Atina Bildirgesi: Yeni Şişede Eski Şarap mı?
Türk-Yunan ilişkilerinde Ege semalarından gelen ABD sinyalini dikkatli okumak gerekiyordu, Türkiye’nin Atina Bildirgesi adımı kayda değer oldu. Şu bir gerçek ki Bildirge’yle iki tarafın kazanacağı fayda, üçüncü tarafların çıkarlarından daha üstün. Fakat Bildirge’nin buzdağının altındaki yorgun yükü de kaldırması gerekiyor.
İmparatorlukların yıkışı, ulusal devletlerin yükselişini de beraberinde getirdi. Kadim dünyaya nazaran daha merkeziyetçi ve korumacı olan ulus-devlet modeli, devletler zincirini inşa eden yeni birim olarak uluslararası ilişkilerin halkalarını teşkil ediyor.
Olabildiğine parçalanmış olan modern uluslararası sistemde ulusal devletin en kritik enerji kaynağı, dost ve düşman ayrımıdır. Carl Schmitt’in (1927) siyasal eylem ve saikleri açıklamada referans noktası olarak gördüğü “dost-düşman ayrımı”, Türk-Yunan ilişkilerini okuma noktasında güçlü bir teorik zemin oluşturuyor. Öyle ki Schmitt düşmanın gerçek bir tehdit teşkil etmesinin de pek önemi olmadığını vurgularken sanki “seçilmiş” zamanlarda tırmanan Türk-Yunan ilişkilerindeki krizleri işaret ediyor. Türk-Yunan ilişkilerinde her ne kadar belirli dönemlerde “komşu” rüzgârı esse de “korku” inşası çok taraflı ilişkileri neredeyse 100 yıldır besleyen katalizör mahiyetindedir.
Kronikler ve Periyodikler
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 7 Aralık 2023 tarihli ziyareti Türkiye ve Yunanistan gündeminde dost rüzgârlarının yeniden esmesine vesile oldu. Erdoğan, altı yıl aradan sonra Yunanistan’a oldukça dolu bir dış politika bagajı ile kritik bir ziyaret gerçekleştirdi. “Türkiye-Yunanistan Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi” toplantısı ile 15 farklı anlaşma imzalandı.
İlgili ziyarette Erdoğan’ın “Açık söylüyorum, bizim aramızda çözülemeyecek kadar büyük hiçbir sorun yok. Yeter ki hüsnüniyetle hareket edelim, büyük resme odaklanalım, denizi geçip derede boğulanlardan olmayalım” vurgusu oldukça kayda değerdi. Erdoğan’ın söz konusu işbirliği merkezli yaklaşımını Yunanistan Başbakanı Miçotakis’in “Coğrafya ve tarih, aynı mahallede yaşamamızı gerektiriyor… Ancak bu fırsatı, tıpkı sınırlarımız gibi, iki devleti yan yana getirmek için kullanmanın tarihi bir sorumluluğunu hissediyorum” ifadesi takip etmişti.
Oysa daha bir yıl öncesinde, 2022 yılında, Türk F-16’larına atılan radar kilidi sonrasında “Bir gece ansızın gelinebileceği” söylenmiş, Yunanistan semalarından ise “Bir gece birdenbire uyanıp kendinizi acı bir gerçeğin içinde bulabilirsiniz” ifadesiyle karşılık verilmişti. Devlet Başkanları dilinden “gerektiğinde savaşılabileceğini” ima eden bu sözler ve hemen bir yıl sonrasında gelen dostça ziyaret, Türk-Yunan ilişkilerindeki yüzyıllık kronik sorunları ve periyodik ziyaretleri oldukça iyi özetlemektedir.
Acılar Yaklaştırır
Tıpkı 1999 yılındaki “deprem diplomasisi”nde yaşandığı gibi, 6 Şubat 2023 tarihinde Hatay ve Kahramanmaraş’ta meydana gelen ve binlerce vatandaşımızın hayatını kaybettiği elim depremler, komşunun bir kez daha yardım için harekete geçmesine vesile oldu; insani yardımlar ve arama-kurtarma ekipleri Türk-Yunan ilişkilerine yeniden merhem sürdü ve krizleri (daha sonra tekrar ele almak üzere) askıya aldı.
