Aşırı Sağ, Laikliği Müslümanlıkla Mücadelede Bir Denklem Olarak Kuruyor
Fransa’da polisin şiddetinde ırkçı bir boyut var. Ama polis şiddetine maruz kalan gençlerin büyük çoğunluğu Fransa doğumlu ve Fransız vatandaşlar. Ancak toplumun önemli bir kesimi ve bir kısım polis tarafından yabancı olarak algılanıyorlar… Siyasal şiddet kullanımının en büyük sorunu, şiddetin önce bir araç olarak başlayıp, bir müddet sonra başlı başına amaç haline dönüşmesidir. Şiddet siyasal eyleme egemen olur. Bu da, şiddete, şiddet politikalarına teslim olmak anlamına gelir.
Mülakat: Naman Bakaç
Avrupa’da göçmen ve mülteci nüfusun yoğun olduğu ülkelerden biri olan Fransa’da Cezayirli Nahel M.’nin Haziran 2023’te polis tarafından öldürülmesiyle başlayan kitlesel protestolar, 1982’de Lyon’da başlayan ve 2005’te de öfke, isyan ve şiddete dönüşen kitlesel gösterileri sadece Fransa’nın değil dünyanın da gündemine tekrar oturttu. Sömürgeci geçmişi, jakoben ve merkeziyetçi laiklik uygulamaları ile tartışmaların odağında olan ülke, banliyölerde yaşayan Mağripli, Siyahi, Arap, Afrikalı ve Müslüman kimlikli vatandaşlara yönelik dışlayıcı, ayrımcı, baskıcı ve asimilasyoncu uygulamalarıyla da eleştiri oklarının hedefinde.
Son gelişmeler ışığında, Fransız hükümetinin bu yapısal ve aktüel sorunlara yönelik tutumunu, banliyölerdeki yaşamı, polis şiddetini ve bu şiddet sorununa yönelik çözüm önerileri ile Fransız aydınlarının bakışını, uzun yıllar Fransa’da yaşayan, Paris 1 Panthéon-Sorbonne ve Galatasaray Üniversiteleri eski öğretim üyesi Prof. Dr. Ahmet İnsel ile konuştuk.
FRANSIZ TOPLUMUNDA BİR PROTESTO GELENEĞİ VAR
1990 yılında çıkan Türkiye Toplumunun Bunalımı kitabınızdan mülhem bir soruyla başlamak gerekirse şayet; “Fransız toplumunun bunalımı”ndan dem vurulabilir mi acaba? Eğer dem vurulacaksa, Fransız toplumunun bunalımına dair semptomlardan bugüne değin sunulmuş ister sivil (toplumun) isterse de resmî (merkezi hükümetin) çözüm yaklaşımlarına kadar bize nasıl bir fotoğraf çıkarabilirsiniz?
Fransız toplumu protesto toplumudur. Örneğin orta veya yüksek eğitimde reformlara karşı çok büyük gösteriler oldu geçmişte. Bunlar 1968 Mayıs’ındaki büyük protesto gösterilerinden beri dönem dönem gerçekleşiyor. Bunlardan bağımsız olarak 1982’de Lyon’un banliyölerinde, 2005’te geçtiğimiz haftalarda yaşanan protesto gösterilerine benzer, içinde önemli ölçüde şiddet de barındıran gösteriler oldu. Fransız toplumunda bir protesto geleneği olduğunu söyleyebiliriz. Bu bugüne özgü bir şey değil.
Bu protestolarda şiddetin bu şekilde ortaya çıkması son on beş yıla özgü. Burada iki olgudan söz etmek isterim. Birincisi Türkiye’de varoş olarak daha çok kullandığımız tabir, Fransa’da banliyö denen, daha çok büyük kentlerin çeperindeki yoksul mahalleler için kullanılır. Varoş veya yoksul banliyöler dediğimiz bu mahallelerde yaşayan gençlerin, özellikle kendi toplumsal konumları ve polisle olan ilişkilerini öne çıkaran, polisin onları daha fazla olağan şüpheli olarak görmesi, daha fazla kimlik kontrolü yapması, taciz etmesi, gözaltına alması, daha sert davranması ve diğer Fransız vatandaşlarına nazaran daha ağır cezalar almalarına karşı oluşan eylemlerinin ilki 1982’de olmuştu. Fakat bu eylemler büyük bir yağmaya dönüşen şiddet eylemleri değildi. Şiddet daha çok araba yakma olarak vardı. Daha sonra 2005’te benzer eylemler olduğunda yine varoşlarda daha büyük ve iki hafta süren şiddet eylemleri oldu. Fakat Nahel’in öldürülmesiyle başlayan bu son protestolarda değişen, şiddetin, polisle olan çatışmanın ötesinde, kendi yaşam alanları ile kullandıkları kurumların, kendi ailelerinin, kendi arkadaşlarının veya kendi çocukluklarının bir kısmının geçtiği mekânları da yakıp yıkmaktan geri kalmamış olması ve bu gösterilerin birçok küçük kentte de gerçekleşmesidir.
