı sonrası 15 yıllık savaşsız dönemini sona erdiren Körfez Savaşı körleşmesiyle başladı.

 

Global düzeyde ve özelde Ortadoğu’da, insicamlı bir siyasal perspektifi olmaksızın, küresel tek gücün vizyonunu “İsrail projesine” indirgeyen, bu daralma neticesinde emperyal gücüyle mütenakız bir miyopluk yaşayan Washington’un, bölgemizde sürdürülemez ya da sürdürülmesi oldukça maliyetli statükoyu koruma reflekslerini aşan bir jeopolitik akıl üretemediğini geçen yüzyıldan beri görüyoruz. En son Biden’ın başkan yardımcılığı yaptığı Obama yönetimi, bugün ABD başkanının bir vizyon olarak sunduğu “Demokrasi kazaen zuhur etmemektedir. Demokrasiyi savunmalı, güçlendirmeli, güncellemeli ve onun için mücadele etmeliyiz” yaklaşımını daha 7-8 yıl önce Arap Baharı sırasında unutup darbelerden yana tercih yapmıştı. Hal bu olunca, Biden’ın “Demokrasi Zirvesi”nin en son ciddiye alınacak başlığı “demokrasilerin” savunulması hatta “demokrasi” kısmı olabilir. Biden’ın ve ABD’nin demokrasi kredi notunun “oldukça yüksek riskli” olduğu konusu izahtan varestedir.

 

Demokrasi için yapılan zirveyi anlamlı kılan şey ABD’nin bundan sonraki dönemde “demokrasiyi” bir jeopolitik araç ve kaldıraç olarak nasıl kullanacağına dair ilk işaretleri öğrenmeye başlamamızdır. Aksi takdirde katılımcıların çoğunun ülkesindeki anti-demokratik süreçlerin bir yerinde belli bir ölçüde yer almış olan Washington’un ev sahipliğindeki zirvenin demokrasi kalitesini konuşmamız gerekecektir. İlk 10 dakikasının ardından ilk antidemokratik adımı atarak, şeffaflığın da konuşulacağı zirveyi kapalı yayına geçiren yaklaşımın, bizlerden bir demokrasi zirvesinde neleri duymamızın münasip olmadığını düşündüklerini sorgulamamız gerektirecektir. Ya da oldukça ilginç ve bir o kadar da sorunlu davetli listesiyle demokratik katılım kalitesine dair örneklik teşkil eden bir demokrasi zirvesini konuşmamız gerekecektir. Washington’un Çin karşıtı ekseni Çin karşıtı ilan etmeksizin, aynı eksenin meşru bir zeminde ABD’nin Çin’i püskürtme stratejisinde hem sürecinden fayda sağlayacakları hem de hedef olmayacakları meşru ve konforlu bir başlık olarak demokrasiyi kullanması akılcı olduğu kadar da pratik bir tercih olmuştur. Burada Washington’un sergilediği rasyonel yaklaşımın (stratejik çıkarlara halel gelmemesi için birçok önemli ülkeye davet gitmemesi gibi) bir benzerini sergileyerek, yeni dönemin muhtemel jeopolitik eksenini anlamamıza Amerika’nın demokrasi ilgisindeki samimiyet veya demokrasi karnesi mâni olmamalıdır.

 

Demokrasi Zirvesindeki Fil: Çin

 

Amerika bir emperyal güç olarak küresel düzende güvenlik ve ekonomi-politik istikrarı korumak zorunda olduğunu düşünüyor. En azından dört yıllık aradan sonra Biden yönetimi Trump’ın küresel sistemden çıkış tezlerini ve adımlarını durdurmuş durumda. Zira 1945 sonrası oluşan düzenin istikrarı Washington’un ve müttefiklerinin çıkarlarını büyük ölçüde koruyor. Yapılan zimmi anlaşma gereği onlarında düzenin istikrarını korumaları bekleniyor. 75 yıldır küresel düzen dediğimiz mekanizmanın kabaca bu şekilde işlemesi umut ediliyor. Ancak aynı anda küresel düzeyde demokrasileri veya demokrasiyi koruma gibi bir misyonu Washington’un sahiplendiğini söylemek zor. Açıkçası böylesi bir misyon ciddi anlamda gerçeklikten uzak olmanın yanında bir demokrasi için pek de arzu etmemesi gereken bir vesayet olurdu.