Bunun yanında her iki ülkede de 2023 yılında hükümetlerin yeniden seçilmesi ve dış politikada yeniden yetkilendirilmiş olması, Türk-Yunan ilişkilerinin 2024 ufkunu barış temelli yaklaşımla beslemesine vesile oldu. Doç. Dr. Esra Özsüer’in altını çizdiği üzere, 7 Aralık ziyaretinde imzalanan “Dostane İlişkiler ve İyi Komşuluk Hakkında Atina Bildirgesi” ile 90 yıl sonra ilk defa Türkiye ve Yunanistan karşılıklı olarak masaya oturmuş oldu. Her iki ülkenin ortak menfaatleri gözetilerek bir anlaşma metni imzalandı. Yıllar önce, 1933’te Atatürk ile Venizelos, 1978’te Karamanlis ile Demirel ve 1991’de Mitsotakis ile Mesut Yılmaz arasında imzalanan benzer anlaşmalarla olumlu hava oluşturulmak istense de başarılı olunamamıştı. Bu noktada Erdoğan’ın adımıyla yeni bir sürecin başladığını ifade etmek mümkünken; ilişkilerdeki kronik problemlerin getirdiği ağır yükü de unutmamak gerekiyor. Öyle ki Ege ve Akdeniz’deki ihtilaflara Türkler ve Yunanlar birbiriyle neredeyse tamamen zıt olan referans noktalarından yaklaşıyor.
Atina Bildirgesi’ne göre taraflar ortak ilgi alanlarına giren konular hakkında, Geliştirilmiş Ortak Eylem Planı kapsamında ve Güven Artırıcı Önlemler temelinde devamlı, yapıcı ve anlamlı istişarelerde bulunmayı kabul ediyor. Bunun yanında “söz konusu Bildirge’nin lafzını ve ruhunu zayıflatacak, itibarsızlaştıracak veya bölgelerinde barış ve istikrarın muhafazasını tehlikeye atacak her türlü beyan, girişim veya eylemden sarfınazar etmeyi” taahhüt ediyor. Bu noktada bildirgeye göre “tarafların, aralarında ortaya çıkan herhangi bir anlaşmazlığı, doğrudan istişare yoluyla veya Birleşmiş Milletler Şartı’nda öngörülen, ortaklaşa belirlenecek diğer yollarla dostane biçimde çözmek için gayret göstermesi” gerekiyor. Bildirge farklı referans noktalarına sahip kronik problemlere yaklaşım konusunda bir çeşit çerçeve ilkeleri inşa ediyor.
Pozitif Bir Yol Haritası
Atina Bildirgesi ile Ege’de “anarşik bir resim” inşa etmektense işbirliği ve barış merkezli kazan-kazan ilişkisine odaklanan bir araya gelişler için temel atılıyor. Bu noktada akademinin hâlihazırda elinde tuttuğu somut planları yeniden gündeme getirmek gerekiyor.
Örneğin Türk-Yunan İlişkileri literatüründeki önemli isimlerden Prof. Çağrı Erhan, aşağıdan yukarı bir devinimle çatışmadan ziyade işbirliğine yönelen fonksiyonalist girişimlerin kanal açıcı olduğunu vurguluyor. Erhan, “(i) Fransa ile Almanya arasındaki tartışmalı bölge olan Alsas-Loren modelinden hareketle Ege Ortak Alanı Yönetimi tesis edilebilir. Taraflar enerji sorunları, çevre ve göç üzerine işbirliği için bir araya gelebilir. Bu bir egemenlik devri değildir. (ii) Her iki tarafın tarihçilerinden oluşan ortak bir masayla (isterse 40 yıl sürsün) müşterek bir tarih kitabı yazılabilir. (iii) Bir kampüsü Türkiye’de (Gökçeada) bir kampüsü Yunanistan’da (Midilli) ortak bir Türk-Yunan Üniversitesi kurulabilir” diyor. Erhan’ın ikili ilişkilerde statikleri besleyecek konumdaki somut dayanakları Türk-Yunan ilişkilerinde krizleri çözüm için ufuk açıcı nitelikte görünüyor.