BANLİYO PROTESTOLARINA KATILANLARIN YAŞ ORTALAMASI GEÇMİŞE KIYASLA DAHA DÜŞÜK
Bu eylemlere katılanların yaş ortalamasının geçmişe kıyasla daha düşük olması dikkat çekici bir diğer olgu. Polis verilerine göre gözaltına alınanların ortalama yaşı 17. Demek ki 17 yaş altında epey çocuk eylemlere katılmış. Sonuç olarak, bu protesto eylemleri yeni değil. Fransa’da insanlar kolaylıkla sokağa iner ama bu sefer bunun çok daha şiddetli gerçekleşmesi ve yağmaya dönüşmesi düşündürücü oldu.
İlk iki-üç gün şiddet eylemleri, ağırlıklı olarak 17 yaşındaki gencin polis tarafından öldürülmesine ilişkin tepkiyi içeriyordu. Üçüncü günden sonra öldürülen gencin adı daha az telaffuz edilir oldu ve kısmen yağmanın amaç haline geldiği eylemlere dönüştü. Öfkenin amacın dışına taşıp, şiddet ve yağmaya mı dönüştüğü yoksa yağma amacının mı önde geldiği soruları gündeme geldi. Bu gelişmenin önümüzdeki dönemde protesto eylemlerini daha da zorlaştıracağı ifade edildi.
Geçtiğimiz 2,5 yıl zarfında Fransa’da sokak gösterilerinde şiddet kullanmayı amaçlayan küçük bir grup olan ve Black Bloc yani Kara Blok adı verilen, kim olduklarını tam bilemediğimiz, örgütlü olup olmadıkları da meçhul bir grup belirdi. Sendikaların gerçekleştirdiği 1 Mayıs gösterileri sırasında göstericilerin önünde yer alarak sadece amaçları polisle çatışmak ve etrafı tedhiş etmek olan küçük bir gruptan bahsediyoruz. 1.000-1.500 kişilik bir grup ama gösterileri yoldan çıkarmaya, meşruiyetlerini zedelemeye başladılar. Banliyölerdeki son protestolarda kullanılan şiddet de böyleydi ve bu önümüzdeki dönemde protestolara katılımı azaltma riski taşıyor. Çünkü birçok kişi bu tür şiddet eylemine karışmak istemedikleri için sokağa inmekten cayabilir. Bu şiddet için şiddet eylemlerini örgütlü provokasyon olarak değerlendirenler de var ama komplo teorilerine hemen kapılmamak gerekir.
Bu protestolarda bugüne kadar 4.000 kişi gözaltına alındı, 400’e yakın kişi tutuklandı ve mahkemeye sevkedildi. Bunların yaş ortalaması 17 yaş ama mahkemeye sevk edilenlerin arasında 17 yaş ve altında olanların oranı az. 25-30 yaşlarında olan, yağmalama sonrası veya polisle çatışma sırasında yakalanan veyahut orada olduğu için polisin herhangi bir neden göstermeden gözaltına aldığı insanlar da var. 12, 13 ve 14 yaşlarındaki çocukların protestolara geçmişe kıyasla daha fazla katıldıklarını ve kendi aralarında çok iyi örgütlendiklerini gördük. Özellikle de havai fişekleri yetenekli bir şekilde korkutma, ürkütme amaçlı silah olarak polislere karşı kullanan çocuk ve gençler bu protestolarda yer aldı.
BANLİYÖ PROTESTOLARINDA YER ALANLAR İÇİN ÜÇ PROFİLDEN BAHSEDİLEBİLİR
Fransa’da 2005’teki protestolar ve ardından Sarı Yelekliler hareketi, Ahmet Kaya Kültür Merkezi yakınlarında üç Kürdün öldürülmesi sonrası yapılan protestolar, Emeklilik Reformu gösterileri ve en son Haziran 2023’te Nahel’in katledilmesiyle başlayan kitlesel beş farklı protestoda yer alan göstericilerin profillerinde ne tür benzerlik ve farklılık arz eden yönler gördünüz? Sınıfsal karakterli mi, milli(yetçi) veya faşist karakterli mi, dini mi, sol mu, “Kesin İnançlılar” mı ya da tüm bunların hepsini içeren daha eklektik bir karaktere mi sahipler? Protestocuların taleplerindeki benzerlikler ve farklılıklar neler? Eric Hoffer’in Kitle Hareketlerinin Anatomisi kitabından mülhem soracak olursak, bu kitle hareketlerinin anatomisine, sosyolojisine, sosyal psikolojisine ve siyasi hamlelerine dair neler söylersiniz?
Kitle Hareketlerinin Anatomisi mevzuunda yukarıda belirttiğim hususlar dışında şunları ilave edebilirim. Bu protestolarda yer alanlar için aşağı yukarı üç profilden bahsedilebilir. Birincisi gerçekten gündelik hayatta polis taciziyle rahatsız olan, huzursuz olan, kendilerinin sürekli ayrımcılığa maruz kaldığını hisseden bu genç kesimin “artık yeter” protestosu denilebilir. İkincisi, bunun bir tür ayrımcılık ve ırkçılık olduğunu düşünen ve kendilerini aynı zamanda yoksulluk ve yoksunluğa mahkûm etmiş bir ortamda olmaktan duydukları tepkiyi dile getiren bir başka genç profil. Unutmamak lazım ki bu banliyölerde Fransa’daki ortalama yoksulluktan çok daha büyük ve derin bir yoksulluk var, işsizlik var, dışlanmışlık var. Bunları sonra ele alabiliriz. Tüm bunları içeren bir tepki sözkonusu bu ikinci profildeki gençlerde. Üçüncüsü de tutuklananlar arasında görüldü, esas olarak yağma amacıyla harekete geçenler var. Bunu da göz ardı etmemek lazım.
