Askeri-Sivil Otoriter Politikalara Sıkışan Türkiye
Bugün karşı karşıya olduğumuz tablodan iki önemli sonuç çıkmaktadır. Bunlardan ilki, 2000’lerin başında kabul edilen anayasa reformlarının beklendiği gibi sivilleşmeye yol açmamasıdır. İkincisi ve daha vahim olanı, sivil aktörlerin en az askerî liderler kadar otoriter politikalara eğilimli olmasıdır. Bu ise köklü bir zihniyet dönüşümü olmadıkça anayasa mühendisliği yöntemlerinin sonuç doğurmadığını göstermektedir.
- SERAP YAZICI
- 3 Mart 2021

Türk siyaset yapısının en önemli sorunlarından biri, seçimle belirlenen organların anayasal yetkilerinin askerî müdahaleler yoluyla sona erdirilmesi veya askıya alınmasıdır. Bu müdahalelerin yaklaşık on yıllık aralar tekrarlandığı görülmektedir. İlk müdahale 27 Mayıs 1960’ta Milli Birlik Komitesi tarafından gerçekleştirilmiş; askerî liderler, 1961 Anayasasının yapımı sürecinde rol almıştır. Müdahalenin en önemli sonuçlarından biri, 1961 Anayasasıyla askerî otoriteye, sivil yönetime geçişten sonra da kullanabileceği birtakım yetki ve ayrıcalıkların tanınması olmuştur. İktidar yetkilerini sivillere terk eden askerî yöneticilere anayasa hükümleri aracılığıyla birtakım yetki ve ayrıcalıkların sunulması, siyaset bilimi literatüründe çıkış garantileri (exit guarantees) olarak adlandırılmaktadır. Böylece iktidarı sivillere terk eden askerlere anayasa hükümleri aracılığıyla sunulan garantiler, sivil yönetime ve demokrasiye geçişi kolaylaştırmaktadır. [1]
1961 Anayasası da Milli Birlik Komitesi üyelerine, Cumhuriyet Senatosu’nda tabii senatör statüsü sunmak (m. 73); evvelce Milli Savunma Bakanına bağlı olan Genelkurmay Başkanlığını Başbakanlığa bağlamak (m. 110); milli güvenlikle ilgili konularda hükümetlere görüş bildirmek üzere yeni bir anayasal kurum olarak Milli Güvenlik Kurulunu kurmak (m. 111); Milli Birlik Komitesi yönetimine ve onların emirleri altında görev yapan kamu görevlilerine yargı bağışıklığı tanımak (geçici m. 4, f. 1-2) ve nihayet Milli Birlik Komitesi yönetimi süresince kabul edilen hukukî tasarrufları anayasa yargısının denetimi dışında bırakmak (geçici m. 4, f. 3) suretiyle askerî otoriteye önemli yetki ve ayrıcalıklar sunmuştur.
12 Mart 1971’de Türk Silahlı Kuvvetlerinin, yayınladığı bir muhtırayla dönemin Adalet Partisi hükümetini istifaya zorlaması ve bunun yerine teknokrat ve bürokratlardan oluşan hükümetlerin kurulmasını sağlaması, 27 Mayıs’tan farklı bir müdahale örneğidir. Çünkü bu kez 27 Mayıs’ta olduğu gibi parlâmento ve hükümet feshedilmemiş ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi, Türk Silahlı Kuvvetlerinin talep ettiği bazı anayasa değişikliklerini kabul etmeye mecbur bırakılmıştır. Bu değişiklikler yapılmadığı takdirde, muhtıranın 3. maddesinde yer alan hüküm devreye girecek ve böylece tam bir askerî müdahale gerçekleşecektir. Bu tehdit karşısında Türkiye Büyük Millet Meclisi, anayasanın özgürlükleri düzenleyen hükümlerini önemli ölçüde sınırlamak yanında askerî otoritenin sahip olduğu yetki ve ayrıcalıkların alanını genişletmiştir.
