Anayasa Krizinin Tomografisi – II
Yargıtay 3. Ceza Dairesi, ‘üzerinde hâlihazırda birçok gedik açılmış’, Anayasamızın değiştirilemez ilkelerinden birisi olan hukuk devleti ilkesinin köküne kibrit suyu dökmüştür. Bu duruma karşı çıkması gereken siyasi irade maalesef “Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin safında yer almış” ve TBMM Genel Kurulu da Atalay’ın milletvekilliğini düşürmek suretiyle Anayasamızı bir kez daha göz göre göre çiğnemiştir.
Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin 8 Kasım 2023 tarihinde verdiği kararla Anayasa Mahkemesi’nin verdiği ihlal kararına uyulmamasına hükmedildiği gibi ihlal kararında imzası olan Anayasa Mahkemesi üyeleri hakkında suç duyurusunda bulunulmasına da hükmedilmişti. Hukuk tarihimizde eşi benzeri görülmemiş bir kriz yaratan bu kararı 2023 yılının Kasım ayında Perspektif’te yayınlanan “Anayasa Krizinin Tomografisi” başlıklı yazıda değerlendirmiştim. Bu değerlendirme sonrasında Anayasa Mahkemesi 21 Aralık 2023 günü yeniden ihlal kararı verdi. Ancak İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi ve Yargıtay 3. Ceza Dairesi ikinci ihlal kararının gereğini yine yerine getirmedi. Bunun üzerine bir de Türkiye Büyük Millet Meclisi, Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin kararını Genel Kurul’da okumak suretiyle Atalay’ın milletvekilliğini düşürdü. Kısaca belirtmek gerekirse “Anayasa Krizimiz” daha da derinleşti…
Bu yazının konusu, Anayasa Mahkemesi’nin verdiği ikinci ihlal kararının ardından Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin verdiği kararın ve akabinde Atalay’ın milletvekilliğinin düşürülmesinin kısaca değerlendirilmesi üzerine. Ancak 3. Ceza Dairesi’nin hem ilk kararında hem de ikinci kararında yer verdiği gerekçelere bu yazıda ayrıntılı olarak değinilmedi. Her iki kararda ortak bir şekilde kullanılan bu gerekçelerin değerlendirilmesi için “Anayasa Krizinin Tomografisi” başlıklı yazıya bakılabilir.
Anayasa Mahkemesi’nin İkinci Defa İhlal Kararı Vermesi
Hatırlanacağı üzere, Anayasa Mahkemesi’nin verdiği ihlal kararının ardından İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi dosyanın Yargıtay 3. Ceza Dairesi’ne gönderilmesine karar vermiş, ilgili daire de 8 Kasım 2023 günü verdiği kararla Anayasa Mahkemesi’nin ihlal kararına hukuki değer ve geçerlilik izafe edilemeyeceğini belirterek ortada Anayasa’nın 153’üncü maddesi kapsamında uygulanması gereken bir karar bulunmadığını ifade etmişti. 3. Daire aynı zamanda, ihlale konu bireysel başvurunun inceleme sürecinde Daire kararıyla onanarak kesinleşen mahkûmiyet hükmü karşısında Anayasa Mahkemesi kararına uyulmamasına, başvurucunun kesin hüküm giyme nedeniyle milletvekilliğinin düşürülmesine yönelik işlemlerin başlatılması için kararın bir örneğinin TBMM’ye gönderilmesine, “anayasal hükümleri ihlal eden ve kendisine verilen yetki sınırlarını aşarak” hak ihlali yönünde oy kullanan Anayasa Mahkemesi üyeleri hakkında suç duyurusunda bulunulmasına oybirliğiyle karar vermişti.
Bu karara karşı yapılan itirazın ardından Yargıtay 4. Ceza Dairesi ortada, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 267’nci maddesi kapsamında itiraza konu bir karar olmadığı gerekçesiyle oyçokluğuyla karar verilmesine yer olmadığına 20 Kasım 2023 günü karar vermiştir. Bu karar üzerine, ihlal kararının gereğinin yerine getirilmemesi nedeniyle bireysel başvuru hakkı ile seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakkının, mahkûmiyet hükmünün infazına devam edilmesi nedeniyle de kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlal edildiği ileri sürülerek 24 Kasım 2023 günü Anayasa Mahkemesi’ne yeniden bireysel başvuru yapılmıştır.
