Aşk-Nefret Sarmalında Türkiye’deki İran Çalışmaları – II: Ayetullah Humeyni Algısı
Objektif olmaktan uzak, sadece olumlu taraflarına veya yalnızca olumsuz yönlerine odaklanan, anlama ve anlamlandırma kaygısından ziyade yazanın zihnindeki imajı okuyucuya enjekte etmeyi amaçlayan, lehte veya aleyhte ideolojik mesaj verme kaygısı taşıyan çalışmaların Humeyni’yi akademik çerçevede ve hakikatli şekilde tanıtabildiğini söylemek de, bu tür gayretlerin İran çalışmalarına somut ve özgün bir katkı sağlayabildiğini söylemek de son derece güç.
Bir önceki yazıda, Türkiye’de son derece sağlıksız bir şekilde ele alındığını düşündüğüm İran çalışmaları ve akademik düzeyde İran’a dair sorunlu perspektifin üzerinde durmuştum. Bu yazıdaki temel tezlerimden biri, Osmanlı-Safevî çatışmalarından beri süregelen sorunlu bakış açısının, 1979 Devrimi’nden sonra iki tarafta da somut bir tehdit formunda ele alınmaya başladığı, 2011’de başlayan Suriye İç Savaşı’nda farklı kamplarda yer alan iki ülke arasında bu risk ve tehdit algılamalarının daha da artıp derinleştiğiydi.
Bu tehdit algılamaları, tabiatıyla, akademik camiayı ve araştırma sahasında İran’ın hangi düzlemde ele alınmakta olduğunu da yakından etkiliyor. Bu tedirginlik ve tehdit algılamalarına ilaveten, öteden beri İran Devrimi ve Humeyni/Hamaney öncülüğündeki velâyet-i fakih çizgisine sempatiyle bakan kesimde de alternatif bir yazım stilinin ve daha müzahir bir İran algısının son yıllarda güç kazanmaya başladığını görmekteyiz.
Bu yazıda, Ayetullah Humeyni ve 1979 Devrimi anlatıları üzerinden bu aşk-nefret sarmalındaki İran algısını ele almaya devam edeceğim.
***
Ayetullah Ruhullah Musevî Humeyni (1902-1989), modern dönemin şahit olduğu en kritik ve tarihin akışını değiştiren üç büyük devrimden birine öncülük etmiş karizmatik bir siyaset adamı, donanımlı bir fakih ve din adamı, maharetli bir şair, derinlikli bir irfan ve tasavvuf ehli olarak artık tarihe mal olmuş durumda. Ancak şüphesiz kendisini olumsuz sıfatlarla anmak da mümkün ki İran toplumunun (bilhassa yurt dışında yaşayanlar başta olmak üzere) tamamının müspet hislerle kendisini andığını söylemek kesinlikle mümkün değil.
Ayetullah Humeyni, sonradan “İslam Devrimi” olarak tarihe geçecek olan 1979 Devrimi’nin en kritik önderiydi; İslam Cumhuriyeti kurulduktan sonra sol, milliyetçi, liberal, ılımlı vd. kesimleri tasfiye ederek İran’ın tartışmasız ve “mutlak” lideri konumuna ulaştı. Bu tartışmasız konumu, 1989 Haziran ayı başındaki ölümüne kadar sürdü. Vefatından hemen önce yaptırdığı anayasa değişikliğiyle, dönemin Cumhurbaşkanı Hüccetülislam Ali Hamaney’in önünü açarak, kendisinden sonraki 35 yılı -şimdilik- şekillendirdi ve İslam Cumhuriyeti’nin ilk 45 yılına doğrudan damgasını vurdu.
Her ne kadar İran Devrimi’nin üzerinden 45 yıl, devrimin büyük önderi Humeyni’nin ölümünün üzerindense 35 yıl geçmiş olsa da ne İran Devrimi ne de Humeyni üzerine tartışmalar son buldu. Humeyni’nin karizmatik liderliğinin tesiri de İran Devrimi’nin sınırlar aşan etkisi de henüz durulmuş değil. Ortadoğu ve Pakistan/Hindistan’da İran yörüngesindeki velâyet-i fakih eksenli organizasyonlardan Afrika çöllerindeki Şii topluluklara, Türkiye’deki Şiileşme eğilimlerinden Latin Amerika’ya kadar uzanan İran tesirindeki network’lere baktığımız zaman, muhtemelen birkaç on yıl daha bu etki hız kesmeden devam edecek gibi görünüyor.
