Atatürk-Lenin’den Erdoğan-Putin’e Türkiye-Rusya İlişkileri

İdlib meselesi, Türkiye-Rusya esnek ittifak ilişkisinin ciddi bir sürdürülebilirlik sorunu olduğunu ve bu sorunun liderlik diplomasisiyle çözülemeyeceğini gösterdi. İdlib’de Putin, Erdoğan yerine Esad’ı, Türkiye’nin güvenliği yerine, Suriye’nin geleceğindeki Rusya’nın hegemonyasını tercih etti.

Atatürk-Lenin’den Erdoğan-Putin’e Türkiye-Rusya İlişkileri

 

Tüm Türkiye’yi yasa boğan otuz dört şehidimizden sonra gergin bir ortamda 5 Mart 2020 tarihinde, Moskova’da, “İdlib meselesi” üzerine gerçekleşen Erdoğan-Putin görüşmesinde, Türkiye ve Rusya arasında üç maddelik bir anlaşma mutabakatı imzalandı.

 

İdlib kentinde ateşkesin hemen yürürlüğe girmesi olumlu bir gelişme ama varılan anlaşma, Erdoğan-Putin liderliğinde gelişen Türkiye-Rusya ilişkilerinde ciddi sorunlar olduğunu da ortaya çıkardı.

 

Türkiye’de, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yakın çevreleri bile memnun etmeyen bu anlaşma üzerine çeşitli yorumlar yapıldı, yeterince konuşuldu.

 

Rusya’nın, hatta Esad’ın kazanımlarının daha fazla olduğu, Putin’in bir kere daha kazançlı çıktığı bir anlaşma, uzun görüşmelerden sonra Türkiye ile Rusya arasında imzalandı.

 

Bu durum, Erdoğan-Putin arasında “liderler diplomasisi” olarak şekillenen Türkiye-Rusya ilişkilerinin eleştirel bir değerlendirmeye sokulmasını gerekli kılıyor.

 

Erdoğan-Putin liderler diplomasisi nasıl bir ilişki biçimini içeriyor? Ne kadar başarılı? Türkiye için ne kadar yararlı?

 

Bu sorulara yanıt ararken, tarihten dersler almanın önemli ve yararlı olduğunu düşünüyorum.

 

Bu yazıda, Atatürk-Lenin ilişkisiyle Erdoğan-Putin ilişkisini karşılaştırarak, bugünkü Türkiye-Rusya ilişkileri üzerine bir değerlendirme yapacağım. Yapacağım değerlendirme içinde, Soğuk Savaş döneminde Demirel-Kosigin liderliğinde yakınlaşan Türkiye-Rusya ilişkilerine de yer ayıracağım.

 

Atatürk-Lenin İlişkisi

 

26 Nisan 1920’de, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, 1917 Devrimi’nin ve SSCB’nin kurucu lideri Viladimir Lenin’e bir mektup yollar. Bu mektup, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın seyrini değiştirir ve başarıyla tamamlanmasında önemli bir rol oynar.

 

Atatürk, Lenin’e yazdığı anti-emperyalist tondaki mektubunda, “cephane, altın, sıhhi malzeme ve erzak talebi”nde bulunur. Lenin, anti emperyalist ve anti sömürgeci olarak gördüğü Ulusal Kurtuluş Savaşı’na destek temelinde 300 bin ton cephane gönderme kararı verir; Novorosisk ve Tuapse limanlarından yollanan yardım İnebol’a ulaşır ve savaşın seyri Türkiye lehine değişir.

 

Atatürk’ün, Lenin’den aldığı yardımı, hem strateji, hem kapasite artırımı, hem de anti-emperyalist bağımsızlık söylemiyle anlamlandırarak, savaşın kazanılmasında çok önemli bir manevra olarak kullanması tarihe not edilmiş bir başarıdır.

 

Atatürk-Lenin ilişkisi, Birinci Dünya Savaşına benzer bir durumun bugün Orta Doğu’da ve Suriye ve Irak’ta ortaya çıkması bağlamında, Perspektif’deki önceki yazımda ortaya koymaya çalıştığım “esnek ittifak” kavramına örnek de oluşturmaktadır. Daha da önemlisi, bu yazıda önermek istediğim gibi, Atatürk-Lenin esnek ittifak ilişkisini akılda tutmak, bugün Erdoğan-Putin liderler diplomasisi olarak gelişen Türkiye-Rusya ilişkilerini anlamamız ve eleştirel değerlendirmemiz için de aydınlatıcı niteliktedir.