Anayasa Mahkemesi 21 Aralık 2023 günü verdiği kararla yeniden ihlal kararı vermiştir. Karara bakıldığında ilk olarak yapılan incelemenin, daha önce verilen ihlal kararının gereklerinin yerine getirilip getirilmediğinin ve bu kapsamda başvurucunun anayasal haklarının ihlal edilip edilmediğinin tespitiyle sınırlı olduğunu görüyoruz. Bu bakımdan Mahkeme bireysel başvurularla ilgili yetkisini hatırlatmakta; bireysel başvurular kapsamındaki görev ve yetkisinin, hakkın ihlal edilip edilmediğinin tespitiyle sınırlı olmayıp tespit edilen ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlerin belirlenmesini de kapsadığını vurgulamaktadır. Gerçekten de Mahkeme’nin kuruluşu ve yargılama usullerini düzenleyen 6216 sayılı Kanun’un 50’nci maddesinde, Anayasa Mahkemesi tarafından ihlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması “gerekenlere” hükmedileceği belirtilmektedir. Düzenlemenin devamında ise tespit edilen ihlalin bir mahkeme kararından kaynaklanması durumunda, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosyanın ilgili mahkemeye gönderileceği düzenlenmektedir. Dikkat edilirse ihlal kararı sonrasında yapılacak yeniden yargılamanın yerinde olup olmayacağına ilişkin dosyanın gönderileceği mahkemenin bir değerlendirme yetkisi bulunmamaktadır. Zira burada, usul kanunlarımızda düzenlenen ve yargılamanın iadesi sebeplerinin gerçekleşip gerçekleşmediğini belirleme yetkisini derece mahkemelerine tanıyan “yargılamanın iadesi” kurumu söz konusu değildir. Anayasa Mahkemesi de bu hususu hatırlattıktan sonra kendisinin verdiği ihlal kararı kendisine ulaşan mahkemenin anayasal ve yasal yükümlülüğünün, Anayasa Mahkemesi’nin ihlal kararlarının uygunluğunu veya yerindeliğini sorgulamak değil, ihlalin sonuçlarını gidermek üzere ilgili usul hukukunun imkân ve gereklilikleri çerçevesinde yargısal işlemlere başlamak olduğunu vurgulamıştır. Ayrıca Anayasa Mahkemesi ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapılmasına karar verildiğinde dosyanın ihlale neden olan kararı veren mahkemeye değil ilgili mahkemeye gönderilmesi gerektiğini ifade ederek; somut başvurunun şartları, ihlalin niteliği ve ihlal nedeniyle meydana gelen ve ortadan kaldırılması gereken sonuçlara göre kendisinin yeniden yargılamayı yapacak olan mahkemeyi ilgili usul hukukunun kurallarını da gözeterek belirleme yetkisine sahip olduğunu da ifade etmiştir.
Tüm bunların ardından Anayasa Mahkemesi, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi ile Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin anayasal ve yasal zorunlulukları göz ardı ettiğini; başvurucu hakkında yeniden yargılama işlemlerine başlanmadığını, hükmün infazına devam olunduğunu ve başvurucunun hükümlü statüsünün sürdürüldüğünü ifade ederek Anayasa Mahkemesi’nin ihlal kararının gereğinin yerine getirilmediği sonucuna ulaşmıştır. Bu durum da Anayasa’nın 153’üncü maddesinin altıncı fıkrasında Anayasa Mahkemesi kararlarının yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlayacağı hükmü ile çatışan bir durum ortaya çıkarmıştır. Keza İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi “usul hukukunda kendisine verilmemiş bir yetkiyi kullanarak ihlal kararının gereğini yerine getirmekten kaçınmış ve dosyayı Yargıtay 3. Ceza Dairesine göndermiştir. Daire de ‘Anayasa Mahkemesi kararına uyulmamasına’ şeklinde Türk hukukunda bulunmayan bir karar vermiştir.” Sonuç olarak, 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin dosyayı Yargıtay’a göndermesi sonucunda Anayasa’nın 36’ncı maddesinin ikinci fıkrasında yer alan, hiçbir mahkemenin görev ve yetkisi içindeki davaya bakmaktan kaçınamayacağı kuralından doğan mahkemeye erişim hakkına, 6216 sayılı Kanun’un amir hükmü gereği yeniden yargılama işlemlerine başlanarak ihlal kararına uygun bir karar verilmeyerek etkili karar hakkına ve Anayasa’nın 37’nci maddesinde güvence altına alınan tabii hâkim güvencesine de aykırı hareket edilmiştir.
Devamında Anayasa Mahkemesi kendi kararlarının icra edilmemesinin anayasal sonuçlarına değinmiş, bu durumun Anayasa’da yer alan temel hak ve özgürlüklere ilişkin düzenlemeler ile hukukun üstünlüğü ilkesi başta olmak üzere birçok ilkeye aykırı olduğunu belirterek İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi ile Yargıtay’ın tutumunun Anayasa’nın 6’ncı maddesinde düzenlenen, “Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz” hükmü ile bağdaşmadığını vurgulamış ve bir hukuk devletinde anayasal hükümlere uymamanın ilgililer açısından cezai, idari ve hukuki sorumluluk doğuracağının da açık olduğunu belirtmiştir. Burada söz konusu “ilgililerin” İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi üyeleri ile Yargıtay 3. Ceza Dairesi üyeleri olduğu açıktır. Sonuç olarak Anayasa Mahkemesi ihlal kararının uygulanmaması nedeniyle başvurucunun bireysel başvuru hakkının, seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakkı ile kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir.
