Anlamın İkametgâhı
Anlamın genelde sandığımız gibi sabit bir ikametgâhı yoktur. Anlam bir yolcudur. Anlam arayışı, anlamın keşfi, anlam inşası bizatihi bir yolculuktur. Metinle ilişki kuranların kendilikleri anlamın oluşmasından mutlak bağımsız değildir. Yani anlam, bir define kuyusunun dibinde, kilitli bir kasada, buzdolabında vakumlanmış bir pakette yorumcusunu beklemez.
Geçen hafta Perspektif’te yazdığım “Anlamın Kaderi” başlıklı yazıda anlamın mekânından söz etmiştim. Hatta şöyle bir soru sormuştum: Bir metnin anlamı nerede ikamet eder? Bu yazıda biraz bu konunun üzerinde durmak istiyorum. Çünkü anlamın da, yorumun da bir tarihi vardır. Bu tarih içinde metnin anlamının ikametgâh senedinin nereden alınacağı değişmiş olabilir. Hatta aynı dönemde farklı ikametgâh senedi otoriteleri pekâlâ bir arada yaşayabilir.
Bundan yıllar önce Galatasaray Lisesi’nde talebeyken lise sonlara doğru bizim sınıfa ilginç bir Fransızca hocası gelmişti. Öncelikle onun dersinin sabit bir müfredatı, bir okuma kitabı yoktu. Hoca derse geliyor, her birimize tek sayfalık bir fotokopi dağıtıyor ve sonra dersler boyunca bu malzemeyi tartışıyorduk. Bu fotokopilerden birinde, yanılmıyorsam eğer Fiji adlı bir parfümün reklamı vardı. Parfüm şişesi egzotik bir ada olarak resmedilmişti. Tıpkı taşıdığı adın ima etmiş olabileceği gibi. Diğer Türkçe ve Fransızca edebiyat derslerinde olduğu gibi bir yazarı yapıtlarıyla bir bütün içinde ele almıyorduk. Yazarın biyografisini, yapıtlarının listesini kale almıyorduk. Bu hocanın “hayatı-sanatı-eserleri” ekolünden olmadığı belliydi. Bazen bir parfüm reklamını, bazen bir fotoğrafı, bazen bir panoyu, bazen bir yapıt içindeki kısacık bir paragrafı konu edinip saatlerce tartışıyorduk. Odak noktası, malzeme, metin, fotoğraf, resim sanki uzayda salınıyor gibiydi. Yazarından, yaratıcısından; üretildiği tarihsel, toplumsal koşullardan hiç söz etmiyorduk. Metin ve biz baş başaydık. Anlamı ürünün içinde arıyorduk. Üstelik ürün tarihten, toplumdan, yazardan neredeyse tamamıyla soyutlanmıştı. Ben daha sonra üniversite yıllarında yapısalcılıkla tanışınca lisedeki Fransızca hocamızın ne yapmaya çalıştığını daha iyi idrak ettim. Kendisi büyük ihtimalle yapısalcı, göstergebilimci bir gelenekten geliyordu. Ve anlama bakışı, onu arayışı, bu arayıştaki yöntemi bu geleneğe oldukça uygun gözüküyordu.
Kuram mı Tarih mi?
Oysa biz diğer derslerde genellikle daha önce belirttiğim “hayatı-sanatı-eserleri” geleneğine uygun bir şekilde ders yapmıştık. Belli bir ekolü, belli bir dönemi, belli bir yazarı bütünlüğü içinde ele almaya çalışıyorduk. Yazarın biyografisinden, edebi kariyerinden, diğer eserlerinden, eğer varsa aynı ekolden veya aynı dönemden diğer yazarlardan haberdar olmak çok önemliydi. Dolayısıyla hiçbir yazar, hiçbir metin tek başına değildi. Edebiyat kuramı değil, edebiyat tarihi önemliydi. Üstelik o da oldukça filolojik bir biçimde algılanıyordu. Bu gelenek metnin bizatihi kendisine bizim Fransızca dersinde Fiji parfümüne odaklandığımız gibi asla odaklanmıyordu. Oysa yapısalcı/göstergebilimci bakışta bazen metnin sentaksı, hatta noktalama işaretleri, metnin üretildiği tarihsel koşullardan, yazarın çocukluğunda çok daha önemli olabiliyordu. Bu iki gelenek arasında aynı zamanda bir kuram/tarih karşıtlığı da vardı. Filoloji, kuramdan bağımsız saf bir edebiyat tarihi varsayıyordu sanki ve onu verili olarak kabul ediyordu. Kendi nazarının farkında bile değildi. Oysa diğeri malzemeye yönelik kuramsız bir nazarın mümkün olmadığını peşinen kabul ediyor ve kendi nazarını da sürecin içine dâhil edebiliyordu. Bu arada “kuramsız nazar” biraz tuhaf oldu! Nazar zaten teori demek çünkü.