FRANSA’DA BAZI KİTLESEL PROTESTOLAR KURUCU VASFA DÖNÜŞTÜ
Prof. Dr. Hamit Bozarslan, bir süre önce Independent Türkçe’de yayınlanan röportajında: “Konjonktürel başkaldırı yapısal sorunların vahametini göstermekte ama bu soruların çözümüne yol açmadan tükenmekte” demişti. Fransa’daki yapısal sorunları sıralayacak olursanız nelerden bahsedebilirsiniz? Bu yapısal sorunlara dair kitlesel protestoların sonuç alıcı tarafı oldu mu olmadı mı? Bozarslan’ın söylediği gibi protestolar sönümlenmekte midir yoksa kurucu veya değiştirici bir karaktere mi yol açmaktadır?
Bazı kitlesel protestoların kurucu vasfa dönüştüğünü söyleyebiliriz. Yani hiçbiri böyle değil denilemez. Örneğin 1968 Mayıs protestolarının Fransız toplumunu kökten değiştiren değişimlerin kaynağı olduğunu biliyoruz. Veyahut Sarı Yelekliler hareketinin, Fransa’da hükümetin reformlarına karşı geri adım atmasına yol açtığını biliyoruz. Buna karşılık, emekliliğe hak kazanma yaşının iki yıl uzatılmasına karşı verilen mücadele başarılı olmadı. Siyasi partilerin ve sendikaların örgütlediği hareketler oldukları zaman bunlar bazen başarılı olabiliyorlar, dönüştürücü de olabiliyorlar. Bazen de başarılı olamıyorlar. Çünkü toplumsal hareketler her sokağa indiğinde başarılı olurlar diye bir kural yok. Dolayısıyla toplumsal hareketlerin kurucu veyahut değiştirici olduğu örnekleri ele aldığımızda, bunların siyasi örgütlerle ve sendikalarla beraber hareket ettiği zaman bazen başarılı olduklarını görüyoruz. Ama bu banliyölerdeki hareketler, özellikle 2005 ve en son Haziran 2023’teki kitlesel hareketler, hiçbir siyasi örgütle bağlantısı olmayan, hiçbir kurum, sendika veya dernekle bağlantısı olmayan protestolardı.
Dolayısıyla bu protestoların, öfke ve şiddet boşalmasıyla sorunların ortaya dökülmesine yol açtığı ya da dikkati bu sorunlara çektiği oluyor ama bunların taşıyıcısı olacak olan örgütler devreye giremediği zaman sönümleniyorlar. Sonuçta bunu konuştuğumuzda aynı zamanda siyaseti ve sorunlarını da konuşmuş oluyoruz. Bir siyasal kanala, bir siyasal enerjiye dönüşmediğinde, birkaç sene sonra yeniden patlamak üzere sönümleniyorlar ama ocağın üzerindeki ateşin yavaş yavaş nesneyi ısıtmaya devam etmesi gibi bu toplumsal hareketler de yeniden ısınmaya başlıyorlar.
DIŞLANMIŞLIK HİSSİNİ ORTADAN KALDIRACAK GİRİŞİMLER NEREDEYSE YAPILMIYOR
Fransa’da bu varoşlardaki sorunlarla ilgili 1980’lerden itibaren ortaya çıkan ve Fransız siyasetçilerinin beğenseler de beğenmeseler de dikkate almak zorunda kaldıkları sorunlarla ilgili hiçbir şey yapılmadı demek mümkün değil. Çok şey yapıldı. Banliyölerdeki 1960’ların insanlık dışı büyük binaları yıkıldı. Birçok yerde toplu konutlar restore edildi, yenileri yapıldı, yeşil alanlar açıldı. Oralara metro getirildi. Metronun gelmesi son derece önemli. Fiziki izolasyondan çıkmaları, şehre gelebilmeleri ve istihdam mekânlarına ulaşımlarının artması için metro önemli bir unsur. Çünkü o çeper bölgelerde, yani varoşlarda istihdam imkânı neredeyse yok. İstihdamın olduğu yerlere gidip gelmeleri lazım. Bunun için de kamu taşıtlarına ihtiyaç var. Metro, tramvay buralara ulaştı, okullar açıldı, okullar yenilendi, özellikle yoksul mahallelerde eğitime önem verecek derecede ayrıcalıklı eğitim programları geliştirildi. Bunlar Sosyalist Parti hükümetleri dönemlerinde, Milli Eğitim Bakanlıkları tarafından gerçekleştirildi ve hâlâ yürürlükteler. Mesela yoksul mahallelerde ilkokulun birinci ve ikinci yıllarında sınıfların en fazla 12 öğrencili olması kuralı getirildi. Öğretmenlerin çocuklarla daha yakından ilgilenmeleri için bu yapıldı. Birkaç sene önce, yoksul mahalle çocuklarının aileleri, çocuklarını okula yollamakta zorlandıkları için, Fransa’da okula gitme zorunluluğu üç yaşa indirildi. Bu daha çok, yoksul aileler ile göçmen kökenli ailelerin çocuklarının entegrasyonu için düşünüldü. Bütün bunlar yapıldı ama şöyle bir sorun var. Bunlar mekânla ilgili çözümler, çocukların belki entegrasyonuyla ilgili uzun vadeye dönük çabalar. Fakat işsizlik bu banliyölerde çok ciddi. Dışlanmışlık hissinin ortadan kalkmasına yarayacak girişimler yapılmıyor. Çünkü Fransa 1980’lerin ortasından itibaren küreselleşme ile birlikte giderek sanayisizleşmeye başladı. Bu gençlerin, özellikle az vasıflı gençlerin istihdam edilecekleri alanlar daralmaya başladı. Ailelerin, özellikle işçi ailelerin anne ve babaları işlerini kaybetmeye başladılar.
