Anayasa, Demokratik Devlet ve Kurumsallık
Demokratik süreçlerin işlediği ve yönetimin seçimlerle belirlendiği bir ülkede, asıl olan iyi yöneticilerin varlığı değil, devletin demokratik karakteri, tüm vatandaşların eşit haklara sahip olduğunun kabul edilmesi, yasaların demokratik geleneğe göre hazırlanmış olması ve bunların düzenli olarak uygulanmasıdır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “esasen Türkiye’de sorunların kaynağının 1960’tan beri hep darbeciler tarafından yapılan anayasalar olduğu açıktır” ifadesiyle gündeme gelen yeni anayasa tartışmalarında içerikten önce, anayasanın en temel özelliği olan devletin ana karakteri konusunu konuşmak gerekir. Adalet Bakanı Abdülhamit Gül’ün konuya ilişkin açıklamada vurguladığı, “1921 Anayasası’nın ruhuyla” ifadesi de bu konuya işaret etmektedir. Çünkü bu konu, anayasanın yazımını, sonrasında yapılacak yasal düzenlemeleri ve uygulama süreçlerini etkileyen, hatta biçimlendiren bir meseledir. Bugüne kadar yapılan anayasalara ilişkin, toplumsal kesimlerin dile getirdiği itirazlar dikkate alındığında, bu konu daha net anlaşılır.
Dönemsel Ötekileştirme
Cumhuriyet deneyimi, farklı gibi görünen siyasal anlayışların, ideolojilerin iktidar olduğu bir süreçtir. Tek parti yönetimi, çok partili demokratik süreç, kalkınmacı yönetim perspektifi, askeri darbe dönemleri, sol, sosyal demokrat, demokratik sol, sağ, muhafazakâr, milliyetçi ve ulusalcı yönetim anlayışları gibi değişik iktidar süreçleri yaşandı. Tüm bu deneyimlere rağmen geri dönüp baktığımızda ekonomik kalkınma alanındaki olumlu gelişmelere karşılık devletin ana karakterinin neden olduğu sorunların devam ettiği görülür. Kimi dönemler sağlanan demokratikleşme çabalarına ve iktidarların olumlu tutumuna rağmen durumun değişmediği açık.
Bu anlamda; egemen olan ana tutum, vatandaşlara karşı sergilenen ve dönemsel ötekileştirme olarak tanımlayabileceğimiz uygulamanın süreklilik arz etmesidir. Bunu; iktidarda olan siyasal anlayışın kendi ‘karşıtları’ olarak konumlandırdığı toplumsal kesimleri ötekileştirdiği, devlet mekanizmasının dışına ittiği, takibata maruz bıraktığı, hukukî süreçler aracılığıyla cezalandırıldığı bir yönetim perspektifi olarak somutlaştırabiliriz. Cumhuriyet tarihimiz analiz edilirse, dönemsel ötekileştirmeye dayalı anlayışının, neredeyse, gelenekselleştiği söylenebilir.
Adları Farklı, Uygulamaları Aynı
Cumhuriyetin ilk anayasası olan 1921 Anayasası, olabildiğince kuşatıcı ve tüm toplumsal kesimlerin kendilerini eşit vatandaş hissedeceği bir anayasa olarak kabul edilir. Bu; Osmanlının yıkılış sürecinde ortaya çıkan ve giderek derinleşen ayrıştırıcı yapılara karşı, cumhuriyetin ortaya koyduğu birleştirici olma iddiasının yazılı metne dönüşmüş haliydi. Ama bu süreç çok uzun sürmedi. Çünkü Osmanlının modernleşme sürecinde ortaya çıkmış olan iki ana siyasal eksen, muhafazakâr eksen ve Batıcı, ‘modernleşmeci’ eksen cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren sistem üzerinde belirleyici ve etkili olmaya başladı.
Geçmişteki siyasi yapılar farklı isimlere sahip olsalar da tüm süreçler bu iki ana eksen tarafından biçimlendirildi. Dolayısıyla; partiler, sahip oldukları küçük nüanslara rağmen, bahsettiğimiz ana eksenlerin siyasi temsilcileri olarak varlıklarını muhafaza ettiler. Bu ana eksenlerin/akımların kendilerini sağcı, solcu, sosyalist, ulusalcı, milliyetçi, laik, muhafazakâr şeklinde tanımlamalarına ve aralarında var olduğunu iddia ettikleri farklılıklar üzerinden yürüttükleri ‘mücadeleye’ rağmen sonuçları itibariyle ya birbirleri ile aynıdırlar ya da benzerdirler.