12 Mart 1971’den 1973 genel seçimlerine kadar devam eden yarı-askerî rejim döneminde yapılan anayasa değişiklikleriyle askerî otoriteye tanınan yetki ve ayrıcalıklar, şöyle özetlenebilir: Milli Güvenlik Kurulunun güçlendirilmesi (m. 111), Türk Silahlı Kuvvetlerinin Sayıştay’ın denetimi dışına çıkarılması (m. 127), tabii hâkim ilkesinin kanunî hâkim ilkesine dönüştürülmesiyle sıkıyönetim mahkemelerine anayasaya uygun bir görüntü kazandırılması (m. 32), sıkıyönetim ilanını gerektiren nedenlerin genişletilmesi (m. 124), Devlet Güvenlik Mahkemeleri (m. 136) ve Askerî Yüksek İdare Mahkemelerinin kurulması (m 140).
Böylece 12 Mart ara rejimi döneminde yapılan anayasa değişiklikleri, 1961 Anayasasının Türk Silahlı Kuvvetlerine sunduğu yetki ve ayrıcalıkları genişletmiş; bunlara yenilerini eklemiştir.
12 Eylül 1980 askerî müdahalesini takiben, bu müdahaleyi gerçekleştiren Milli Güvenlik Konseyi yönetiminin etkisiyle hazırlanan 1982 Anayasası ise önceki müdahalelerin neticesinde Türk Silahlı Kuvvetlerine sunulan anayasal yetki ve ayrıcalıkları genişletip güçlendirmek ve bunlara yenilerini eklemek suretiyle askerî otoriteyi devlet hayatının en güçlü unsuru haline getirmiştir.
Bu Anayasanın askerî otoriteye sunduğu yetki ve ayrıcalıkların bir kısmı geçiş sürecini düzenleyen geçici maddelerden, bir kısmı ise Anayasanın diğer hükümlerinden kaynaklanmıştır. Müdahale lideri Orgeneral Evren’in anayasa için yapılan halk oylamasıyla Cumhurbaşkanlığına seçilmesi (geçici m. 1), Milli Güvenlik Konseyi’nin Cumhurbaşkanlığı Konseyi’ne dönüştürülmesi ve bu organa yasama süreci üzerinde istişarî yetkilerin sunulması (geçici m. 2), Cumhurbaşkanına geçiş süreci boyunca yapılacak anayasa değişiklikleri üzerinde güçleştirici veto yetkisinin sunulması (geçici m. 9), geçiş sürecini düzenleyen hükümlerin Türk Silahlı Kuvvetlerine sunduğu ayrıcalıklar arasındadır.
1982 Anayasasının geçiş sürecinden sonra da askerî otoriteye tanıdığı yetki ve ayrıcalıklar şöyle özetlenebilir: Türk Silahlı Kuvvetlerinin, Devlet Denetleme Kurulu’nun denetimi dışında bırakılması (m. 108), Milli Güvenlik Kurulu’nda asker üyelere sivil üyeler karşısında çoğunluk sağlanması ve Kurul kararlarına bağlayıcılık kazandırılması (m. 118), Yüksek Askerî Şura kararlarının yargı denetimi dışında tutulması (m. 125), Genelkurmay Başkanlığına Yükseköğretim Kurulu’na üye seçme yetkisinin tanınması (m. 131), Milli Güvenlik Konseyi yöneticileriyle bunların kararlarını uygulayanlara yargı bağışıklığı sunulması (geçici m. 15, f. 1-2), Milli Güvenlik Konseyi döneminde kabul edilen yasama tasarruflarına yargı bağışıklığı sunulması (geçici m. 15, f. 3). Öte yandan Anayasa, Devlet Güvenlik Mahkemeleriyle Askerî Yüksek İdare Mahkemesi’ni düzenlemek, Türk Silahlı Kuvvetlerini Sayıştay’ın denetimi dışında tutmak suretiyle askerî otoriteye evvelce sunulan yetki ve ayrıcalıkları da muhafaza etmiştir.