Bir üçüncü faktör daha var. Bu dışlanma hissini kendilerinde içselleştirmiş, polisin kendilerine yönelik tavrının şiddet ve ayrımcılık, hatta ırkçılık içerdiği bilinciyle hareket eden, kız çocuklardan daha çok erkek çocuklar olgusu var. Bütün entegrasyon amaçlı eğitim politikalarına rağmen, erkek çocukların aynı koşullardan gelen kız çocuklara nazaran eğitimde başarısızlığı çok daha yüksek. Kız çocuklar daha başarılı oluyor bu okullarda. Erkek çocukların, okul başarısızlıkları ile birlikte dışlanmışlıklarını ve öfkelerini daha çok şiddete yönelerek vurgulamaları söz konusu. Protestolarda niçin kız çocuklar neredeyse yok? Aynı ailenin kız çocuğu okulda erkek çocuklardan daha başarılı oluyor. Bunun nedenlerini çözmeye çalıyorlar. Bu sorun üzerine sosyal psikoloji alanında araştırma yapanlar da var.
Sorunun kaynaklarından biri, bu banliyölerde yaşayan ailelerin Fransa ortalamasına nazaran iki misli daha fazla tek ebeveynli aile olmaları ve çoğunlukla da annelerin ya boşanmış ya da kocalarının ölmüş olması. Bu anneler çalışıyorlar aynı zamanda. Çalıştıkları için de çocuklarıyla olan ilişkileri giderek zorlaşıyor. Çünkü o çocukları okul dışında entegre edecek, onları o mahalle içinde olumlu yapıcı faaliyetlere yönlendirecek kurumlar kalmamış durumda ve bu özellikle de neoliberal politikaların uygulanmasıyla kamu alanının boşalmasıyla doğrudan bağlantılı. Buradaki banliyölere yapılan inşaat ve bayındırlık harcamalarının yanında, sürekli sosyal eğitim uzmanlarının orada o çocuklarla beraber gününü geçirecek, onlara çeşitli sosyal eğitim kültürel ve sportif faaliyetlerle mobilize edecek insanlara ihtiyaç var. Kamu kaynakları buralardan çekilmeye başladığı için bu uygulamalar giderek azalmış durumda.
GEÇMİŞTE ÖĞRETMENLER VE SOSYAL HİZMET UZMANLARI BANLİYÖLERDE OTURURKEN, GÜNÜMÜZDE BÖYLE DEĞİL
Sorunun başka bir yönü daha var. 1950’lerde bu yoksul mahalleler yine vardı. Fransa’da bu tür yoksul mahalleler hemen her zaman vardı. Fakat o zamanlar bu mahalleler çok ciddi bir biçimde Fransız Komünist Partisi, işçi sendikaları ve bu partilere bağlı dernekler, kurumlar vasıtasıyla burada yaşayanlar tarafından sosyalize olabiliyorlardı. Bu mahallelerdeki çocuklarla ilgilenen ilkokul öğretmenleri ve sosyal yardım uzmanları onlarla aynı mahallelerde yaşıyorlardı. Şimdi ise öğretmenler veya sosyal hizmet uzmanları o mahallelerde oturmuyor. Dışarıdan geliyorlar bu mahallelere. 1950’li yıllara nazaran doğal, iç içe olunan bir tablo yok ortada. Öğretmenler veya sosyal yardım uzmanları banliyölerin veya yoksul mahallelerin insanları değiller ve olamıyorlar da. Bunun dışında şöyle bir soruna daha dikkat çekmek isterim. Elbette bu mahallelerde topluma entegre olan, iş bulan, okulda başarılı olan, üniversiteye giden gençler var. Hiç yok değiller. Toplumsal ve iktisadi yaşama entegre oldukları zaman, buradan taşınıyorlar. Aileler buralardan ayrılıyor. Ve o gidenlerin yerine daha yoksul olanlar yerleşiyor.
GENÇLERİN ŞİDDET KULLANIMINDA YEGÂNE UNSUR, POLİS ŞİDDETİNE OLAN TEPKİ DEĞİL
Polis ve iktidarın şiddetine karşı; 1968 Mayıs hareketlerinden bu yana 2005 protestoları, Sarı Yelekliler, Emeklilik Reformu protestosu, Nahel’in katledilmesi ile banliyö protestolarında da görülen öfkenin ve isyanın, şiddete ve yağmaya dönüşmesine de tanık olduk. Makalenizin yer aldığı ve İletişim Yayınları’ndan çıkan Şiddet, Siyaset ve Medenilik kitabı, şiddet karşıtı siyaset geliştirmek için okuru şiddet ve siyaset üzerine düşünmeye davet ediyor. Bu kitapta geçen, Fransız filozof Étienne Balibar’ın “Şiddeti yok etmek mümkün değil. Şiddetten çıkamıyoruz, o zaman ne yapmalı, bunu nasıl düşünmeli, dönüştürmeli, ona teslim olmadan bunu nasıl bir siyasal pratiğe çevirmeliyiz?” şeklinde sorduğu sorulara, Ahmet İnsel’in cevabı ne olur acaba?
