Aşk-Nefret Sarmalında Türkiye’deki İran Çalışmaları – 1: 1979 Devrimi ve Sonrası

1979 İran Devrimi’nin de onun doğurduğu siyasi, ideolojik ve kültürel iklimin de -doğruları ve yanlışlarıyla- Türkiye’de yeterince anlaşılıp tahlil edilebildiğini söylemek pek mümkün değil. Üstelik İran’la yüzlerce kilometrelik bir kara sınırına ve yüzlerce yıl inişli çıkışlı bir komşuluk ilişkisine sahip, bu ülkeyi yöneten dinî/seküler yapılarla sıklıkla savaşan, sıklıkla barışıp yeniden sorunlar yaşayan Türkiye gibi bir ülke için anlaşılabilir bir şey değil bu yetersizlik hali.
Siyaset bilimci ve modern Ortadoğu tarihi araştırmacısı Prof. Hamit Bozarslan, Türkçeye de çevrilen Ortadoğu’nun Siyasal Sosyolojisi kitabında, modern dönemdeki devrimleri kategorize ederken şu üçlü tasnifi yapar ve insanlık tarihinde üç tür gerçek devrim olabileceğini vurgular:¹
1. Eskatolojik devrimler: Evrensel ve kitleleri mobilize edici bir model olarak, kendini ihraç etme tutkusuna sahip ve etki sahası sınırlar ötesi olan devrimler (1789 Fransız Devrimi, 1917 Rus İhtilali, 1979 İran Devrimi)
2. Tarihsel kopuş eksenli devrimler: Belirli bir elit yönetimin sevk ve idaresinde, tepeden inmeci karakterde ve bazı değerleri dikte eden devrimler (1923 Türk Devrimi, 1949 Çin Devrimi)
3. Radikal demokratik ihtilaller silsilesi: Barışçıl karakterde olan ve domino etkisiyle çevresini de etkileyen devrimler (1848 Avrupa devrimleri, 2011 Arap Baharı devrimleri [bilhassa Mısır ve Tunus])
***
1979 İran Devrimi (sonradan, henüz birkaç ay geçtikten sonra, diğer devrimci kesimlerin tasfiyesi ve örtülü rızasıyla İslamileşecek ve “1979 İslam Devrimi” olarak anılmaya başlanacak), modern tarihin gördüğü en büyük üç devrimden biri. İdeolojik ve dinî yönü bir tarafa, Şiilik içinde devrimci bir İslami görüşü vazetmiş olmasa bile 1979 Devrimi, şimdiden bütün bir bölge ve hatta uluslararası düzen açısından dönüştürücü ve mobilize edici yeni bir çığır açtı.
Ancak İran Devrimi’nin de onun doğurduğu siyasi, ideolojik ve kültürel iklimin de -doğruları ve yanlışlarıyla- Türkiye’de yeterince anlaşılıp tahlil edilebildiğini söylemek pek mümkün değil. Üstelik İran’la yüzlerce kilometrelik bir kara sınırına ve yüzlerce yıl inişli çıkışlı bir komşuluk ilişkisine sahip, bu ülkeyi yöneten dinî/seküler yapılarla sıklıkla savaşan, sıklıkla barışıp yeniden sorunlar yaşayan Türkiye gibi bir ülke için anlaşılabilir bir şey değil bu yetersizlik hali. Bu yönüyle Türkiye’de İran’a ve İran çalışmalarına bakışın aşk-nefret sarmalında gidip gelen, sorunlu bir tabiatı olduğunu söylemek mümkün.
Öncelikle Türkiye’deki İran çalışmalarının henüz ideolojik bagajların gölgesinden kurtulabildiğini ve “anlama ve anlamlandırma” çabasının perspektifinden ele alındığını söyleyebilmek güç. İran Devrimi’nin ideolojik yapısı, sınır aşan doğası ve bunun da etkisiyle 1980-90’lı yıllarda ikili ilişkilere hâkim olan karşılıklı rejim endişelerinin Türk akademisi ve entelektüel hayatında -etkisi azalmakla birlikte- halen canlı olduğunu gözlemliyorum.²
Akademide görev alan pek çok araştırmacının da belirli oranda tasdik ve kabul edeceği üzere, bir zamanlar seküler ve milliyetçi kesimlerin antipatiyle baktıkları İran çalışmaları, bilhassa son 10 yıl içinde muhafazakâr kesimlerin de endişe ve tereddütle yaklaştığı bir araştırma sahasına dönüştü. Bu durumu ortaya çıkaran etkenler, ilk durum için dinî-seküler tartışma alanıyken, son 10 yılda daha ziyade mezhepçi bir çatışma ortamına ve “İran kaynaklı her şeyin kötü olduğu” algısına indirgenmiş durumda.