Bu iki ana eksenin temel özeliklerinden birisi de toplumsal yapı itibariyle çevrede olan, çevreye itilmiş olan kesimleri politik söylemin ana unsuru olarak kullanmalarıdır. Çevrenin umutları, özlemleri, beklentileri üzerine politik dil geliştirilir, siyaset yapılır ve iktidara gelinir. İktidar sürecinde ise politik söylemin öznesi olan bu kesimler, süreç içinde unutulur. Bu kesimin içinden belli bir kesim ise dönüştürülerek ve uyum sağlamak koşuluyla merkeze taşınır. Ana kitle ise bir başka süreçte kullanılmak üzere terk edilir. Bu döngü iki ana eksen için de geçerli.
Bahsettiğimiz bu durumun somut göstergesi ise iki ana eksenin iktidar süreçlerinde takındıkları tavır, sergiledikleri yönetim anlayışı ve ortaya çıkmasına neden oldukları sonuçlardır. Mesela; herkesin rahatsız olduğu ve “biz iktidara gelirsek çözeriz” dediği temel sorunlarımız yüzyıla yakın bir süredir devam ediyorsa, toplumun farklı kesimleri dönemsel olarak ötekileştiriliyorsa, dışlanıyorsa ve hukuk aracılığıyla ‘terbiye’ edilmeye çalışılıyorsa iktidarlar arasında farklılıktan bahsetmek mümkün mü? Ötekileştirilen kesimlerin isimlerinin değişmesi bahsettiğimiz gerçeği değiştirir mi?
Dönemsel ötekileştirme dediğimiz sürecin ortaya çıkmasında, toplumun da dahlini unutmamak gerekir. Devletin yönetenler eliyle uyguladığı bu sürece karşı ortak bir tutum geliştirilememiş olması önemli bir sorun. Toplumun tüm kesimleri, hep birlikte “bizler, bize yapılanı başkalarına yapmanız için mi iktidar olmanıza destek olduk” sorusunun peşine takılırsa bu döngü bozulabilir. Ancak içine sokulduğumuz öfke sarmalı sağlıklı düşünmemizi sınırlıyor ve döngünün değirmenine su taşımaya devam ediyoruz. Bu nedenle de bahsettiğimiz siyasal eksenler aslında birbirini besliyor ve yeniden üretiyor.
Değişen tek şey, siyasi hasım olarak konumlandırdıkları toplumsal kesimlerin isimleri. Yani iki yaklaşımda da istenilen ortak şey, ‘hasım’ diye konumlandırılan kesimlerin kendileri olarak var olmaması. Kuşkusuz bu, açık açık ifade edilmiyor. Ancak uygulamalar bunu ortaya koyuyor.
Asıl Olan Devletin Karakteri mi, Kimin Yönettiği mi?
Devletlerin ömrü insanların ömründen çok ama çok uzundur. Ülkemizde çokça zaman devletin üzerine oturduğu gelenek esas alınarak, biraz da övünme edasıyla, “binlerce yıllık devlet geleneği” türü vadesini içeren cümleler kurulur. Türkiye Cumhuriyeti 98 yıllık bir devlet olmasına rağmen, siyasi nutuklarda, 2500 yıllık devlet geleneğinden bahsedilir. Bu nedenle olsa gerek, “asıl olan devletin karakteri mi, yoksa kimin yönettiği mi” sorusunu ciddiye alıp tartışmakta yarar var.
Bu soruya, “kimin yönettiği daha önemli” cevabını vermek çok zor. Çünkü somut örnekler az. Bununla birlikte; olumlu diye ifade edilebilecek örnekler ya oldukça kısa süreli ya da yönetim süreci içinde dönemsel olarak farklılık gösterebilmektedir. Yönetim süreçlerini etkileyen faktörlerin çokluğu dikkate alındığında, bu süreçleri düz bir çizgi olarak düşünmek veya öyle olmasını beklemek de mümkün değil. Demokratik süreçlerin işlediği ve yönetimin seçimlerle belirlendiği bir ülkede, asıl mühim olan iyi yöneticilerin varlığı değil, devletin demokratik karakteri, tüm vatandaşların eşit haklara sahip olduğunun kabul edilmesi, yasaların demokratik geleneğe göre hazırlanmış olması ve bu yasaların uygulandığı bir hukuk devletinin varlığıdır.