Polis şiddeti ile devlet şiddetini veya diğer şiddetleri sanki eşit şiddetler gibi ele almaktan vazgeçmemiz lazım. Bu gençlerin şiddet kullanımında yegâne unsur, polisin şiddetine olan tepki değildir. Ama polis şiddeti elle tutulur somutlukta olduğu için bir tür paratoner işlevi görüyor ve tetikleyici oluyor. Kendi içinde de şiddetin yüksek olduğu bir toplumsallık söz konusu. O mahallelerde çocukların, gençlerin kendi aralarında da çok ciddi bir şiddet var. Uyuşturucu çetelerinin arasında şiddetli çatışmalar, her gün devam eden büyük gerginlik de bu şiddet ortamının bir parçası. İşsizliğin hüküm sürdüğü, gelecek umudunun olmadığı bir ortamda, uyuşturucu şebekelerine dâhil olmak, erketecilik, taşıyıcılık gibi ikincil işleri yapmak, yoksul mahallelerdeki gençlerin bir kısmı için neredeyse doğal bir iş alanı. Polisin de bu gençleri ayrım gözetmeden olağan şüpheli olarak damgalamasının birincil nedeni.
Diğer taraftan bu mahallelerde kadınlara yönelik şiddet, dolaylı veya dolaysız bir şekilde sürüyor. Bu, erkeklerin kendi iktidarlarını, kendi güçlerini, kendi konumlarını koruma amaçlı ve bu konumlarının tartışılması, eleştirilmesi karşısında gösterdikleri bir şiddet var. Ama bunların ötesinde kamu gücünün kullandığı şiddet elbette bütün bu şiddetleri daha fazla tetikleyen ve gençlerin bütün tepkilerini bir yere kanalize eden bir şiddet haline dönüşüyor. Yani şiddetin yegâne kaynağı polis şiddetine karşı tepki değil. Ama polis şiddetinin varlığı bütün o şiddet tepkilerini, eğilimlerini kanalize edebiliyor ve onları yoğunlaştırabiliyor.
FRANSA’DA POLİSİN ŞİDDETİNDE IRKÇI BİR BOYUT VAR
Fransa’da polisin şiddetinde ırkçı bir boyut var. Ama Fransa’da polisin şiddetine maruz kalan gençlerin büyük çoğunluğu göçmen değil. Çoğu Fransa doğumlu ve Fransız vatandaşılar. Anne ve babaları Fransa doğumlu olanlar da var. Ama toplumun önemli bir kesimi tarafından ve elbette bir kısım polis tarafından yabancı olarak algılanıyorlar. Mağripli, siyahi, Arap ve Müslüman gibi sıfatlarla yabancı ve tehlikeli unsurlar olarak algılanıyorlar. Dolayısıyla polislerin davranışları çok daha kaba, çok daha sert oluyor. Bir ayrımcılığa maruz kaldıklarını gayet iyi biliyorlar bu gençler. Polis şiddeti bu anlamda hem karşı şiddeti tetikleyen ama ondan daha da önemlisi var olan toplumsal ilişkilerdeki şiddeti kanalize edip yoğunlaştıran bir şiddet haline dönüşüyor. Ayrıca polisin kaba, sert tavrı, sadece banliyölerde değil, giderek her yerde görülüyor. Bazı polis birlikleri, “şüpheli yakalama” kotalarını doldurmak, daha yüksek sayılara ulaşmak için incir çekirdeğini doldurmayan vakaları, özellikle genç kişiler işlemişse, kısa süreli de olsa hemen gözaltına almaya dönüştürüyorlar.
Diğer taraftan şiddete karşı mücadele açısından bakıldığında burada gerçekten ciddi bir toplumsal değerlendirmeye ihtiyaç var. Birincisi, şiddete karşı şiddetle mücadele etmek mümkün mü? Şiddete karşı şiddetle mücadele ettiğiniz zaman şiddeti daha fazla güçlendirmiş olmaz mısınız? İkincisi şiddete karşı şiddet kullandığınızda, şiddet kullanımını meşrulaştırmış oluyorsunuz. Zannediyorum bütün güvenlik devletlerinin açmazı şiddete karşı şiddet, kamu şiddeti, polis şiddeti veya yasal devlet şiddeti kullandıklarında, karşılarındaki şiddeti de meşrulaştırmış olmalarıdır. Şiddet politikasının kaynağındaki olaylar nelerdir?
