Anlamın Kaderi
Bir toplum, bir siyaset, bir devlet gerçekten de birtakım edebiyat yapıtlarının anlamlarının üzerine çökebilir. Onlar üzerinde bir hegemonya, iktidar, mülkiyet inşa edebilir. Metinlerin anlam ufukları, içinden çıktıkları toplumların kolektif anlam ufuklarıyla sınırlıdır çoğu zaman. Toplumlar değiştikçe o toplumda üretilmiş metinlerin anlamları da değişebilir zamanla.
Bir metin nasıl örülür? Burada “örmek” fiilini kullanmış olmam kesinlikle bir tesadüf değil. Çünkü text (metin) ile textile (tekstil, örülmüş olan) aynı kökten geliyor. Yani roman da tıpkı kazak gibi örülmüş olan bir şey. Elbette malzemeleri farklı. Biri kelimelerden diğeri pamuk ya da yünden meydana geliyor. Bu benzetmeler belki de birçoğunuzu rahatsız etmiştir bile. Şiir ve romanı, kazak ve çorapla karşılaştırmış olmak kimilerine tuhaf gelmiş olabilir. Çünkü bunları asla aynı seviyenin ürünleri, kelimeleri olarak algılamaz zihinlerimiz. O halde aradaki temel fark nedir? Bir şiiri, bir romanı, bir hikâyeyi; bir kazaktan, bir çoraptan kategorik olarak daha anlamlı kılan nedir? Aslında sorunun içinde cevabı da verdim. Anlam. Anlamlı olmak şiire, roman, hikâyeye atfettiğimiz bir şeydir, kazağa, çoraba değil. Ya da en azından şöyle diyebiliriz: Edebi metinler, tekstil ürünlerinden daha anlamlıdırlar, daha fazla anlam içerirler.
Peki bu anlamı nasıl keşfederiz? Anlamın mekânı neresidir? Anlam nerede ikamet eder? Bir metnin anlamı kendi içinde mi saklıdır? Bu anlamın keşfi bulmaca çözmek gibi bir şey midir? Ya da arkeolojik bir kazı mı gerektir anlama erişme yolculuğu? Define avcılığı yapar gibi davranmak daha mı kolay olur? Bu tecrübede elimizde ne tür haritalar olması gerekir? Bütün bu sorular aslında anlamın metnin içinde ikamet ettiğini ön varsayar. Her soru bu anlama ulaşmak için farklı perspektiflerden yola çıkmayı içerir. Peki ya anlam metnin içinde değilse? Ya da oraya biri tarafından konduysa?
Anlam Coğrafyasının Kadastrosu
İşte bu noktada yazar devreye girer. Sorular dönüşmeye başlar. Metin ile yazarı arasında nasıl bir ilişki vardır? Metnin anlamı basitçe yazarı tarafından kodlanmış bir şifre midir? Yazarın metni ören kişi olduğu aşikârdır. Ancak yazarın öreninsan olması, onu metnin anlamının şifrecisi yapar mı doğrudan? Bir edebi metnin fikri mülkiyeti yazarına aittir. Ancak bu, yazarın ürettiği metinlerin anlam tekeline sahip olmasını meşru kılar mı? Metnin fikri, maddi tapusu yazarındadır. Hatta bu tapunun ömrü yazarın ölümünden sonra 70 yıldır bildiğiniz gibi. Ondan sonra metin anonimleşir. Artık metin kimseye ait değildir. Ya da herkese aittir. Peki bütün bunlar metnin anlamının tapusu için de geçerli midir? Anlam coğrafyasının kadastrosunu yapma iktidarı kime, kimlere aittir? Arazilerin, arsaların kadastrosu devlete aittir. Öyleyse anlamın devleti kimdir? Anlamın devleti, eğer varsa, üniter midir, federatif midir, konfederatif midir? Yoksa anlam anarşist midir?
Örneğin Türkiye’nin ünlü bir romancısının yeni romanı çıktıktan sonra kitabı hakkında yapılan röportajda kendisine ilk sorulan soru genellikle şudur: Bu romanınızda neyi anlatmak istediniz? Yazar da genellikle romanında neyi anlatmak istediği bir güzel anlatır. Bu tür durumlarda benim aklıma ise şu soru gelir: Bu öreninsan metnin yazarı mıdır, yoksa anlatıcısı mı? Gazetecinin sorduğu, yazarın da anlattığı aslında bir bakıma metnin anlamıdır. Bir ülkede bu tür soruların sorulabilmesi ve birçok yazarın buna ciddi ciddi cevap vermesi, aslında metnin anlamının yazarı tarafından kodlanmış bir şey olduğunun çok geniş bir kabule mahzar olduğu anlamına gelir. Aslında bir önceki cümlede sondan bir önceki kelimenin anlam olmaması daha anlamlı olabilirdi!