Görüldüğü gibi 1961 Anayasası ile askerî otoriteye tanınan yetki ve ayrıcalıklar, 12 Mart ara rejimini izleyen kısmî anayasa değişiklikleriyle ve 12 Eylül 1980 askerî müdahalesini takiben kabul edilen 1982 Anayasasıyla önemli ölçüde genişletilmiş ve güçlendirilmiştir. Böylece asker-sivil ilişkileri, bu ilişkilerin demokratik modelinden uzaklaşmıştır. Asker-sivil ilişkilerinin demokratik modeli, milli savunmaya ilişkin olanlar dahil olmak üzere tüm siyasi kararların halka hesap verme sorumluluğu olan sivil makamlar tarafından alınmasını gerektirmektedir. Böylece askerî makamlar, ülkenin iç ve dış siyasetinde belirleyici bir role sahip olmamakta; seçilmiş organların kararlarına tâbi olarak hareket etmeye mecbur kalmaktadır. Türkiye’de ise 27 Mayıs 1960’tan itibaren gerçekleşen anayasa yapım süreçleri aracılığıyla bu model tersine çevrilmiş; böylece genel oyla kurulan parlâmento ve hükümetler, hesap verme sorumluluğu olmayan Türk Silahlı Kuvvetlerinin kararlarına tâbi hale gelmiştir.
24 yıl önce 28 Şubat 1997’de Milli Güvenlik Kurulu’nun aldığı kararlarla Refah-Yol hükümetinin istifaya zorlanması ve ardından irticayı önlemek bahanesiyle temel insan haklarını ihlâl eden bir dizi tedbirin alınması, asker-sivil ilişkilerinin demokratik modele uymamasının sonucudur. 28 Şubat 1997’de Milli Güvenlik Kurulu’nda alınan kararlar aracılığıyla gerçekleşen müdahalenin post modern darbe olarak adlandırılması, bu müdahalenin 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül müdahalelerinden çok farklı bir yöntemle gerçekleşmesinin ürünüdür.
28 Şubat post modern darbesi, Haziran 1996’da kurulan Refah-Yol hükümetinin irticayı tetiklediği gerekçesiyle Türk Silahlı Kuvvetlerinin uyguladığı psikolojik harp teknikleriyle gerçekleşmiştir. Haziran 1996’dan 28 Şubat 1997’ye kadar Türk Silahlı Kuvvetleri, üniversiteler, basın, yargı, iş çevreleri ve sivil toplum kuruluşları aracılığıyla Refah-Yol hükümetinin anayasanın laiklik ilkesini ortadan kaldırmakta olduğu yolunda bir kamuoyu yaratmış; böylece hükümetin istifasını sağlamıştır. Başbakan Erbakan’ın istifasını takiben yeni hükümeti kurma yetkisi Anavatan Partisi lideri Mesut Yılmaz’a verilmiş; Mesut Yılmaz, Demokratik Sol Parti ile Demokratik Türkiye Partisi’nin katıldığı, Cumhuriyet Halk Partisi’nin dışarıdan desteklemeyi taahhüt ettiği bir koalisyon kurmuştur. Bu koalisyonun en önemli işlevi, Milli Güvenlik Kurulu’nun 28 Şubat 1997’de verdiği kararları uygulamak olmuştur.
Bu çerçevede muhafazakâr çevrelerin ekonomik yatırımlarına müdahale edilmiş; bu çevrelere mensup çok sayıda kişi, kamu görevlisi ve öğrencilik statüsünü kaybetmiş; gene bu çevrenin kurucusu olduğu dernek ve vakıflar gibi sivil toplum kuruluşlarına ağır müdahaleler gerçekleşmiştir. Bütün bu uygulamalar, anayasanın tüm vatandaşlar için sunduğu hukuk devleti güvenceleri ve çeşitli anayasal hürriyetler ihlâl edilmek suretiyle yapılmıştır. Bu dönemin en büyük mağdurlarının başörtülü kadınlar olduğu açıktır. Bu kadınlar, anayasanın eşitlik ilkesine aykırı olarak din hürriyetleri ile eğitim hakları veya çalışma hakları arasında bir tercihe zorlanmıştır. Oysa mütedeyyin olan erkek yurttaşlar için böyle bir tablo söz konusu değildir. Böylece üniversiteli genç kızlara, çalışma hayatında yer almak isteyen kadınlara ağır bir mağduriyet yaşatılarak bu kitle ötekileştirilmiştir.