 

Atatürk-Lenin ilişkisini, “esnek ittifak” kavramı temelinde, daha kapsamlı incelediğimiz zaman, şu sonuçları çıkartabiliriz:

 

Birincisi, Atatürk-Lenin ilişkisi, “eşitler arası” bir ilişkiydi. Kurtuluş Savaşının çok zor şartlarında ve emperyalist işgale karşı ve kısıtlı güç-kapasite içinde, Atatürk, Lenin ile ilişkisini eşitlik, denge ve karşılıklı kazanç içinde kurmuştu; Lenin de Atatürk’le ilişkisine bu şekilde bakıyordu.

 

İkincisi, Atatürk’ün Lenin’den yardım talep eden mektubu, belli bir strateji ve vizyon içinden yazılmıştı. Anti-emperyalist ve anti-sömürgeci bir bağımsızlık savaşı vizyonu, bu savaşın başarılı olmasının sadece Türkiye için değil, bölgesel ve küresel ölçekte de önemli olacağı stratejisi üzerine kurulmuştu. Atatürk’ün yardım talebini Lenin de benzer bir anlayışla okudu ve bu temelde yardım yollama kararını verdi.

 

Üçüncüsü, Atatürk-Lenin ilişkisi, “geçekçi” ve “pragmatist” bir ilişkiydi. Atatürk, Lenin’e yapamayacağı ve yapmayacağı bir şey üzerine söz vermedi; aksine, vizyon ve stratejisini, “yapılabileceklerle yapılamayacaklar arası denge” üzerine kurdu. Ulusal Kurtuluş Savaşı kazanıldığı zaman, Türkiye, ne Sovyetlerin yanında ve yörüngesinde olacaktı, ne de Sovyet Devrimini, sosyalizmi yönetim tarzı olarak benimseyecekti. Lenin ile esnek ittifak ilişkisi kuran Atatürk, bu ilişkinin içeriğini ve sınırlarını net olarak çizmişti; Lenin, bu gerçekçilik temelinde Atatürk ile ilişkisini kurmuş ve ona yardım etme kararını almıştı.

 

Dördüncüsü, Atatürk, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın “küresel ölçekte Batı sömürgeciliğine karşı yapılan ilk bağımsızlık savaşı olarak algılanması”nda çok başarılı olmuştu. Batı-dışı dünya, Mustafa Kemal Atatürk’e “sömürgeciliğe karşı başarılı bir direniş mücadelesi veren ve küresel ölçekte vizyon sahibi olan bir anti-emperyalist lider” olarak bakıyordu. Atatürk, Lenin’e yardım mektubunu yazarken, küresel ölçekte böyle bir algısı olan bir lider olarak yazıyordu; Lenin de, Atatürk’e böyle yaklaşıyordu. Mustafa Kemal Atatürk, Batı emperyalizmine karşı “küresel ölçekte ahlaki üstünlüğe sahip bir lider” olarak Lenin ile ilişkiye girmişti.

 

Beşincisi, Atatürk-Lenin esnek ittifak ilişkisinde, “saha-masa-algı dengesini güçlü ve kendisi için yapıcı kurmuş” Atatürk, “kazançlı” taraftı. Lenin, bu durumu kabullenmişti, çünkü, Atatürk’ün Batı emperyalizmine ve sömürgeciliğe karşı başarısının, kendisinin liderliğinde gerçekleşen “1917 Devrimi”nin başarısının ve küresel olumlu algısının sürmesine katkı vereceğini düşünüyordu. Atatürk ise, Lenin’den gelen yardımla savaşın seyrini değiştirerek kazançlı bir esnek ittifak ilişkisi götürmüş oldu.

 

Tüm bu noktaların ışığında, Atatürk’ün, saha-masa-algı dengesinde Türkiye için kazançlı bir Türkiye-Rusya ilişkisini yürüttüğünü, Lenin ile eşitler arası bir ilişki kurduğunu ve kapasite-strateji denklemindeki gerçekçi, pragmatist ve vizyoner yaklaşımıyla, zor şartlarda başarılı bir dış politika götürdüğünü söyleyebiliriz.

 

Erdoğan-Putin liderler diplomasisinde yürütülen Türkiye-Rusya ilişkilerinin değerlendirilmesine geçmeden, kısaca Soğuk Savaş döneminde, Demirel-Kosigin esnek ittifakında gelişen Türkiye-Rusya ilişkilerine bakmanın yararlı olacağını düşünüyorum.