Ankara-Tahran arasındaki ikili ilişkilerin doğası ve bölgesel konjonktürden derinden etkilenen bu sorunlu bakışa ek olarak, İran üzerine çalışan bazı araştırmacılarınsa lehte ve aleyhte dinî endişelerle İran’a dair meselelere objektif bakamadıkları, bilhassa tahlil ve değerlendirmelerinde katı “Sünnici” ve katı “Şiici” bakışın, perspektiflerini önemli ölçüde tesir altına aldığı da keza dikkatli gözlerden kaçmamaktadır.
Bu minvalde bilhassa 2011’den bu yana süren Suriye’deki iç savaşın ve bu mücadelede kendini taraf olarak ortaya koyan her iki kanattaki akademisyen, yazar, gazeteci, aktivist vb. kişilerin İran eksenindeki her türlü gelişmede ve akademik görünümlü çalışmada bu sorunlu bakış açılarını ve rövanşist/tepkisel tutumlarını kolaylıkla tefrik edebilmek mümkün.
Ancak bunun sadece Türk akademik camiasına has olduğunu sanmak da sorunu eksik ve tek taraflı algılamaya yol açıyor. İran’da yaşadığım, saha araştırması yaptığım ve görevde olduğum süreçte, İran tarafında da benzer endişelerin olduğunu gözlemleme fırsatı buldum ki bu ayrı bir yazının konusunu teşkil edecek kadar detaylı incelemeyi hak ediyor.
Bu sorunlu bakış açısını sadece 1979 Devrimi’ne veya İran dış politikasına ya da İran’daki güncel gelişmelere dair haber ve değerlendirmelerde değil, devrimin kilit isimlerine ve başta Ayetullah Humeyni, Ayetullah Hamaney gibi liderlere ilişkin yazı, çalışma ve eserlerde de görüyoruz.
Bu durumun sebepleri arasında şu hususların ön plana çıktığını gözlemliyorum:
a) İki taraftaki tarihsel ve ideolojik bagajların yarattığı önyargılar: Osmanlı-Safevî çatışmasının ve o dönemde bu çatışmaları besleyen düşmanca argümanların her devirde tazelenerek ve yeniden piyasaya sürülmesi.
b) 1979 Devrimi sonrası İran’daki muhafazakâr elitlerde, Türkiye’nin Batı kampı içindeki seküler niteliğinin tereddüt ve hatta tehdit yaratması. Benzer şekilde 1980 Darbesi’nin sert seküler ortamı ve devamında 1990’lı yılların toplumsal şartlarında, devrim sonrası İran’ın İslami tabiatının Türk devleti ve politik/güvenlik elitlerinde somut tereddütler ortaya çıkarması.
c) Bölgesel ve jeopolitik konjonktürün iki ülkeyi sürekli bir rekabet içerisine sokması ve bölgede güç dengesinin Ankara ve Tahran’ı -kimi zaman ideolojik kimi zaman kimlik temelli ama daima- jeopolitik bir husumet hattında hizalanmaya mecbur kılması (veya bunun iki tarafta da bir mecburiyet gibi algılanması).
d) 2011’de başlayan Suriye İç Savaşı’nda iki tarafın düşman kamplarda saf tutması: İran’ın Şam’daki Esad yönetimine açık desteği, buna mukabil Türkiye’nin Sünni Arap toplumunun öncülük ettiği isyana destek vermesi. Bu husumet ikliminin iki tarafın elitleri ve akademik çevrelerini yekdiğerine karşı menfi pozisyon almaya itmesi.
***
Bir sonraki yazıda, Türkiye’de İran çalışmalarına dair bu bakış açısını, çeşitli eserler ve isimler üzerinden daha somut örneklerle açıklamaya gayret edeceğim.
__
¹Hamit Bozarslan, Ortadoğu’nun Siyasal Sosyolojisi: Arap İsyanlarından Önce ve Sonra, trc. Melike Işık Durmaz, (İstanbul: İletişim Yayınları, 5. baskı Aralık 2019), ss. 13-14.
²Bu bahiste Türkiye’deki Selçuklu araştırmalarının önemli isimleri arasında yer alan, aynı zamanda İran kültürü ve Fars diline dair çalışmalarıyla da bilinen Prof. Mikail Bayram’ın Bilkent Üniversitesi’nde karşı karşıya kaldığı örnek bir olay için bkz. Mehmet Akif Koç, Mikail Bayram’ın Aynasında 99 İsim [“Prof. Halil İnalcık” bölümü], (Ankara: Elips Kitap, 2021), ss. 257-261.

MEHMET AKİF KOÇ