Giderim açısından ise önceki karara benzer şekilde yeniden yargılama işlemlerine başlanması, mahkûmiyet hükmünün infazının durdurulması ve başvurucunun ceza infaz kurumundan tahliyesinin sağlanması, başvurucunun hükümlü statüsünün sona erdirilmesi, yeniden yapılacak yargılamada durma kararı verilmesi işlemlerinin yerine getirilmesinin zorunlu olduğu ifade edilerek kararın İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderilmesi gerektiğine hükmedilmiştir. Ayrıca Atalay’a 100.000 TL manevi tazminat ödenmesine de karar verilmiştir. Yine, kararın bir örneğinin bilgi için ve ilgileri nedeniyle Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne ve Hâkimler ve Savcılar Kurulu’na da gönderilmesi, önceki ihlal kararından farklılaşan bir husus olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kararda dikkat çeken hususlardan birisi, Anayasa’nın 148’inci maddesinde güvence altına alınan bireysel başvuru hakkının ihlal edildiğine oybirliğiyle; Anayasa’nın 67’nci maddesinde güvence altına alınan seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakkı ve Anayasa’nın 19’uncu maddesinde güvence altına alınan kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlal edildiğine ise Muammer Topal, İrfan Fidan ve Muhterem İnce’nin karşı oyları ve oyçokluğuyla karar verilmiş olmasıdır. Karşı oylara bakıldığında temel argümanın, Yargıtayın “Anayasanın 14’üncü maddesindeki durumlar” ibaresinin kapsamına hangi suçların girdiğini yürürlükteki kanunlar çerçevesinde belirlilik ve öngörülebilirlik sağlanacak şekilde ortaya koyduğunun belirtilmesi olduğunu görüyoruz. Bu bakımdan üç üyeye göre, Anayasa’nın 14’üncü maddesinin üçüncü fıkrasındaki hüküm ile 14’üncü maddeye aykırı faaliyetlerde bulunulması halinde uygulanacak “müeyyidelerin” kanunla düzenlenmesi gerektiği belirtilmiş olup somut olayda müeyyide Türk Ceza Kanunu’nun 312’nci maddesinde düzenlenmiştir. Haliyle 14’üncü maddenin üçüncü fıkrasına aykırılık söz konusu değildir.
Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin İkinci Kararı
İkinci ihlal kararının İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderilmesinin ardından anılan mahkeme yine aynı yönde hareket etmiş, Anayasa Mahkemesi kararına açıkça aykırı davranarak dosyayı Yargıtay 3. Ceza Dairesi’ne göndermiştir. Akabinde 3. Ceza Dairesi tarafından bu konuda mütalaa alınması için 29.12.2023 tarihinde dosya Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderilmiş; Başsavcılık 02.01.2024 tarihli mütalaasında öncekine benzer belirlemelerde bulunmuştur.
3. Ceza Dairesi ilk kararına benzer şekilde, denetlenmemenin verdiği cesaretle Anayasa Mahkemesi’nin Anayasa’da düzenlenmeyen bir yetki kullandığını, ilk derece mahkemesine yol göstermenin çok ötesinde “yeniden yargılama yap, durma kararı ver ve ilgili hükümlüyü tahliye et” şeklinde adeta emir ve talimat verircesine karar verdiğini; Anayasa Mahkemesi’nin Anayasa’nın 154’üncü maddesi gereği adliye mahkemeleri tarafından verilen ve kanunun başka bir adli yargı merciine bırakmadığı karar ve hükümlerin son inceleme merciinin Yargıtay olduğuna dair anayasal düzenlemeyi yok saydığını belirtmiştir. Yargıtay 3. Ceza Dairesi’ne göre,
“(…) anayasal ve yasal yetkilerini aşan ve süper temyiz mercii gibi davranan Anayasa Mahkemesi” gibi bir yüksek mahkeme olan Yargıtay tarafından bu sorunlu uygulamaya yönelik tespitler yapılmak suretiyle Anayasa Mahkemesi’nin görev ve yetki sınırlarının hatırlatılmaması halinde ise, anılan mahkemenin bundan sonraki adımının dosyanın esasına yönelik karar vermek ve bu bağlamda, suçun maddi ve manevi unsurlarını değerlendirerek yetki gaspı ile hüküm kurma yoluna gideceği anlaşılmaktadır.”
Anayasa Mahkemesi’nin ihlal kararı konusunda değerlendirme yapacak olan derece veya temyiz mahkemesinin, istisnasız olarak bütün durumlarda, ilk verdiği kararın aksi yönünde karar vermek zorunda olmadığını vurgulayan Yargıtay, Anayasa’nın 154’üncü maddesi gereği anayasal yetki ve görev alanını korumak amacıyla bir yüksek mahkeme ve temyiz mahkemesi olarak, Anayasa Mahkemesi’nin “Anayasal ve yasal yetkilerini aşmak suretiyle verdiği hukuki değerden yoksun olan bir ihlal kararına uyulup uyulmayacağını sorgulayabileceğini” vurgulamıştır. Tam da bu noktada 3. Ceza Dairesi’nin bir tespiti dikkat çekmektedir. Daire’ye göre,
“Böylece Anayasa’nın diğer hükümlerinin de Anayasa Mahkemesi’nin Anayasa hükümlerini sadece şekil bakımından inceleyebileceğine ilişkin yetkisine aykırı olarak, önüne gelen başkaca bireysel başvurularda yorum farklılığı gerekçe gösterilmek suretiyle uygulanamaz hale getirilmesi tehlikesi de bertaraf edilmek istenmiştir. Aksi takdirde Türkiye Cumhuriyeti’nin temel niteliklerini koruyan Anayasa’nın 14. maddesi gibi Anayasa’nın ilk 4 maddesi de dahil olmak üzere başkaca hükümlerinin içeriğinin de bu şekilde yorum yoluyla de facto olarak uygulanamaz hale getirilmesi ile karşı karşıya kalınma tehlikesi ortaya çıkacaktır. Zira Anayasa’nın 14. maddesindeki düzenleme, özellikle Anayasa’nın ilk 4 maddesindeki hükümlerini koruyucu bir niteliği haizdir.”