Ayetullah Humeyni ise tüm bu sınır aşan tesir sahasının tam ortasında, İran toplumunda henüz canlı olan dinî ve politik hatırasının yanı sıra, başta Ortadoğu ülkeleri olmak üzere yurt dışındaki Şii topluluklar arasında da popüler bir figür olmayı ve modern dönemdeki en etkili Müslüman önder ve devrimci liderler arasında -haklı olarak- yer almayı sürdürüyor.
Tabiatıyla Humeyni’nin uzun yaşamındaki her görüşü, icraatı ve eylemi kitlelerde sempati doğurmadı, hatta bazı geniş çevrelerde kin ve nefretle anılan bir figüre dönüştüğü dahi söylenebilir. Bazı tartışmalı görüşleri, bir kısmı itibarıyla geniş politik grupların siyaset ve toplumdan tasfiyesini getiren kararları, önemli ölçüde kitlesel ölümlere yol açan kimi tasarrufları, savaş ve barış kararları, cezalandırmaları, tasfiyeleri…
Netice itibarıyla son derece girift ve çok katmanlı bir portre var karşımızda ve etki ettiği süreçleri daha iyi anlayabilmek için hayatının her anı, görüş ve icraatlarının her boyutu derinlemesine incelenmeyi hak ediyor. Aksi takdirde Humeyni’ye dair varılacak her hüküm -olumlu veya olumsuz olmasına bakılmaksızın- aceleci, yüzeysel, eksik, önyargılı, tek taraflı, subjektif ve son tahlilde hakikatin kendisinden uzak olmaya mahkûm kalacaktır.
***
Türkçe literatürdeki Ayetullah Humeyni anlatılarına (biyografi, inceleme eseri, hatırat vb.) bakıldığı zaman; derinlemesine hazırlanmış orijinal araştırmaların bulunmadığı, çoğunlukla çeviri eserler temelli birkaç özet nitelikli telif çalışma kaleme alındığı göze çarpar. Bundan daha büyük sorunsa, bu çalışmaların aşk-nefret ikilemini aşamaması; zira çoğunlukla Humeyni’ye ve İran Devrimi’ne sempati duyanlar tarafından kaleme alınan bu çalışmalar idealize edilmiş bir “Masum İmam” imajı çizmekte, olumsuz sayılabilecek herhangi bir noktaya değinmemeye azami itina göstermektedir.
Türkiye’deki Humeyni ve İran Devrimi hasımlarınca kaleme alınan çalışmalarsa nefret ve şeytanlaştırma tezahüründen öteye geçememektedir. Üstelik daha önce genelde sol/seküler ve milliyetçi kesimlerden görmeye aşina olduğumuz bu tür anlatılara, Suriye İç Savaşı’yla birlikte yeni ve tazelenmiş bir mezhepçi (Sünni) husumetle yazılan tek taraflı metinler de eklendi. Bu tür bir zeminde, bu denli önemli bir tarihsel figürün ve tarihe geçen doktrini ve devriminin -doğruları ve yanlışlarıyla- hakkıyla kavranabilmesi tabiatıyla imkânsız olmaktadır.
Geneli itibarıyla objektif olmaktan uzak, sadece olumlu taraflarına veya yalnızca olumsuz yönlerine odaklanan, anlama ve anlamlandırma kaygısından ziyade yazanın zihnindeki imajı okuyucuya enjekte etmeyi amaçlayan, lehte veya aleyhte ideolojik mesaj verme kaygısı taşıyan çalışmaların Humeyni’yi akademik çerçevede ve hakikatli şekilde tanıtabildiğini söylemek de, bu tür gayretlerin İran çalışmalarına somut ve özgün bir katkı sağlayabildiğini söylemek de son derece güç.
***
Bir sonraki yazıda, Türkiye’deki İran çalışmalarında gözüme çarpan bazı interdisipliner eksikliklere işaret etmeyi, Ayetullah Humeyni anlatılarından yola çıkarak, biyografi yazma geleneği ve İran çalışmaları alanında atılabilecek bazı pratik adımlara değinmeyi planlıyorum.