Örneğin kadınlara yönelik erkek şiddeti çok yaygın bir şiddet. Sınıflar üstü bir şiddet. Evrensel bir şiddet. Amerika’da da var, Türkiye’de de var, Fransa’da da var. Zengin ve gelişmiş mahallelerde yaşayan kadınların da başına bir o kadar gelebiliyor. Kadınlara yönelik erkek şiddetinin kaynağının devlet müdahalesiyle engellenmesi, caydırıcı olması ve cezalandırma politikasıyla engellenmesinin yanında bir de özel olarak banliyölerde ve elbette toplumun bütün katmanlarında erkeklerin neden bu şiddete yöneldiklerinin psikolojik ve sosyal kaynaklarının tespit edilip, bunlarla mücadele edilmesi gerekiyor.
SİYASAL ŞİDDET KULLANIMININ EN BÜYÜK SORUNU, ŞİDDETİN ÖNCE BİR ARAÇ, SONRADAN BİR AMACA DÖNÜŞMESİ
Bu tabloyu Kürt sorunu ve şiddet ilişkisinde de görüyoruz. Kürt sorununda, Kürt siyasal hareketinin şiddete başvurmasının ana gerekçesi şiddet kullanmak için şiddet değildir. Kendi taleplerinin kabul edilmemesi, meşru taleplerinin kabul edilmemesi karşısında, bu talepleri dile getirmeye devletin verdiği yanıtın şiddete dayanmasına karşı bir şiddettir. Ama bu şiddet bir müddet sonra asıl amacından uzaklaşarak kendisi bir varlık nedenine dönüşebiliyor. Zamanla kendini üreten bir eylem tarzına dönüşmesi gibi. Kürt siyasal hareketinin bir kısmında bunu görebiliyoruz. Bunu başka yerlerde, ulusal tanınma mücadelesi veren hareketlerde de görebiliyoruz. Bu yüzden, sınırın çok iyi çizilmesi lazım. Şiddetin kendisi bir amaç haline, bir varlık biçimi haline dönüşebilir. Bu durumda başlangıç amacına ters düşebilir. Siyasal şiddet kullanımının en büyük sorunu, şiddetin önce bir araç olarak başlayıp, bir müddet sonra başlı başına amaç haline dönüşmesidir. Şiddet siyasal eyleme egemen olur. Bu da, şiddete, şiddet politikalarına teslim olmak anlamına gelir. Burada gerçekten toplumsal yapıda, toplumsal bilincin o şiddeti durdurabilecek, kendisini şiddete teslim etmeden siyasal ve sosyal varlığını dayatacak ya da direnecek bir iradeye ihtiyaç var. Bunu şiddete yönelmiş hareketlerin içinde dile getirmek kolay değil, hayata geçirmek daha da zor.
KİMİ AYDINLAR, FRANSA’DAKİ LAİKLİK ANLAYIŞININ BİR İNANÇ KESİMİNE YÖNELİK BASKI VE DIŞLAMAYA DÖNÜŞMESİNİN TEHLİKELERİNİ DİLE GETİRİYOR
Fransa’da çoğunluğu Mağripli, siyahi, Arap, Müslüman ve göçmen vatandaşların yıllarca sistematik ırkçılık ve ayrımcılığa, baskıya, dışlanmaya, polis şiddetine, asimilasyona, İslamofobi ve mülteci düşmanlığına maruz kaldığı görülüyor. Uzun yıllar Fransa’da yaşayan biri olarak gündelik hayatta bunların tezahürlerine dair neler görüyorsunuz? Somutlaştırır mısınız? Bir de Fransız entelektüel, aydın, yazar, edebiyatçı, akademisyen, sanatçı, filozof ve kanaat önderlerinin İslamofobi ve mülteci düşmanlığına yönelik tutumları ve bakışları nasıldır? Burada da Fransız siyasetinde görüldüğü gibi bir bölünme mi, Fransız kibri veya üstenciliği mi, yoksa adalet ve insan hakları ekseninde ortak tavır alma mı sözkonusu? Mesela Edgar Morin, Amin Maalouf, Olivier Roy, Alain Touraine (9 Haziran 2023’te vefat etti), Étienne Balibar, Jean-Christophe Grangé ve François Georgeon gibi şahsiyetler ne düşünüyorlar bu meseleler hakkında?
Fransız entelektüellerini tek bir grup olarak ele almamak lazım. Bu entelektüellerin içinde sağcısı da solcusu da var. Merkezcisi de var. Örneğin Étienne Balibar birkaç gün önce bu banliyölerdeki, varoşlardaki polis şiddetine yönelik ve karşı şiddeti de ele alan uzun bir makale yayınladı. Bu makalede, devlet politikalarında ve toplumun bir kısmında giderek artan ırkçı tezahürlerin, toplumun siyasal sıklet merkezinin sağına, daha fazla aşırı sağa kaymasının sonuçlarını ele alıyor. Ama adını saydığınız diğer entelektüellerin ne dediklerini doğrusu bilmiyorum. Ayrıca her konuda da söz söylemek yükümlülüğü yok elbette insanların.
AŞIRI SAĞ, LAİKLİĞİ MÜSLÜMANLIKLA MÜCADELEDE BİR DENKLEM OLARAK KURARKEN, KİMİ SOL ENTELEKTÜELLER DE BUNA YATKIN DAVRANIYOR
Entelektüeller olarak nitelenenleri ikiye ayırmak lazım. Türkiye’de olduğu gibi, Fransa’daki entelektüellerin içinde bir kesim sağcıdır ve sağcı entelektüeller her yerde olduğu gibi Fransa’da da devlet otoritesinin tesisinin her şeyden daha önemli olduğunu, her şeyden önce devlet otoritesinin tesisinin gerçekleşmesi gerektiğini vurgularlar. Peki, bu banliyölerde yaşayanların protestoları karşısında ne diyorlar?