13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin Anayasa Mahkemesi kararı paralelinde bir karar vermeyip dosyayı kendisine iletmesinin de öğretideki görüşler çerçevesinde yerinde olduğunu belirten Daire’ye göre,
“Ayrıca, bir yüksek mahkeme olan Yargıtay, temyiz merci olarak görev ve yetki alanına müdahale edilip edilmediği yönünden değerlendirme yapma konusunda yetkili ve görevli olduğu gibi bu bağlamda, Anayasa Mahkemesi’nin verdiği ihlal kararının hukuki değerden yoksun olup olmadığını da belirleyebilir. Bu belirleme, Yargıtay’ın bir yüksek mahkeme olarak Anayasa’nın 154. maddesi gereği adliye mahkemeleri tarafından verilen ve kanunun başka bir adli yargı merciine bırakmadığı karar ve hükümlerin son inceleme merci olmasından kaynaklanmaktadır. Böylelikle Yargıtay, Anayasa’nın 154. maddesi gereği kendi görev ve yetki alanını diğer yüksek mahkemelere karşı koruyabilir.”
Buraya kadarki belirlemelerin neden “son derece yanlış ve tehlikeli” olduğunu ilk yazımda belirtmiştim. İlk kararına benzer şekilde bu kararında da 3. Ceza Dairesi ısrarla, bireysel başvuru kararlarının “sübjektif etkiye sahip olmasının beklendiğini” vurgulamaktadır. Hatta bu kanaate ulaşırken Daire, Anayasa’nın 153’üncü maddesinde yer verilen, “Anayasa Mahkemesi kararları Resmî Gazetede hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlar” düzenlemesinin iptal ve itiraz başvuruları için geçerli olduğunu, tüm bireysel başvuru kararlarının Resmî Gazete’de yayımlanmadığını belirtmektedir. Daire’ye göre Anayasa ve kanunlarda bireysel başvuruların Resmî Gazete’de yayımlanması hususuna yer verilmemesine rağmen Mahkeme’nin kendi içtüzüğünde “İptal ve itiraz başvurularında esasa ilişkin olarak verilen gerekçeli kararlar Resmî Gazete’de yayımlanır. Diğer kararların hangilerinin Resmî Gazete’de yayımlanacağına Başkanlıkça karar verilir” şeklinde düzenlemeye yer vermesi kötü niyetli olup bu düzenleme, Anayasa Mahkemesi’nin dilediği karara objektif etki verme amacını taşımaktadır. Diğer bir deyişle, 3. Ceza Dairesi’ne göre Anayasa Mahkemesi dilediği bireysel başvuru kararını Resmî Gazete’de yayımlayarak o karara objektif etki sağlamaktadır (?!).
Belirtmek gerekir ki Yargıtay 3. Ceza Dairesi gibi yüksek bir mahkemenin verdiği bir kararda bu gibi garip ve anlamsız ifadelere yer verilmesi üzücüdür. Zira bireysel başvuru sonucunda verilen kararın objektif etkiye sahip olması kararın Resmî Gazete’de yayımlanması koşuluna bağlı değildir. Bir kararın Resmî Gazete’de yahut Anayasa Mahkemesi’nin sitesinde yayımlanması, kamuoyunda ses getirmesi ve yaygınlık kazanması objektif etkisinin ve uygulanabilirliğinin artmasına katkıda bulunur. Üstelik bu durum hâkim, savcı ve avukat gibi uygulayıcıların da işini kolaylaştırır. Ayrıca 3. Ceza Dairesi’nin Anayasa’nın 153’üncü maddesindeki kararların bağlayıcılığı ibaresinin iptal ve itiraz başvuruları sonucunda verilen norm denetimi kararları ile sınırlı olduğu yolundaki belirlemeleri büyük bir hatadır. Nitekim Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığına ilişkin Anayasa düzenlemesi (m. 153/6) Anayasa Mahkemesi’nin verdiği tüm kararlar bakımından geçerlidir. Bu konudaki argümanlarımı sıralayayım:
- Birincisi, 153’üncü maddenin başlığı “Anayasa Mahkemesinin kararları” şeklindedir, kararlar arasında bir ayrım yapılmamıştır.