 

1989 Tiananmen Meydanı demokrasi yanlısı hareketin sembolü olan Demokrasi Tanrıçası, 4 Haziran 1999’da Hong Kong’daki anma protestosunda göze çarpıyor.

Biden’ın gerçekleştirdiği Demokrasi Zirvesi’ni de bu bağlamda okuyarak, demokrasi(leri)n geleceğinden ziyade küresel düzenin istikrarı genel başlığı atında değerlendirmek daha yerinde olur. “Demokrasi Zirvesi” isimli toplantının başlığına biraz dikkatli bakanlar isterlerse odadaki fili de görebilirler ya da alt başlığı da okuyabilirler: “Çin’i püskürtme stratejisinde demokrasi(ler)”. Washington’un Çin’le rekabetinin nasıl bir sürece dönüşeceğine dair iddialı tahminlerde bulunmak bu aşamada mümkün değil. Ama her iki aktörün de “Soğuk Barış” sürecine razı olacağı ilk beklentimiz olabilir. Bu durum dünyanın geriye kalanı için de en azından ilk aşamada en hayırlı netice olabilir. Zira konvansiyonel veya vekalet savaşı olmasa bile Amerika’nın Soğuk Savaşı’nın o kadar da soğuk olmadığını tecrübeyle biliyoruz. Benzer şekilde Çin’in küresel bir perspektif ve emperyal bir vizyon ortaya koymadan jeopolitik kas yapmasının nasıl tahripkâr olabileceğine dair de bir fikrimiz var. Washington’un Çin’i püskürtme stratejisinin henüz sert sürtüşmeli dönemine girmiş bulunmuyoruz. Ancak ortaya çıkan tablo Biden yönetiminin somut adımlar atarak ilerleyeceğini gösteriyor.

 

Çin’le Soğuk Barış Ekseninde Demokrasi

 

Kasım ayında Amerika’nın Çin’e yönelik AUKUS (Avusturalya-İngiltere-ABD) üçlüsüyle Fransa’yı dışarıda bırakarak Avusturalya üzerinden Çin’e karşı ilk somut adımını artmış oldu. Burada dikkat çekici husus bu adımın sadece Çin’e yönelik olmaması, Çin’le rekabette, tek hamlede Fransa’yı oldukça sert bir şekilde sahne dışına iterek oluşturulan Anglosakson ittifaktı. Washington’un bu denli sert bir şekilde bir müttefikini dışlaması, ABD’nin “Çin’i püskürtme” sürecinde hiçbir aktöre stratejik veya taktiksel bağımsızlık vermek istememesi olarak okunabilir.

 

Avusturalya-İngiltere-ABD Başkanlarının AUKUS birliğini ilan ettikleri çevrimiçi toplantıdan bir kare

ABD, Çin’e karşı geliştireceği güvenlik ve ekonomi stratejilerinde tek taraflı adımlar atacağını göstermiş oldu. Fransa veya benzer ülkelerin Çin’le ilişkilerinde fiilen talep ettikleri veya uygulamak istedikleri otonom alanlara müsaade etmeyeceğini ortaya koydu. Bu adım yeni bir Soğuk Savaş tartışmasını başlatacak kadar güçlü değilse de yeni bir Soğuk Barış’ın göze alındığını gösteriyor.