Peki bir ülkede edebi metinlerin anlamlarının onları öreninsanlar tarafından şifrelenmiş olduğu hakkında çok yaygın bir kanaat varsa, o ülkede örneğin edebiyat eleştirisi, edebiyat kuramı gibi disiplinlere ihtiyaç olur mu? Edebi metinlerin anlamlarını deşifre edebilmek için başvurulabilecek tek otorite auteur ise o ülkede edebiyat eleştirmenleri ya da edebiyat kuramcıları nasıl geçinebilir? Mesela Türkiye’de unvanı edebiyat eleştirmeni olan biri, bir romanın anlamını yazarıyla tartışmaya girişebilir mi? Şahsı derhâl tımarhaneye kapatabilirler! Çünkü “bu topraklarda” metnin anlamı yazara, yazardan sorulur. Dolayısıyla bir ülkede edebiyat eleştirisi ve edebiyat kuramının mevcut olabilmesi için asgari koşullardan biri de metnin anlam(lar)ı ile yazarın niyet(ler)i arasında birebir bir örtüşme olmayabileceğini baştan kabul etmiş olmaktır. Bu da açıkta şu anlama gelir: Yazar ürettiği metnin anlamını tek başına belirleyemez.
Ulusal Alegori
Bu konuda ele alınması gerekebilecek bir başka boyut, metin ile içinden çıktığı toplum arasındaki olası ilişkilerdir. Metnin anlamı için coğrafya kader midir? Tarih kader midir? Toplum kader midir? Ya da anlamın kaderinde bunlardan hangisi daha etkilidir? Daha basit bir şekilde sormak gerekirse, anlamın oluşmasında bu etkenlerin rolü var mıdır? Varsa bu nasıl tanımlanabilir? Örneğin Jameson, “ulusal alegori”den söz ederken yoksa haklı mıdır? Bilindiği gibi Jameson ulusal alegoriden bahsederken, kendi deyimiyle, üçüncü dünya ülkelerinin edebiyatlarının zorunlu olarak alegorik olduğunu ileri sürmektedir. Biz bugün buna Batı-dışı toplumlar da diyebiliriz. Bu toplumlarda edebiyat ürünleri dönüp dolaşıp benzer hikâyeleri anlatırlar. Bir bakıma metnin anlamının kaderi, içinden çıktığı toplum tarafından belirlenmiştir neredeyse. Yazarın inisiyatifi, yaratıcılığı ikincilleşir bu pencereden. Bunu kabul etmek hiç de kolay değildir çünkü toplumsal olanın kurguyu, yaratıcılığı, hayal gücünü, edebi zanaatı bile yönetebildiği gerçeğiyle yüzleşmeniz gerekir.
Örneğin Recaizade Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası ile Ahmet Mithat Efendi’nin Felatun Beyle Rakım Efendi yapıtlarından beri bu ülkede romanın ulusal alegorisinin Batılılaşma, modernleşme meselesi olduğu söylersem çok mu indirgemeci olurum? Peki ya Türkiye’de roman deyince ilk akla gelebilecek üç ismin, örneğin Ahmet Hamdi Tanpınar, Oğuz Atay, Orhan Pamuk’un yapıtlarının bu çerçevenin dışında olmadığını iddia edersem? Bu çerçeveyi ilk zorlayan romanın ise Yusuf Atılgan’ın 1959 tarihli Aylak Adam’ı olduğunu ifade edersem başıma ne gelir? Açıkçası ben de yukarıdaki önermelerimin fazla zorlayıcı olabileceğini peşinen kabul ederim. Ancak yine de en azından tartışılabilir olduğunu düşünmüyor değilim. Bütün bunları ifade ederken aslında meramım da şu: Bir toplum, bir siyaset, bir devlet gerçekten de birtakım edebiyat yapıtlarının anlamlarının üzerine çökebilir. Onlar üzerinde bir hegemonya, iktidar, mülkiyet inşa edebilir. Metinlerin anlam ufukları, içinden çıktıkları toplumların kolektif anlam ufuklarıyla sınırlıdır çoğu zaman. Gadamer’e selam olsun! Ve toplumlar değiştikçe o toplumda üretilmiş metinlerin anlamları da değişebilir zamanla. Bu sadece çağdaş metinler için geçerli değildir üstelik, geçmiş metinleri de kapsar geçerliliği.
Henüz metnin anlamının oluşmasında okurların olası rolüne değinmedim bile. Çünkü bu boyutu önümüzdeki haftalarda yazacağım yazılarda ele almak istiyorum. Ama başlangıç olarak şunu söylemek gerekir elbette: Toplumların kendi içlerinden çıkan metinlerin anlamları üzerinde bir tür vesayete sahip olmalarından söz etmek, aynı zamanda okurun anlamın oluşmasında oldukça aktif bir rol üstlenebileceğinden bahsetmek anlamına da gelir.
Evet gördüğünüz gibi, anlamın kaderinden, anlamın mekânından, anlamın coğrafyasından, anlamın tapusundan, anlamın kadastrosundan, anlamın mülkiyetinden, anlamın siyasetinden, anlamın devletinden söz etmek hiç de o kadar anlamsız değil. Peki ben bütün bunlara neden değindim? Dediğim gibi izniniz olursa önümüzdeki haftadan itibaren bu konuyu ele almayı sürdürmeyi düşünüyorum. Hatta Perspektif’te Tanpınar’a ve metinlerine bu perspektiften yaklaşmaya çalışan yazılar yazmayı planlıyorum. Bu yazıyı da onlar için bir girizgâh olarak kabul edin lütfen. Diğer yazılar geldikçe bu metnin de daha anlamlı hale geleceğine eminim. Farkındaysanız yazılar deyip duruyorum çünkü konunun bir yazıya sığabileceğini hiç sanmıyorum.