Bültenimize Üye Olabilirsiniz
İzlenen bu politikalar, özellikle Anavatan Partisi’nin muhafazakâr çevrelerin oylarını kaybetmesine yol açmıştır. Çeşitli faktörlerin neticesinde Doğru Yol Partisi’nin de seçmen desteğini kaybetmesiyle Türkiye siyasetinde, belki de ilk kez merkezin sağında önemli bir erozyon ortaya çıkmıştır.
Böylece 28 Şubat post modern darbesinin en önemli siyasi sonuçlarından biri, merkezin sağında yer alan geleneksel ve muhafazakâr eğilimli kitlelerin 14 Ağustos 2001’de Adalet ve Kalkınma Partisi’ni kurması olmuştur. Adalet ve Kalkınma Partisi, 3 Kasım 2002 seçimlerinde 28 Şubat’ın mağduru olan geniş kitlelerin teveccühüyle parlâmentoda ezici bir çoğunluk elde etmeyi başarmıştır.
Sivilleşme Reformları, Askerî Otoritenin Yetki ve Ayrıcalıklarını Geri Alıyor
28 Şubat post modern darbesinin ardından kurulan Anasol-D Hükümeti, Mecliste yeter sayıda sandalyeye sahip olmayan; bu nedenle Cumhuriyet Halk Partisi’nin dışarıdan destek vermeyi kabul ettiği bir azınlık hükümetiydi. Bu hükümet, Cumhuriyet Halk Partisi’nin verdiği gensoru önergesiyle 25 Kasım 1998’de düşürüldü ve yerine Demokratik Sol Parti’nin kurduğu azınlık hükümeti, ülkeyi 18 Nisan 1999 genel seçimlerine kadar yönetti. Bu seçimleri takiben ise Demokratik Sol Parti, Milliyetçi Hareket Partisi ve Anavatan Partisi’nin oluşturduğu koalisyon hükümeti kuruldu. Kuruluş sürecindeki güçlüklere rağmen üçlü koalisyon, askerî otoritenin sahip olduğu yetki ve ayrıcalıkları, kısmen veya tamamen ilga eden, sivilleşmeye dönük anayasal reformları kabul etti. Bu sivilleşme reformları, 3 Kasım 2002 genel seçimleri sonrasında kurulan Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetleriyle derinleştirildi. Böylece asker-sivil ilişkilerinin demokratik modeline belli ölçülerde yaklaşan bir anayasa düzeni inşa edildi.
Devlet Güvenlik Mahkemelerinin 1999’da sivilleşmesi, 2004’te ilgası ve bu mahkemelerde görülmekte olan davaların Ağır Ceza Mahkemelerine intikali; 2001’de Milli Güvenlik Kurulu’nun üye kompozisyonunun değiştirilmesi, böylece sivil üyelere çoğunluk tanınması ve Kurul kararlarının istişarî hale getirilmesi; Milli Güvenlik Konseyi yönetimi döneminde kabul edilen yasal tasarruflar üzerindeki yargı bağışıklığının 2001’de ilgası; Genelkurmay Başkanlığına Yükseköğretim Kurulu’na üye seçme yetkisi tanıyan hükmün 2004’te ilgası ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin 2004’te Sayıştay’ın mali denetimine tâbi kılınması, bu reformlar arasında yer almaktadır. Üstelik bu reformlar, demokratikleşme paketi adı verilen yasal birtakım değişikliklerle derinleştirilerek sivilleşme yönündeki adımlar pekiştirilmiştir. [2]
Asker Yeniden Sahnede
Bu reformlar sonucunda asker-sivil ilişkilerinin önemli ölçüde demokratikleştiği, sivil iradenin askerî iradeye tâbi olmaktan kurtulacağı düşünülebilirdi. Ne var ki Nisan 2007’de Ahmet Necdet Sezer’in Cumhurbaşkanlığındaki görev süresinin sona ermesi üzerine 11. Cumhurbaşkanının seçimi süreci, asker-sivil devlet elitleriyle parlâmento çoğunluğu ve hükümet arasında önemli bir çatışmaya sahne olmuştur. Böylece 11. Cumhurbaşkanının seçiminin ilk oylamasının yapıldığı 27 Nisan 2007 gecesi Genelkurmay Başkanlığı, web sitesinde yayınladığı bir e-muhtırayla Cumhurbaşkanının seçimi sürecine müdahale etmiştir. E-muhtıra olarak adlandırılan bu müdahaleyi takiben Anayasa Mahkemesi de Cumhuriyet Halk Partisi’nin başvurusu üzerine Anayasaya aykırı olarak verdiği meşhur 367 kararıyla sözü geçen sürecin bir anayasa krizine dönüşmesine sebep olmuştur.