 

Fransa’ya karşı takınılan bu tavrın başta Almanya olmak üzere Japonya, Hindistan ve Rusya’yı da da belli kararlar almaya icbar etmesi beklenmelidir. AUKUS’un hemen ardından, 25 Eylül’de Washington’da Beyaz Saray’da bir araya gelen QUAD üyeleri (ABD-Japonya-Hindistan-Avusturalya) açık bir şekilde Çin’in Hint Pasifik’teki politikalara karşı jeopolitik ve askeri dayanışmalarını ilan ettiler. Her iki ittifakın da uyum içerisinde olması “Çin’i püskürtme sürecinin” her geçen gün ciddileşerek derinleşeceğini göstermektedir. AB’nin gelişen yeni ittifaklarda somut olarak yer almamış olması AB’yi yakın dönemde jeopolitik tercihlere zorlaması kaçınılmazdır. AUKUS’u diğer askeri, ekonomik ve jeopolitik adımların izlemesi beklenmelidir. AUKUS sonrası ABD Başkanı Joe Biden ve Çin lideri Şi Jinping bir zirve gerçekleştirdi. Gerilimin düşmesine katkı sağlayan görüşme Washington-Pekin ilişkilerine dair mütevazi ama pozitif bir adım olarak değerlendirildi. Soğuk Savaş ve çatışma senaryolarının konuşulduğu bir dönemde küresel aktörler tarafından hali hazırda satın alınan “Soğuk Barış” jeopolitik düzeninin bütün maliyetlerine rağmen öncelikli senaryo olması olumlu bir küresel gelişme olarak okundu. Demokrasi Zirvesi sonrasında bu süreçlerin biraz daha ete kemiğe bürünmesi beklenmelidir.

 

Demokrasi Zirvesi mi Ekseni mi?

 

Milenyum sonrası ABD marifetiyle “terörle savaş”ın kilitlediği küresel jeopolitik gündem demokratik ülkelerin tamamında hem demokratik hem de ekonomik daralmaya yol açtı. Bu dönemde Çin odaklandığı ekonomik gündemiyle ciddi anlamda jeopolitik ve ekonomik mesafe alırken, Rusya’da bölgesinde askeri toparlanma yaşadı. Başta Amerika olmak üzere son 20 yıl boyunca bu kayıpları popülizmin ve milliyetçiliğin yükselmesiyle meşgul olarak geçirirken demokrasilerin tamamında belli daralmalar yaşandı. Aynı dönemde küresel ekonomik krizin ve mülteci meselesinin de etkisiyle hem demokrasi hem de jeopolitik odak büyük ölçüde tahrif oldu. COVID-19 ve ABD’de iktidar değişiminin ardından yeni küresel jeopolitik gündemler zayıf da olsa belirginleşmeye başladı.

 

Bu gündemlerin önemli bir odağını demokrasilerin “stratejik yolsuzluk düzeni” devam ettiği sürece korunamayacağı ve ortaya çıkamayacağı tartışması oluşturmaya başladı. Burada dikkat edilmesi gereken husus “yolsuzlukla ve kayıt dışılıkla mücadele” meselesinde başta Washington olmak üzere paydaşların samimiyeti veya iyi niyeti değildir. Bu yeni gündemlerin jeopolitik vizyonlarında ve dış politika yapımında öne çıkan veya çıkaracakları bir araç olmasıdır. Dolayısıyla bu başlıklarda farklı başkentlerin karnelerine dikkat çekmenin realist bir jeopolitik bir değeri bulunmamaktadır. Tam tersine bu araçları kullanarak işleyeceği belli olan (yeni) sistem ve jeopolitik hizalanma karşısında ülkelerin, özellikle de ABD ile müttefik olanların dış politika ve jeopolitik çıkarlarını sürdürülebilir bir düzlemde nasıl korunacağı meselesidir. Bu noktada Ankara’nın son dört yıldır ciddi sorunlar yaşadığı Washington’la nasıl bir rasyonelleşmeyi tercih edeceği ve çıkarlarını nasıl bir eksende maksimize edeceğine dair vereceği kararlar sürecin kaderini belirleyecektir.