İleriki yıllarda konuya vakıf oldukça zaman zaman kendime şöyle sorular sordum hep: Eğer sözünü ettiğim Fransızca hocası Marksist edebiyat kuramı geleneğinden gelmiş olsaydı nasıl ders yapardı? Edebiyata, sanata çok meraklı, hatta uzman bir psikiyatr/psikolog/psikanalist olsaydı, bu, dersi yapış tarzını nasıl etkilerdi? Eğer hoca bir Marksist olsaydı büyük ihtimalle sınıfsal olan, gramatikal (dilbilgisel) olandan çok daha önemli olurdu. Dolayısıyla hem metnin içindeki karakterlerin sınıfsal profilleri hem de bizatihi yazarın kendisinin sınıfsal tipolojisi metnin anlamının ikametgâh senedinde çok önemli bir yer tutardı. Hatta bu hocanın dersinde “toplumsal tip” kavramı “karakter” kavramından daha kullanışlı hale gelebilirdi. Çünkü karakterlerin davranışları “son kertede” sınıfsal “kaderleriyle” de sınırlanmıştı. Ancak son kerteden önceki kerteler çözümleme sürecinde çok daha az vurgulanıyor olabilirdi. Son kerteden önce epey bir kertenin olduğu da aşikârdı. Ama bu yaklaşımda esas olan hep son kerteydi. Daha önceki kerteler hep biraz taliydi.
Peki ya sözünü ettiğimiz hocamız, örneğin psikanalist olsaydı. Bu durumda metindeki karakterlerin ve elbette yazarın çocukluğu, metnin üretildiği tarihsel, toplumsal, ekonomik koşullardan çok daha önemli hale gelmez miydi? Karakterin kaderinde sınıfsal olanın aleyhine; bilinçdışı, çocukluk, cinsellik gibi boyutlar öne çıkmaz mıydı? Psikanalitik okuma sayesinde metnin yazarı gözümüzün önünde bir divana uzanmış gibi olmaz mıydı? Metnin tahlili yazarın geçmişinin bir analizi haline gelmez miydi? Ne de olsa kurucu babanın söylediği gibi herkes biraz nevrotik değil miydi? Özellikle de yazarlar, sanatçılar, yaratıcılar… Hatta yaratıcılık, yaratma ihtiyacı duyan açısından bir fazlalık değil, tam aksine bir eksiklik hissiyatının türevi değil miydi? Yoksa edebi yaratıcılık insanın zayıflıklarıyla baş edebilme, hatta onları yönetebilme, onlardan bir kariyer çıkarabilme becerisi miydi? Ne de olsa herkes bir Franz Kafka, Virginia Woolf, Samuel Beckett olamazdı. Ama bu isimler ve pek çok diğerleri fazla mıydılar, yoksa biraz eksik miydiler?
Okur ve Anlam İlişkisi
Bütün bu hikâyenin kıssadan hissesi ise şu olabilir belki: Anlamın genelde sandığımız gibi sabit bir ikametgâhı yoktur. Anlam bir yolcudur. Anlam arayışı, anlamın keşfi, anlam inşası bizatihi bir yolculuktur. Metinle ilişki kuranların kendilikleri anlamın oluşmasından mutlak bağımsız değildir. Yani anlam, bir define kuyusunun dibinde, kilitli bir kasada, buzdolabında vakumlanmış bir pakette yorumcusunu beklemez. Anlamın anahtarı, bazen metnin içinde, cümlenin yapısında, bir nokta ya da virgülde; bazen üretildiği tarihsel koşullarda, karakterin maaş bordrosunda, ani olarak yükselmiş veya düşmüş döviz kurunda; bazen yaratıcısının çocukluğunda alınmamış bir bisiklette, ergenliğinde reddedilmiş bir ilanı aşkta, gerçekleşmemiş orgazmlarda gizlidir. Ama eninde sonunda bütün bunların anlamın inşasında oynadıkları rolün yüzdesel dağılımını belirleyecek olan da okurun bizatihi kendisidir. Okuma, en azından modern zamanlarda tek başına gerçekleşen bir edimdir. Ama aslında hiçbir özne okumak istediği metinle asla tam anlamıyla yalnız kalamaz. Okurun geçmişi, içinden geldiği gelenek, eğitimi, sınıfsal konumu, cinsiyeti, ideolojisi, çocukluğu hep oradadır; metinle ve kendisiyle beraberdir.
Aslında son 50 yıldır Alımlama Estetiği, Umberto Eco’nun Açık Yapıt kavramsallaştırması gibi yaklaşımlar hep anlamın oluşmasında okurun rolüne dikkati çekerler. Yani anlam algoritmaları artık bu yeni boyutu da hesaba katmak durumundadırlar. İki haftalık bu uzun nazari girizgâhtan sonra umarım önümüzdeki haftadan itibaren anlam kavramı üzerine maceramızda sadede gelerek konuyu Türkiye’ye ve Tanpınar’a getirebilirim. Bir Tanpınar okuru zaten ikisinin aynı şey olduğu söylüyor!