 

Soğuk-Savaş Dönemi’nde “Demirel-Kosigin” İlişkisi

 

Türkiye-Rusya (SSCB) ilişkilerinde ilginç bir dönem, Soğuk Savaş içinde, 20-27 Aralık 1966 tarihleri arasında, SSCB Başbakanı Kosigin’in o dönemin Türkiye Başbakanı Demirel’i ziyareti ile başlar.

 

Demirel-Kosigin ilişkisi, Soğuk Savaş döneminde, “anti-komünizm” söylemi siyasette çok güçlüyken gelişti. Ama bu dönemde, Türkiye, küresel ölçekte, hem ABD’den hem SSCB’den dolayısıyla, her iki süper güçten de yardım alan tek devlet oldu.

 

Demirel, siyaset alanı ile ekonomi alanını ayrıştırılarak, 1960-80 arasında ulusal kalkınmacılığa etkisi olan çok önemli sanayi projelerini Sovyetler’den kredi alarak başlattı. “İskenderun Demir Çelik Tesisleri”, “Seydişehir Aliminyum Tesisisleri”, “Bandırma Sülfirik Asit Fabrikası”, “Paşabahçe Cam Sanayi”, v.b yedi proje için uygun koşullarda Sovyet Hükümetinden kredi alındı.

Demirel, 19-29 Eylül 1967’de, 10 gün süren SSCB ziyaretini gerçekleştirdi. Kosigin tarafından kırmızı halıyla karşılandı. Bu gezi küresel ölçekte ilgi gördü. 26-29 Aralık 1975’de, Kosigin, 42 kişilik heyetle Demirel’i ziyaret için Türkiye’ye geldi. 9 milyar 614 milyon liralık yatırım tutarı olan İSDEMİR, İskenderun’da kuruldu.

 

Demirel-Kosgin ilişkisi temelinde gelişen Soğuk Savaş Dönemi Türkiye-Rusya (SSCB) ilişkileri, “eşitler arası” ve “karşılıklı yarara” dayalı esnek ittifak ilişkisi örneği oluşturdu. Demirel liderliğinde Türkiye, bu ilişkiden “kazançlı” çıktı. Demirel, güçler dengesine dayalı iki kutuplu Soğuk Savaş dünyasında, iki süper güç arasında denge kurarak başarılı oldu ve önemli sanayi kalkınma projelerine imza atan bir lider oldu.

 

Erdoğan-Putin İlişkisi

 

Demirel-Kosigin ilişkisini de akılda tutarak, Atatürk-Lenin ilişkisiyle karşılaştırarak Erdoğan-Putin ilişkisi temelinde gelişen Türkiye-Rusya ilişkilerine bakarsak, şu saptamaları yapabiliriz:

 

Birincisi, Atatürk-Lenin ilişkisinden farklı olarak, Erdoğan-Putin ilişkisi temelinde gelişen Türkiye-Rusya ilişkileri, ne ekonomi-enerji, ne de güvenlik alanlarında, “eşitler arası” ve “karşılıklı eşit yarar” üzerine gelişti. Erdoğan-Putin ilişkisi, Putin ve Rusya’nın daha fazla kazandığı, daha belirleyici olduğu ve pastadan daha fazla pay aldığı bir ilişki oldu. Hem Atatürk döneminde, hem Demirel döneminde, Türkiye Rusya ile ilişkilerinde daha fazla kazanç sağlayan tarafken, bugünkü ilişkide, Putin ve Rusya kazançlı taraf oldu.

 

İkincisi, Erdoğan-Putin liderlik diplomasisi, karşılıklı güvene dayanan ilişkiler olarak gelişmedi. Özellikle Rus uzmanların altını çiziği gibi, Erdoğan-Putin arasında bir “güven ilişkisi” hiç bir zaman olmadı. Bu sorun İdlib’de daha da netleşti. Birbirlerine güvenmeyen iki lider arasında gelişen esnek ittifak ilişkisi, bu bağlamda ciddi kırılganlıklar içeriyor, ki bu kırılganlık Türkiye’nin zararına çalışıyor.

 

Üçüncüsü, Erdoğan-Putin arasında hem Suriye’ye, hem Orta Doğuya, hem de küresel dünyaya bakışta, ciddi “stratejik ayrışmalar/farklılaşmalar” var. Bu tür stratejik ayrışma, Atatürk-Lenin ilişkisinde yoktu. İdlib meselesinde, Suriye’nin geleceğinde, Esad’ın konumunda, Erdoğan-Putin arasındaki stratejik ayrışma, iki lider arasındaki güven sorununu da derinleştiriyor.