Bültenimize Üye Olabilirsiniz
Yeni anayasa tartışmalarının gündeme geldiği bu süreçte, toplumun tüm kesimlerinin üzerinde durması ve tartışması gerektiğini vurguladığımız baştaki soruya verilecek cevap, devlete vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkesin hayatını etkileyen bir meseledir. Çünkü soru, klasik devlet tanımlarını aşan ve sadece akademik tanımlamalarla cevap verilebilecek bir şey değildir. Asıl olan, devlet denilen aygıtın kanun, teamül ve kurumlara dayanmasıdır. Özellikle var olan yasaların kim olursa olsun herkes için uygulanıyor olmasıdır. Çünkü devletin en temel sorumluluğu, var olan mevzuatı, kanunları, hukuku tüm vatandaşları ve devletin kendisini de kapsayacak biçimde uygulamasıdır. Bu konuda ortaya çıkabilecek herhangi bir ayrımcılık, devletin temel karakterini ortadan kaldırır.
Devlet, kendisine vatandaşlık bağıyla bağlı olan bireye ve toplumsal kesimlere karşı ayrımcı davranamaz. Farklı siyasi saiklerle üretilen kavramalar ve siyasi retorikleri meşrulaştırmak için ortaya atılan gerekçeler de yapılacak ayrımcılığı haklı çıkarmaz ve bu kabul edilemez. Yapılması gereken, gerekçelere uygun kavramlar ve nutuklar üretmek değil, devlet adına yapılan uygulamalar dahil olmak üzere, herkes için hukuku uygulamaktır.
Güçlü Demokratik Karakter İçin
Yeni anayasa tartışmalarında devletin demokratik karakterinin dönemlere/yönetenlere göre değişmemesi, vatandaşların yaşam koşullarının yönetenlere göre farklılık göstermemesi ve dönüşümlü ötekileştirme anlayışına dayalı siyaset tarzının gündemden çıkması için yapılması gerekenlere odaklanmakta fayda var. Buna ilişkin değerlendirmeyi, genel anlamıyla, devletin demokratik dönüşümünü tamamlaması olarak ifade ediyoruz. Ancak bu konuda nelerin yapılması gerektiğini konuşmakta yarar var. Özellikle tüm siyasal kesimlerin düşüncelerini dinlemek, gerekçelerini anlamaya çalışmak ve yapılacak düzenlemelerde bunları dikkate almak önemli. Elbette birçok konudan bahsetmek mümkün. Ancak tartışmayı başlatmak açısından, aşağıdaki konuları gündeme getirmek mümkün.
1. Anayasa, toplumsal mutabakat metnidir. Bu nedenle; yazım sürecinde iki temel konuya dikkat etmek gerekir. Bunlar; toplumsal kesimlerin katılımı için gerekli olan siyasal iklimi oluşturmak ve toplumsal mutabakat metni ruhuna uygun olarak, insanların görüşlerini ifade etmelerine olanak tanımak. Görüşlerin ifade edilmesi ve konuşulması, peşinen kabul edileceği anlamına gelmez. Ama bu imkânın olması önemlidir. Sonuçta, halkın çoğunluğu veya temsilcilerinin çoğunluğu buna karar verecektir. Dolayısıyla; insanların düşüncelerini ifade etmesini şu veya bu gerekçe ile sınırlamak, “hepimiz eşit haklara sahip vatandaşlar değiliz, bizim ayrıcalığımız var” demektir. Kimi konuları ‘konuşulamaz’ parantezine almak yeni anayasa hazırlamak anlamına gelmediği gibi halkın görüş açıklamasına ipotek koymaktır ve kabul edilemez.