15 Temmuz 2016’da ise askerler, darbe teşebbüsünde bulunmuş; bu teşebbüsün bastırılmasını takiben hükümet, 20 Temmuz 2016’da olağanüstü hâl ilan etmiştir. OHAL uygulaması, Temmuz 2018’e kadar devam etmiştir. İki yıl süren olağanüstü hâl döneminde kabul edilen olağanüstü hâl kanun hükmünde kararnameleriyle yüz otuz bin kadar kamu görevlisi, disiplin soruşturması dahi geçirmeden, kendilerine adil yargılanma hakkının bir unsuru olan savunma hakkı tanınmadan kamu görevinden ihraç edilmiş; sözü geçen kişilerin bir kez daha kamu görevinde istihdamları imkansızlaştırılmıştır. Üstelik sözüm ona darbe teşebbüsünü bastırmak adına alınan bu tedbirler, ihraca maruz kalan kamu görevlilerinin aile üyelerine de teşmil edilmiştir. İhraç edilen kamu görevlilerinin özel sektörde istihdamı; herhangi bir işyeri açarak ekmeklerini kazanmaları; bir bankada hesap açmaları, böylece yakınlarından gelecek olan ekonomik desteğe erişmeleri dahi engellenmiş ve yurtdışına çıkışları yasaklanmıştır. Kısacası bu kişiler ve aileleri, sivil ölüme mahkûm edilmişlerdir.
Dahası olağanüstü halin yarattığı baskı ortamında, serbestçe tartışılmaksızın kabul edilen Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi, aslında iki yıllık olağanüstü hâl uygulamasının sürekli hale getirilmesini ifade etmektedir. Üç yıla yakın bir süreden beri devam bu hükümet sistemi, Cumhurbaşkanlığı makamını devlet hayatının kadir-i mutlak unsuru haline getirmiştir. Bu değişikliğin Cumhurbaşkanına sunduğu yetkiler, yasama, yürütme ve yargının tek bir makama tâbi olmasına yol açmıştır.
Gerek olağanüstü hâl süresince gerekse Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminde izlenen politikalar, 28 Şubat sürecini çağrıştırmaktadır. Ne var ki 28 Şubat’ın gayri hukukî tedbirleri, sadece geleneksel ve muhafazakâr kitleler üzerinde insan hakları ihlâllerine yol açarken 2016’dan bu yana sürdürülen politikalar, aralarında muhafazakâr ve sekülerlerin yer aldığı çok daha geniş bir kitlenin mağduriyetine yol açmıştır.
Bugün karşı karşıya olduğumuz tablodan iki önemli sonuç çıkmaktadır. Bunlardan ilki, 2000’lerin başında kabul edilen anayasa reformlarının beklendiği gibi sivilleşmeye yol açmamasıdır. İkincisi ve daha vahim olanı, sivil aktörlerin en az askerî liderler kadar otoriter politikalara eğilimli olmasıdır. Bu ise köklü bir zihniyet dönüşümü olmadıkça anayasa mühendisliği yöntemlerinin sonuç doğurmadığını göstermektedir. Ne var ki demokratik kurumların işlemesine olanak tanımayan, her tür siyasal ve sosyal çoğulculuğa meydan okuyan, ifade hürriyeti ve bu hürriyetten doğan her tür hürriyeti baskı altına alan Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi altında bu yönde bir zihniyet dönüşümünün gerçekleşmesi mümkün görünmemektedir.
___
[1] Serap Yazıcı, Askerî Müdahalelerin Anayasal Etkileri, Yetkin Yayınevi, Ankara, 1997.
[2] Serap Yazıcı, “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Yetki ve Ayrıcalıkları: Sivilleşmeye Yönelik Anayasal ve Yasal Reformlar”, Demokratikleşme Sürecinde Türkiye, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2012 s. 79-117.
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

SERAP YAZICI