- İkincisi, 153’üncü maddenin çoğu fıkrası norm denetimine ilişkin kararlara ilişkin olsa da bu madde yazıldığında Yüce Divan kararları, siyasi parti kapatma kararları da verilebiliyordu; haliyle bu madde sadece norm denetimi ile ilgili kararlar bakımından geçerli değil. Yani 153’üncü madde iptal davası ile ilgili değil sadece. Bireysel başvuru getirilmeden önce de böyleydi. Diğer bir deyişle maddenin ilk fıkrasındaki, “Anayasa Mahkemesinin kararları kesindir” düzenlemesi yahut son fıkradaki bağlayıcılığa ilişkin düzenleme Anayasa Mahkemesi’nin sadece norm denetimi kararları için değil tüm kararları için geçerliydi, hâlâ da öyle. Bu bakımdan Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin bu düzenlemeyi norm denetimi sonucu verilen kararlara hasretmesi tuhaf. Hadi bireysel başvuru 2010 değişiklikleriyle geldi diyelim, ancak norm denetimi dışındaki Anayasa Mahkemesi kararları Anayasa’nın ilk halinde de vardı. O halde?
- Üçüncüsü, 153’üncü madde Anayasa Mahkemesi’ni düzenleyen maddelerin (146-153) sonuncusu ve nihai olarak kararların akıbetinden bahsediyor. Zaten belirttiğim üzere başlığı da tüm kararları kapsayıcı şekilde yazılmış. O sebeple bu maddeyi iptal yahut itiraz başvurusu sonucunda verilen kararlara hasredemeyiz.
- Dördüncüsü, Anayasa karar ayırt etmeksizin Anayasa Mahkemesi kararlarının Resmî Gazetede yayımlanmasını emrediyor. 6216 sayılı Kanun’daki “Bölümlerin esas hakkındaki kararları gerekçeleriyle birlikte ilgililere ve Adalet Bakanlığına tebliğ edilir ve Mahkemenin internet sayfasında yayımlanır. Bu kararlardan hangilerinin Resmî Gazetede yayımlanacağına ilişkin hususlar İçtüzükte gösterilir” düzenlemesi bu bakımdan Anayasa’ya aykırı ve bu düzenleme yüzünden Anayasa Mahkemesi yalnızca önemli olduğunu düşündüğü kararları Resmî Gazete’de yayımlatma yolunu seçiyor. Burada esas kabahat yangından mal kaçırır gibi Anayasa ve kanun değişikliği yapan TBMM’de. Tüm bireysel başvuru kararlarının Resmî Gazete’de yayımlanması istenmiyorsa bu husus Anayasa’nın 153’üncü maddesinde belirtilmeliydi. Onun yerine bu kısıtlama, Anayasa’ya aykırı bir kanun düzenlemesi ile öngörüldü.
- Son olarak, Anayasa Mahkemesi’nin her türlü kararının yasama, yürütme ve yargı organlarını bağlayacağının düzenlenmesine aslında gerek dahi yok; zira Anayasa’nın sistematik yorumu bunu zorunlu kılıyor (kararına karşı başka bir merciye başvurulmasına dair hüküm olmaması itibarıyla örneğin). Malumunuz aynı şey Yargıtay için söz konusu değil. Bireysel başvuruya ilişkin Anayasa düzenlemesi de bunu söylüyor: “Herkes, Anayasada güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerinden, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından, ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurabilir. Başvuruda bulunabilmek için olağan kanun yollarının tüketilmiş olması şarttır” Olağan kanun yolu dediği temyiz edilebilen kararlar için Yargıtay incelemesini de içeriyor.
Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin belirttiğinin aksine bireysel başvuru kararlarının objektif etkisi olmalıdır, bireysel başvuru kararlarından beklenen de esasında bu olmalıdır; hatta bireysel başvuru kararlarının objektif etki yaratması ve benzer konularda Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kararlara uygun davranılması, genel olarak hak ve özgürlüklerin korunmasını sağlayacağı gibi Anayasa Mahkemesi’nin iş yükünü de azaltacaktır. İşin gülünç tarafı, Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin savunduğu gibi bireysel başvuru kararlarının yalnızca sübjektif etkiye sahip olduğunu kabul etmek, emsal bireysel başvuru kararlarında ortaya koyulan kriterlerin derece mahkemeleri tarafından diğer kararlarda dikkate alınmamasını ve birçok kesinleşmiş karara karşı Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru yapılmasının önünü açacaktır. Esas bu durum Anayasa Mahkemesi’ni istemediği halde süper temyiz mercii haline getirme riskini taşımaktadır.
Yargıtay 3. Ceza Dairesi Kararından “Garip” Alıntılar
Kararın devamında “doz” artırılmakta, Anayasa Mahkemesi kararı terör örgütü söylemiyle bağdaştırılmaktadır:
“Tüm bu nedenlerle görevli olduğu konusunda tartışma bulunmayan, mer-i mevzuat hükümleri ve genel hukuk ilkeleri çerçevesinde oluşturduğu içtihatlarla terör örgütlerinin de hedefi haline gelen Dairemizin, Anayasa Mahkemesi tarafından 21.12.2023 tarihli Şerafettin Can Atalay (3) başvurusu yönünden verilen hak ihlali kararının 54. paragrafında; ‘Anayasa’nın 142. maddesinin amir hükmüne ve Anayasa’nın 37. maddesinde yer alan tabii hakim ilkesine’ açıkça aykırı hareket ettiği belirtilerek; yine Dairemizin, derece mahkemelerinin kararlarını denetleyen bir üst temyiz mahkemesi olduğunu görmezden gelmek suretiyle sanki sonradan oluşturulan bir mahkeme olarak göstermesi, terör örgütlerinin söylemleri ile uyum göstermiştir.”