Göçmen kökenli veyahut Müslüman olmalarının farklılığını çok dikkate almıyorlar. Yalnız şöyle bir gelişme var Fransa’da. Son 10 yılda, özellikle 2015 yılındaki Bataclan saldırıları ile İslami cihat örgütünün gerçekleştirdiği diğer büyük terör ve tedhiş eylemlerinin etkisini dikkate almak lazım. Ağır insani bedel ödedi bu konuda Fransa toplumu. İslam Devleti’nin örgütlediği ve sahiplendiği terör ve tedhiş eylemleri sonrasında Fransa’da aşırı sağ birdenbire laikliği gündemine aldı. O güne kadar laiklik politikalarına mesafeli olan aşırı sağ, birdenbire aşırı laikçi bir tavır sergilemeye başladı. Aşırı laikçi tavır almasının yanı sıra Müslümanların laikliği tehdit ettiğini de dile getirdi. Bu perspektif, laikliği Müslümanlıkla mücadele edilecek bir denklem olarak kurmaya itti. Buna da maalesef soldaki bazı entelektüeller de yatkın davrandılar. Bundan sonra entelektüel camia ikiye bölündü. Hatta hükümet bu dönemde, laiklikle ilgili sorunları izleyen, Laiklik İzleme Örgütü’nü lağvetti. Neden mi? Çünkü laiklik teması ve söylemi aşırı sağın eline geçti. Eline geçmesiyle birlikte, İslam karşıtlığını laiklik olarak sunan akıma karşı çıkan bu gözlemevi de hükümet tarafından dağıtıldı. Fransa’da 1905’te kiliseyle, yani dinle devlet işlerinin bütünüyle birbirinden ayrılması yasası -ki Fransa’da laiklik budur, Türkiye’deki laiklik gibi değildir- tartışılır hale geldi.
TOPLUMSAL ALANDA EN FAZLA GÖRÜNÜR OLAN KESİM MÜSLAMANLAR, HRİSTİYANLIK İSE GERİ ÇEKİLMEKTE OLAN BİR HAREKET
Özetle, Fransız aydınlarını bir bütün halinde ele alamayız. Burada gerçekten bir bölünme var. Bir çatışma var. Fikri ve ideolojik bir çatışma var. Étienne Balibar ve başka isimlerini sayabileceğim bir dizi aydın, polisin ırkçı tavırlarını demokratik hukuk devletini tehdit eden bir davranış olarak eleştirirken, aynı zamanda Fransa’daki bu laiklik anlayışının bir inanç kesimine yönelik bir baskı ve dışlama unsuru haline dönüşmesinin getirdiği tehditleri ve tehlikeleri de dile getirmekten geri durmuyorlar. Eleştirdiklerinin arasında solda yer alan kimi aydınlar da var ve bunlar artık laikliğin bir militan laiklik olarak tanımlanması gerektiği görüşündeler. Bu militan laiklik esas olarak Müslümanlara yönelik kendini ifade ediyor. Çünkü toplumsal alanda en fazla görünür olan veya kendini gösterme çabası içinde olan kesim, Müslümanlar. Hristiyanlık ise geri çekilmekte olan bir hareket. Bu militan laiklik tavrı, Müslümanların taleplerine karşı bir dizi karşı önlem gelişmesini destekliyor.
Şunu da belirtmemiz lazım. Fransa’da militan bir Müslüman kesim de var. Onlar da tam tersine Müslümanlarla toplumun geri kalanı arasındaki uçurumu büyütmek için taleplerini giderek daha fazla radikalleştiriyorlar. Bu kesim, Müslümanların topluma entegre olmalarıyla kimliklerini, Müslümanlıklarını kaybedecekleri gerekçesiyle Müslümanlık taleplerini radikalleştirip keskinleştirerek diğer tarafın ekmeğine yağ sürüyor. Örneğin büyük tartışmalardan bir tanesi, belediye havuzlarında kadınların bütün vücutlarını örten, burka ile bikini kelimelerinin birleşmesiyle günlük dilde burkini adı verilen mayo giymelerine izin verilip verilmeyeceği konusu. İzin verilmemesini savunanlar, kamuya açık havuzlarda bazı kıyafetlerin kamu sağlığı açısından sorunlu olduğu gerekçesini öne sürüyor. Okullarda beden eğitimi dersleri, zaman zaman biyoloji dersleri benzer tartışmaların odağında yer alıyor. Elbette Fransa’da hiçbir kamu görevlisi açık biçimde dini bir simge taşıyamayacağı için, başörtüsü ve türban da tüm kamu görevlilerine yasak. Sokakta yüzünü örtmek de 2010’da yasaklandı ama ciddi biçimde uygulandığı söylenemez. Özellikle COVID salgını sırasında ve sonrasında. En son laiklik kurallarına uyma sözleşmesini imzalamayan veya “bölücülük savunucusu” olarak yasanın tanımladığı derneklere kamu finansmanı verilmesi yasaklandı.