2. Öncelikle devlet tanımını konuşmak gerekir. Devleti, temel özellikleri üzerinden değil, sorumlulukları üzerinden tanımlamak. Özelliklerini ifade etmek ayrı bir konu. Ancak sorumluluklara vurgu yapmak, altını çizmek ve sorumlulukları üzerinden tanımlamak çok daha önemli. Kanunu uygulayan, vatandaşları arasında ayrımcılık yapmayan, inisiyatife değil kanuna vurgu yapan, vatandaşların inançlarını yaşamasına ilişkin koşulları sağlayan bir devlet… Özellikle birey için de devletin kendisi için de inisiyatifin değil, hukukun uygulandığı bir yapı.
3. Devleti, ülkeye vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkesin ‘mülkü’ kılmak. Öyle bir yönetim perspektifi geliştirilmeli ve uygulanmalı ki, hiç kimse keyfi olarak veya güce dayanarak hiç kimseyi ötekileştiremesin ve vatandaş da kendini öteki hissetmesin. Çünkü kanunların herkes için eşit olarak uygulamak ve gücün keyfi uygulanmasının önüne geçmek, devletin temel sorumluluğudur. Bu yapılmadığı zaman, devlet eliyle devletin ana karakterinde aşınmaya izin verilir, göz yumulur.
4. Devletin işlemlerinin şeffaf olması, denetim mekanizmalarının işlemesi ve hesap verebilirliğin tüm faaliyetlere yansıtılması. Bizim kuşak, 70’li yılların sonunda yükselen terör olayları ve 90’lı yıllarda güvenlik kaygısı üzerinden yapılanların ülkeyi nereye savurduğunu çok iyi biliyor. Bu iki dönemin temel özelliği de şeffaflığın ve hesap verebilirliğin yok sayılmasıydı. Benzer yanlışlara düşmemek için şeffaflık, denetim ve hesap verebilirlik önemlidir. Ayrıca şeffaflık, denetim, hesap verebilir olmak hem vatandaşın haklarını korumak hem devletin itibarını pekiştirmek hem de devlete olan güveni tahkim etmek için önemlidir.
5. Tüm sorunların çözümü için müzakere ve istişare yaklaşımını egemen kılmak. En genel tanımıyla sol veya sağ olarak tanımlanabilecek siyasal mecraların hepsinde, iktidar süreçlerinde ortaya çıkan ötekileştirici tutumları/yönetim yaklaşımlarını ortadan kaldırmak, istişareye, danışmaya, konuşmaya dayalı yönetim anlayışını hayata geçirmektir. Bu konuda tekrarlanan yanlışlardan birisi de danışmanın, tartışmanın liderliğin görüşünü teyit etmek olarak kabul edilmesidir. Bu ise tüm ideolojilerin ve inançların kabul etmediği bir yaklaşımdır.
6. Hamasete ve ırka dayalı negatif milliyetçilik kavramı yerine vatanseverlik kavramını ön plana çıkarmak. Çünkü farklı etnisiteler üzerinden üretilen negatif milliyetçiliğin bizleri ne hale getirdiğini, farklı dönemlerde yaşayarak görmüş bir coğrafyanın çocuklarıyız. Bunun yerine ortak bir gelecek tahayyülü, ülküsü oluşturmak ve vatanseverliği ön plana çıkarmak daha doğru bir yaklaşım olacaktır.
7. Devlet mekanizmasında ‘aşınmaya’ neden olan sivil/askeri müdahalelere, devlet hiyerarşisi dışında ortaya çıkan örgütlenmelere izin verilmemesi. Bu konuda; devlet var olan kanunları uygulayarak bunlara izin vermemeli, toplum ise bunları mahşeri vicdanında mahkûm ederek yaşam alanı tanımamalıdır. Devlete egemen olan kesimler darbelerin oluşması için zemin oluşturdu, iktidarlar (zamanında) darbecileri yargılamaktan çekindi ve toplum da oluşan atmosferin sonucu olarak bu süreçlerin tarafı yapıldı. Özellikle; 27 Mayıs, 12 Eylül ve 28 Şubat darbelerinde sergilenen tutumları hatırlamak, konuyu netleştirmek için yeterli olacaktır.
Kısacası zaman; 100’üncü yılını kutlamaya hazırlandığımız cumhuriyet için ülkeye vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkesin birlikte düşünme zamanıdır.