Kararda ayrıca oldukça alakasız bir ihtimal üzerinden Anayasa Mahkemesi’nin Cumhurbaşkanı’nın meşruiyetini tartışmaya açma riskini taşıdığı ifade edilmektedir:
“Ayrıca, Anayasa Mahkemesi’nin bu yorum tarzının kabul edilmesi halinde, Anayasa’nın 155. maddesi kapsamında bir yüksek mahkeme olan Danıştay’ın incelemesinden geçerek idari yargıda kesinleşip, daha öncesinde önüne gelen atama ve tayin kararları ile ilgili, özellikle aile hayatına saygı hakkının ihlali yönünde kararları da bulunduğu gözetildiğinde; 3 Nolu Üst Kademe Yöneticileri ile Kamu Kurum ve Kuruluşlarında Atama Usullerine Dair Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’ne tabi olan bir üst kademe kamu yöneticisinin, disiplin soruşturması ya da başka bir gerekçe gösterilmek suretiyle görevden alınmasının veya görev değişikliği yapılmasının, bireysel başvuruya konu edilmesi halinde ve başvurucunun, Anayasa’nın 79. ve 101. maddelerine göre Cumhurbaşkanı’nın usulüne uygun olarak seçilmediğini ve kendisini göreve atama ile görevden almaya yetkisinin bulunmadığını bireysel başvurusunda ileri sürmesi durumunda; Anayasa Mahkemesi’nin, Şerafettin Can Atalay ve benzer kişiler hakkında verdiği kararlardaki yorum dikkate alındığında başvurucunun iddiasını kabul ederek Anayasa’nın 101. maddesini kendisine göre yorumlayabileceği ve hatta Anayasal bir yetkisi olmamasına rağmen demokratik usulle, halk oyuyla ve Anayasa’nın 79. maddesi uyarınca Yüksek Seçim Kurulu’nun belirlediği yasal ilkelere göre seçilen meşru Cumhurbaşkanı’nın meşruiyetini dahi tartışmaya açabileceği anlaşılmaktadır.”
Bir anayasa hukukçusu olarak bu belirlemelerle somut hukuki sorun arasında gerçekten bir ilgi kuramadım… Kararda bir diğer ilginç belirleme de Pakistan üzerinden yapılmakta:
“Anayasa Mahkemesi’nin, Anayasa hükümlerini işlevsiz hale getiren kararlarının denetlenemeyeceğinin ileri sürülmesi ve sınırsız yetkilerle donatılması, bazı büyük tehlikeleri de bünyesinde barındırmaktadır. Örneğin, 2022 yılında Pakistan’da Meclis’te çoğunluğu ele geçiren muhalefet tarafından güvensizlik oylaması yapılarak, seçilmiş ve meşru Başbakan Imran Han değiştirilmek istenmiş; bunun üzerine siyaseti dizayn etme çabasının bir ürünü olarak Pakistan Anayasa Mahkemesi, Başbakan Imran Han tarafından alınan Meclis’in feshi ve erken seçim kararını yok saymak suretiyle güvensizlik oylamasının yapılmasına karar vermiştir. Siyasi krize neden olan bu karar sonucu yapılan güvensizlik oylamasında Imran Han, Pakistan’da görevden alınan ilk başbakan olmuştur. Böylece Pakistan’da Meclis çoğunluğunu ele geçiren muhalefetin, Anayasa Mahkemesi kararı sayesinde yaptığı güvensizlik oylaması ile Imran Han’ın başbakanlığı düşürülmüştür.”
Pakistan’daki bu olayın somut uyuşmazlıkla ilgisi bir yana, parlamenter sistemin uygulandığı bir ülkede parlamentoda çoğunluğu ele geçiren muhalefetin başbakanı değiştirmek istemesinin altında ne gibi bir “bit yeniği” aranmalı, anlayabilmiş değilim. Pakistan özelinde neler oldu bilmiyorum ancak parlamenter sistemin temel ilkelerinden birisi başbakan ve kabinesinin parlamentonun güvenine dayanmasıdır, parlamento çoğunluğu muhalefetin eline geçtiği takdirde hükümetin ve başbakanın düşürülmesi de gayet normaldir. Belirttiğim üzere, bu olayın konumuzla alakasını çözebilmiş de değilim.
Anayasa Mahkemesi’nin Asli Görevi Norm Denetimi mi?