Fransa’da aşırı sağ bu sorunları bir yandan büyüterek, Müslümanların zaman içinde Fransız kimliğini bozacakları, hatta nüfus olarak çoğunluk olacakları iddialarını dile getirerek veya bunları el altından yayarak etki alanını genişletiyor. Banliyölerde son şiddet eylemleri karşısında çok fazla ses çıkarmayarak, ama sorunu esas biz çözeriz tavrını diri tutarak oy tabanını genişletiyor. Elbette protesto gösterilerinin şiddete, yağma eylemlerine dönüşmesi aşırı sağın elini güçlendiriyor ve sağ partilerle arasındaki mesafenin azalmasına yol açıyor.
ÖZGÜRLÜKÇÜ HAREKETLER YER YER GÜÇLENİYOR AMA İBRE DAHA ÇOK OTORİTER İKTİDAR BEKLENTİLERİ YÖNÜNDE
Sadece Fransa’da değil, Avrupa’da da yükselen ırkçılık, aşırı sağ, milliyetçilik, otoriteryanizm, şiddet, İslamofobi ve mülteci düşmanlığının arkasında tarihsel ve toplumsal olarak ne tür dinamiklerin olduğunu düşünüyorsunuz? Şiddet, Siyaset ve Medenilik kitabında yer alan makalenizde geçtiği gibi bu “İblisler”e karşı Avrupa nasıl mücadele etmelidir? Avrupa’nın kurumsal kapasitesi, vizyonu, aktörleri ve zihniyeti bu mücadeleyi vermeye yeterli mi? Avrupa yakın ve orta vadede nasıl şekillenecek? Fransız Devrimi’nin “Özgürlük, Eşitlik ve Kardeşlik” tasavvuru, göçmen, siyahi, Arap, Mağripli, Afrikalı ve Müslüman vb. kimlikli vatandaşları kapsayacak mı, dışlayacak mı?
Avrupa’da yükselen dalga, bir yanda göçmen dalgalarını Avrupalı kimliğinin devamına karşı en büyük tehdit olarak görmekten besleniyor, diğer yandan uluslararası ekonomik alanda yükselen yeni otoriter kapitalizmlere -başta Çin olmak üzere- karşı rekabet etmenin onların yöntemlerini kısmen benimsemekle mümkün olacağı inancının yaygınlaşmasına yol açıyor. Prekarya yaygınlaşıyor ve bu geleneksel işçi sınıfı içinde ve orta sınıflarda otoriter bir korumacılık beklentisini güçlendiriyor. Buna muhafazakâr aile değerlerinin, patriyarkanın eleştirisinin, cinsel kimliklerin özgürce ifade edilmesi ve yaşanması taleplerinin yarattığı geleneksel kimliklerin tehdit altında olduğu algısı ve bundan kaynaklı muhafazakâr endişe ilave oluyor. Elbette bu tepkilerin karşısında özgürlükçü toplumsal hareketler de yer yer güçleniyor ama içinde bulunduğumuz siyasal konjonktürde ibre daha çok otoriter iktidar beklentileri yönünde. Bu bakımdan bazı açılardan, Avrupa’da 1920’lerdekini andıran bir atmosfer var. Rusya’nın Ukrayna’ya emperyal amaçlı saldırısı da bu atmosferi, bu benzetmeyi güçlendiriyor. Bu ortamda ırkçı tepkiler, yabancı düşmanlığı da artıyor. Korkulardan beslenen bu tepkileri körükleyen aşırı sağ önündeki siyasal kanallar genişliyor. 1920’lerdeki gelişmelerin nasıl çok büyük bir felaketle sonuçlandığının hafızası halen canlı ama o da giderek aşınıyor, özellikle genç kuşaklarda. Avrupa Birliği’nin varlığı bu gerilimlerin Avrupa içi çatışmalara dönüşmesini şimdilik engelliyor ama Avrupa dışına kapıları kapatma eğilimini de güçlendiriyor. Buna karşı durabilecek toplumsal hareketlerin en büyük zaafı, Avrupa Birliği ölçeğinde örgütlenmeyi başaramamış olmaları.
ÂDEM-İ MERKEZİYETÇİ ALMANYA’DA DA AŞIRI SAĞIN YÜKSELİŞİNE ŞAHİT OLUYORUZ
Fransa’nın merkeziyetçi, jakoben, katı laikçi ve üniter devlet yapısının toplumsal, siyasal, dinsel, sınıfsal ve kimliksel sorunların çözümünde önemli bir handikap olduğu söylenir kimi yazar ve aydınlar tarafından. Almanya gibi federal bir yapı veya İngiltere gibi Anglo-Sakson paradigmanın varlığı halinde bu sorunların çözülebileceği düşüncesi var bu çevrelerde. Sizce bu argümanlar ne kadar geçerli veya rasyonel? Haklılık payı var mıdır?
Elbette merkeziyetçi yapılar bu tür sorunlar karşısında yerel özellikleri dikkate alan politikalar geliştirmekte zorlanıyorlar. Ama âdem-i merkeziyetçi Almanya’da da aşırı sağın yükselişine şahit oluyoruz. Birleşik Krallık’ta AB’den çıkma referandumu, güçlü bir içe kapanmacı, yabancı düşmanı eğilimin varlığını gözler önüne serdi. Bu nedenle sorunun kaynağını merkeziyetçilik ve âdem-i merkeziyetçilik ikilemine indirgemek yanlış olur.