 

Dördüncüsü, Erdoğan-Putin liderliklerinde gelişen Türkiye-Rusya arasındaki esnek ittifak ilişkisi, işlevsel ve araçsal bir nitelikte kuruldu. Stratejik ortaklık yerine işlevsel ve araçsal temelde hareket eden esnek ittifaklık ilişkisi, söylemsel düzeyde Batı ve Amerikan hegemonyası şüpheciliği, sahada, Suriye sorununa çözüm bulmada “askeri kapasite artırımı” ve diplomasi masasında da “müzakere gücü kazanma” temelinde gelişti. İdlib’e kadar, esnek ittifak ilişkisinde belli başarılar kazanıldı. Ama, bugün, özellikle Suriye ve geleceği konusunda iki ülke ve liderler arasındaki ciddi stratejik ayrışma nedeniyle, ilişkiler güven krizine girdi. Güven krizinin de çözülmesi çok zor gözüküyor.

 

Beşincisi, kendi içinde sayıları 5 milyonu geçmiş bir “mülteci krizi” yaşayan Türkiye, İdlib meselesinde, sadece güvenlik değil, insani bir krizle de karşılaştı. Rusya’nın böyle bir sorunu yok. Rusya, Suriye’ye, Amerika ve Batı’ya karşı jeostratejik etkinlik kazanmak amacıyla ve sadece jeopolitik güç ve bölgesel hegemonya temelinde yaklaşırken, Türkiye, hem Suriye’den ciddi güvenlik riski alan, hem de ciddi mülteci krizi yaşayan bir ülke konumunda. Bu farklılık, İdlib sorununda, Türkiye’yi Rusya için verdiği sözleri tutamayan ya da tutmakta geciken ortak konumuna getirdi. İdlib meselesi, Türkiye-Rusya esnek ittifak ilişkisinin ciddi bir sürdürülebilirlik sorunu olduğunu ve bu sorunun liderlik diplomasisiyle çözülemeyeceğini gösterdi. İdlib’de Putin, Erdoğan yerine Esad’ı, Türkiye’nin güvenliği yerine, Suriye’nin geleceğindeki Rusya’nın hegemonyasını tercih etti.

 

Atatürk-Lenin ve Erdoğan-Putin liderliklerinde gelişen Türkiye-Rusya ilişkilerinin bu karşılaştırmalı çözümlemesi, İdlib meselesinden gerekli dersleri alarak Türkiye dış politikasını yeniden yapılandırmamız gerektiğini bize gösteriyor. İdlib’de verdiğimiz şehitlerimiz bize bu gerçeği büyük acılarla gösterdi.

 

Türkiye’nin Rusya ile ilişkilerini, tarihten dersler alarak, “eşitler arası, karşılıklı yarara dayanan, güven içeren, ve stratejik netliğe sahip” bir esnek ittifak olarak kurması gerekiyor. Bugün Erdoğan-Putin liderlik diplomasisi yoluyla gelişen Türkiye-Rusya ilişkileri bu ilkelerin tam tersi temelinde kurulmuş durumda. Putin ve Rusya’nın her zaman daha kazançlı olduğu ve eşitler arası olmayan bir düzlemde hareket eden bir ilişki tarzını gözlemliyoruz. Bu tür bir ilişki, ne Atatürk, ne Demirel liderliğindeki Türkiye’de yaşanmıştı; bugün de yaşanmamalı.

 

Türkiye, dış politikasını Suriye meselesinden başlayarak yeniden, kurumsal, stratejik, ve vizyon temelinde yeniden yapılandırmalıdır.

 

Bu, “Rusya’yı bırakalım, Amerika ve Batı’ya yaklaşalım” anlamına da gelmemelidir.

 

Türkiye, tarihinde Atatürk’ün net olarak ve de belli bir yere kadar Demirel’in gösterdiği gibi, Amerika/Batı ile Rusya arasında savrulamaz, savrulmamalıdır.

 

 İdlib sorunu temelinde yapılan Erdoğan-Putin görüşmesi, İdlib’de ateşkes kararıyla olumlu bir adım atmıştır ama Türkiye’nin dış politikasını tarihten doğru dersleri alarak yeniden inşa etmesi gerektiğini de ortaya koymuştur…

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.