Kararın devamında Yargıtay 3. Ceza Dairesi, Anayasa’nın 14’üncü maddesi ve 83’üncü maddesi kapsamında bir değerlendirme yaparak ilk kararına benzer tespitlerde bulunmuştur. Ancak burada da bazı ifadeler dikkat çekmektedir. Öncelikle Yargıtay 3. Ceza Dairesi Anayasa’nın 148’inci maddesi ile 6216 sayılı Kanun’un 45 ve devamı maddeleri kapsamında Anayasa Mahkemesi’nin asli görevinin “norm denetimi” olduğunu ifade etmektedir. Sonrasında ise garip şekilde Anayasa Mahkemesi’nin norm denetimi kapsamında “anayasa hükmüne” yönelik denetleme yetkisinin şekil bakımından denetleme ile sınırlı olduğunu, bireysel başvuru yoluyla anayasa hükmünün uygulanmasını olanaksız hale getiremeyeceğini, anayasa normunu esastan iptal etme yetkisinin bulunmadığını belirtmektedir. Belirtmek gerekir ki ne Anayasa’da ne de kanunlarda Anayasa Mahkemesi’nin asli görevinin ne olduğu belirtilmediği gibi bu belirlemeyi yapmak Yargıtay 3. Ceza Dairesi’ne de düşmemektedir. Hadi diyelim ki Anayasa Mahkemesi’nin asli görevi norm denetimi olsun, bu durumda Mahkeme’nin norm denetimi dışında verdiği kararları uygulamama şeklinde bir tasarrufta bulunmaya Yargıtay dahil hiçbir mahkeme yine yetkili değildir.
3. Ceza Dairesi kararında sürekli olarak Anayasa Mahkemesi’nin “meşruiyetinin kamuoyunda tartışmalı hale geldiğinden” bahsetmektedir. 3. Ceza Dairesi anket veya benzeri bir yöntemle bunu ölçmüş müdür bilmiyorum ancak belirtmem gerekir ki takındığı bu tutum ve verdiği bu kararlarla 3. Ceza Dairesi bariz bir şekilde Anayasa’ya aykırı hareket etmiştir ve bu kararların meşruiyeti yahut hukukiliği “tartışmalı halde dahi değildir”.
Sonuç olarak Yargıtay 3. Ceza Dairesi Anayasa Mahkemesi’nin anılan kararlarına uyulmasına yer olmadığına, Atalay hakkında verilen kararın bir örneğinin gereğinin takdir ve ifası için TBMM Başkanlığı’na tekrar gönderilmesine, dosyanın İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na tevdiine karar vermiştir. TBMM’ye iletilmesinin ardından karar Genel Kurul’da okunmak suretiyle Atalay’ın milletvekilliği düşürülmüştür.
Atalay’ın Milletvekilliğinin Düşürülmesi
Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulu’nun 30 Ocak 2024 tarihli 54’üncü birleşiminde, Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin Atalay’ın kesin hüküm giydiğine dair yazısının okunması neticesinde Atalay’ın milletvekilliği Anayasa’nın 84’üncü maddesinin ikinci fıkrası uyarınca düşmüştür. Böylelikle TBMM de Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin yolundan ilerleyerek Anayasa’yı açıkça çiğnemekte bir çekince görmemiştir.
Bu bakımdan TBMM Başkan Vekili Sayın Bekir Bozdağ tarafından okutulan metnin doğrudan Yargıtay 3. Ceza Dairesi tarafından daire başkanının imzasıyla gönderilen yazı olduğu tutanaklarda görülmektedir. Normalde kesin hüküm sebebiyle milletvekilliği düşürüleceğinde, söz konusu karar Adalet Bakanlığı’na, oradan da Cumhurbaşkanlığı aracılığıyla TBMM’ye bildirilirdi. Burada ise yazının Yargıtay’dan doğruca TBMM’ye geldiği görülmektedir. Kararın okunmasının ardından Sayın Bozdağ tarafından Anayasa’nın 84’üncü maddesinin ikinci fıkrası gereğince bilgiye sunulan kesinleşmiş mahkeme kararı doğrultusunda Hatay Milletvekili Atalay’ın milletvekilliğinin düştüğü beyan edilmiştir. Sonrasında yuhalamalar, Başkanlık kürsüsü önünde toplanmalar ve Başkanlık Divanı’na anayasa kitapçığı atılmasının ardından birleşime ara verilmiştir…
1982 Anayasası’nın milletvekilliğinin düşmesi başlığını taşıyan 84’üncü maddesinde milletvekilliğinin kesin hüküm giyme veya kısıtlanma halinde düşmesinin, bu husustaki kesin mahkeme kararının Genel Kurul’a bildirilmesiyle olacağı düzenlenmektedir. Nitekim Atalay’ın milletvekilliği de bu düzenlemeye dayanılarak düşürülmüştür. Üstelik 85’inci maddede milletvekilliğinin düşmesine Genel Kurul tarafından karar verilmiş olması halinde düşme kararına karşı Anayasa Mahkemesi’ne başvuru imkânı tanınmasına rağmen kesinleşmiş mahkeme kararının Genel Kurul’a bildirilmesi suretiyle gerçekleşen milletvekilliğinin düşmesi bakımından Anayasa Mahkemesi’ne itiraz imkânı da tanınmamıştır. Gerçekten de diğer düşme sebepleri olarak düzenlenen, istifanın geçerli olduğunun kararlaştırılması, milletvekilliğiyle bağdaşmayan bir görev veya hizmeti sürdürmekte ısrar etme sebebiyle milletvekilliğinin düşürülmesi yahut devamsızlık sebebiyle milletvekilliğinin düşürülmesi kararlarına karşı Meclis Genel Kurulu kararının alındığı tarihten başlayarak yedi gün içerisinde ilgili milletvekili veya bir diğer milletvekili tarafından kararın, Anayasa’ya, kanuna veya İçtüzüğe aykırılığı iddiasıyla iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvurabilmesi mümkünken kesinleşmiş mahkeme kararının Genel Kurul’a bildirilmesi suretiyle gerçekleşen milletvekilliğinin düşmesi durumunda böyle bir itiraz Anayasa uyarınca mümkün değildir.