 

ABD-Çin ilişkilerinin önümüzdeki yıllarda küresel jeopolitik ve ekonomik gündemi belirleyecek akışı karşısında Ankara’nın hızla pozisyon geliştirmesi çıkarları açısından kaçınılmaz olacaktır. An itibariyle her iki tarafın, ABD ve Çin’in, “Soğuk Barış” düzeninde gerilimlerini yönetme sürecini kabullendikleri görülüyor. Bu iki gücün yanında, dünyanın geriye kalanına da aslında ciddi bir alan açarak zaman da kazandırıyor. ABD’nin proaktif, Çin’in ise daha savunmada olacağı bu süreçte başta küresel ekonomi-politik olmak üzere farklı ittifak alanları ve ilişkiler güncellenmek durumunda kalacak. Çin’li şirketlere ticaret ambargo rejimini sıklaştırmanın yanında 2022’de Çin’de düzenlenecek Kış Olimpiyatlarını boykot edeceğini açıklayan Washington’ın, bu ve benzeri kararları önümüzdeki dönemde almaya devam etmesi muhtemeldir.

 

Bütün bu adımların tedrici bir şekilde Çin karşısında önce ekonomi-politik ardından da güvenlik ekseni oluşturması düşünülmektedir. Ankara şimdiden yol haritasını belirleyebilirse jeopolitik çıkarlarını maksimize etmekte daha az sıkıntı yaşayacaktır. Bu yol haritasının önemli ayaklarından birisi Demokrasi Zirvesi’ne katılmak olabilirdi. Ancak Biden’la ilişkileri rasyonelleştirmede ve Amerika ile yaşadığı sorunları (F-35, S-400, Suriye YPG vb.) arzu ettiği şekilde çözemediğinde araçsallaştırmada sıkıntılar yaşayan Türkiye, son iki ayda küresel ve bölgesel düzeyde gerçekleşen liderler düzeyindeki üçüncü toplantıya da katılmamış oldu. İskoçya’daki iklim zirvesine, Paris’teki Libya zirvesine lojistik veya usul başlıkları gerekçe gösterilerek; Demokrasi Zirvesi’nde ise ABD’nin dışlamasıyla yer almadı.

 

Türkiye’nin zirveye davet edilmemesi, Washington açısından tam anlamıyla bir siyasal miyopluğun derecesine ve yeni dönemde jeopolitik süreçleri ne kadar taşıyabileceğine dair fikir vermektedir. Ancak benzer şekilde Ankara’nın bu konuda neredeyse kamuoyuna yansıyan hiçbir çabasının duyulmaması da meseleyi ele alış biçimi ve ciddiyetine dair bir fikir vermektedir. Son tahlilde önümüzdeki yıllarda tıpkı AUKUS adımında olduğu gibi yeni bir jeopolitik araca dönüşmesi beklenen bir dinamik üzerinde Türkiye’nin nüfuz alanı daralmış durumdadır. Bu durum elbette düzeltilebilir. Ancak Ankara’nın uzun süredir dış politikada ve jeopolitik başlıklarda kararsızlık ve yönsüzlük sorununu aşmadan küresel düzeyde hissedilmeye başlanacak olan eksen gerilimlerindeki konumlanma sorununu aşması kolay gözükmemektedir. Zira küresel gündemi “Çin’i püskürtme” tartışmalarının işgal ettiği dönemde Ankara’da bir kurtarıcı olarak “Çin Modeli” tartışılması sadece iktisadi asgari basiret açısından bir akıl tutulmasına değil jeopolitik açısından da yaşanan yönsüzlüğe işaret etmektedir.

 

Türkiye’nin küresel gündem eş zamanlama krizini aşması daha ağır bir soruna tekabül etse de Amerikan “demokrasi jeopolitiği” kaçınılmaz olarak Ankara’nın ajandasına gelecektir. Üstelik oldukça basit adımlar ve temel demokratik değerler ekseninde oluşturulacak bir atmosfer bile Türkiye’nin yeni jeopolitik eksende(n) çıkarlarını maksimize etmesine imkân da verebilir. Her şeye rağmen, yakın dönemde, ABD jeopolitiğinin görünür etiketinin “demokrasi” olacağı anlaşılmaktadır. Bu etiketin -içeriğinden bağımsız bir şekilde- görünür olması bile demokrasilerin yaşadığı daralma sürecinden çıkma çabası gösterdiklerinde katalizör görevi ifa edebilir.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.