Haliyle, Atalay’ın milletvekilliğinin düşmesi kararına karşı ortada, “olağan koşullar altında” başvurulacak bir mekanizma bulunmamaktadır. Ancak Atalay’ın milletvekilliğinin kısa süre içerisinde düşeceğinin AK Parti Meclis Grup Başkanvekili Sayın Leyla Şahin Usta tarafından açıklanmasının hemen akabinde Sayın Bozdağ tarafından Yargıtay kararının okunacağının hızlı bir şekilde Danışma Kurulu’na bildirilmesi ve hemen sonrasında da Genel Kurul başladıktan sonra kararın okunması, Sayın Tolga Şirin’in belirttiği üzere TBMM Başkanvekili Bekir Bozdağ’ın, Anayasa’nın ve TBMM İçtüzüğü’nün öngördüğü “Meclis başkanının tarafsızlığı” ilkesine uygun hareket etmediği şeklinde yorumlanabilir. Yine Şirin’in işaret ettiği üzere, Anayasa Mahkemesi kararının gereğinin yapılmaması söz konusu olduğundan ortada kesinleşmemiş bir karar olduğu ve düşme kararının Anayasa’ya aykırı olduğu da söylenebilir. Bu çerçevede yazar, içtüzüğe aykırı bir şekilde gerçekleştirilen bir birleşim söz konusu olduğundan eylemli içtüzük değişikliği iddiasıyla Anayasa Mahkemesi’nde iptal davası açılmasının mümkün olduğunu, usulsüz bir düşme meydana geldiği için yukarıda değinilen 1982 Anayasası 85’inci maddede belirtilen yola başvurulmak suretiyle Anayasa Mahkemesi tarafından yokluk kararı verilebileceğini, Anayasa Mahkemesi’ne yahut Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) bireysel başvuru yapılabileceğini belirtmektedir. Anayasa Mahkemesi veya AİHM’e bireysel başvuru yapılması halinde ihlal kararı çıkması kesin gibidir. Ancak hâlihazırdaki ihlal kararlarını uygulamayan derece mahkemelerinin ve TBMM’nin yeni çıkacak bir kararı da uygulaması şüphelidir. Eylemli içtüzük değişikliği iddiasıyla Anayasa Mahkemesi’nde iptal davası açılması veya usulsüz bir düşme meydana geldiği için yukarıda ifade edilen 85’inci maddede belirtilen yola başvurulması durumunda ise Anayasa Mahkemesi’nin ne yönde karar vereceğini öngörmek aynı ölçüde mümkün değildir.
Üzülerek belirtmem gerekir ki “bir hukuk devletinde” gerçekleşen, buraya kadar okuduğunuz şeyleri yazmak benim için çok zor oldu… Yargıtay 3. Ceza Dairesi, “üzerinde hâlihazırda birçok gedik açılmış”, Anayasamızın değiştirilemez ilkelerinden birisi olan hukuk devleti ilkesinin köküne kibrit suyu dökmüştür. Bu duruma karşı çıkması gereken siyasi irade maalesef “Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin safında yer almış” ve TBMM Genel Kurulu da Atalay’ın milletvekilliğini düşürmek suretiyle Anayasamızı bir kez daha göz göre göre çiğnemiştir. Taraf olduğumuz uluslararası anlaşmaların ve Anayasamızın gereği olmasına rağmen AİHM kararlarını uygulamama yolundaki pratiğimize, Anayasamızı açıkça çiğneyerek kendi Anayasa Mahkememizin kararlarını uygulamama pratiğini de böylelikle eklemiş olduk…
__
Kaynakça
- Abdurrahman Eren, Anayasa Hukuku Dersleri: Genel Esaslar-Türk Anayasa Hukuku, 5. Baskı, Ankara, Seçkin, 2023.
- Kemal Gözler, Türk Anayasa Hukuku, 4. Baskı, Bursa, Ekin Yayınevi, 2021.
- Tolga Şirin, “Can Atalay Kararındaki Bitmeyen Sorunlar ve “Hürriyete, Adâlete Ve Fazilete Âşık Evlâtların Uyanık Bekçiliği”, T24, 1 Şubat 2024, (Çevrimiçi) https://t24.com.tr/yazarlar/tolga-sirin/can-atalay-kararindaki-bitmeyen-sorunlar-ve-hurriyete-adalete-ve-fazilete-asik-evlatlarin-uyanik-bekciligi,43341, Erişim Tarihi: 1 Şubat 2024.
- Volkan Aslan, “Anayasa Krizinin Tomografisi”, Perspektif, 11 Kasım 2023, (Çevrimiçi) https://www.perspektif.online/anayasa-krizinin-tomografisi/, Erişim Tarihi: 30 Ocak 2024.