Bu noktada, zaten oldukça kırılgan olan Türk-Yunan ilişkilerine 2024 yılı ve sonrasında merhem sürebilmek için tarafların “sabırlı” olmasında ve Ege Denizi’ndeki “genişlemeci” söylemlerden kaçınmasında fayda var. Türkiye için Yunanistan’ın anlaşmalara aykırı bir şekilde adalarda silahlanması ciddi bir tehdit unsuruyken; Yunanlar için ise “Yunan adalarıyla bezeli” Ege haritası bir tartışma konusu olamayacak kadar “dokunulmaz” durumda. Bu arada unutulmamalı ki Ege’de statüsü belirsiz 152 farklı ada ve adacık grubu bulunuyor.
Siyasi gayelerin uluslararası ilişkileri korku söylemleriyle araçsallaştırması bir başka düzeyken, halklar nezdinde “Kardeşim” (Είναι φίλος μου) ilişkisi devam edebiliyor. 2 Şubat 2024 tarihinde Yunan Dışişleri Bakanı Kostas Fragogiannis pozitif ajandayı pekiştirebilmek ve iş insanlarıyla görüşmek amacıyla Türkiye’ye geldi. Ayrıca Miçotakis ile Erdoğan arasında gerçekleştirilecek görüşmeye hazırlık amacıyla 11 Mart 2024’te Yunanistan Dışişleri Bakan Yardımcısı Alexandra Papadopoulou ve Türk mevkidaşı Burak Akçapar başkanlığında Yunanistan ile Türkiye arasındaki siyasi diyalog çerçevesinde Yunanistan’da bir toplantı yapılması bekleniyor. İade-i ziyaret içinse bahar sonu gündemde.
Büyük Güçler Bağlamında F-35’ten F-16 Seyrine Ege Rekabeti
Türk-Yunan ilişkilerinde esen son rüzgârın ardında, her iki kanadın ilişkilerini besleyecek bir Avrupa Birliği şemsiyesinin mevcut olmadığını eklemek gerekiyor. Bu durum Birlik’in normatif yüzünün ve inandırıcılığının zayıfladığının da kanıtı mahiyetinde görünüyor. Bu noktada özellikle ABD ordusunun Yunanistan’a 2022 yılında üç yeni üs (Dedeağaç, Litohoru, Volos) açmasıyla Yunanistan’ın Atlantik bağımlığı daha da artmış durumda. Bu ABD’nin de Ege masasında dengenin dengeleyicisi aktör olarak mevcut olduğunu gösteren bir durum.
Örneğin ABD’nin gelişmiş savaş uçakları teklifi, Yunanistan ve Türkiye’nin Ege hava sahasındaki mücadelesini derinden etkileyecek gibi duruyor. Her iki ülkenin de yeni ve güncellenmiş teçhizatlarla ilgili birtakım askeri planları bulunuyor. Yunan haber kanalı Kathimerini’ye göre ABD, Türkiye uçaklarını Yunan adaları üzerindeki uçuşlarda değil, NATO ittifakı amaçları doğrultusunda kullanılmak kaydıyla teslim edecek.
Ankara’nın, ABD’nin F-16’nın yetkilendirme şartlarına yaklaşımını Yunanistan-Türkiye ilişkilerinde gerilimlerin nispeten azaldığı günümüzdeki mevcut aşamada değil ancak kronik sorunların uyandırıldığı kritik zamanlarda gözlemleyebiliriz. Bu bağlamda özellikle son 10 yılda ABD ile Türkiye ilişkilerinin Doğu Akdeniz, Ukrayna, Suriye, İran, Rusya ve İsrail gibi birçok gündemde ayrı düştüğünü not etmek gerekiyor. Tam da bu noktada Türkiye’nin Atina Bildirgesi’yle birlikte işbirliği adımı kritik önem arz ediyor.
ABD’nin Türkiye’ye vereceği F-16 uçağı ve yükseltme kitleri karşılığında, bir çeşit “denge” unsuru olarak Yunanistan’a 40’a yakın F-35 uçağı vermesi gündemde. ABD manevrası, Ege’deki hava hakimiyetine ilişkin tartışmaları Türk-Yunan ilişkilerinde işbirliğinden ziyade rekabeti tetikleyen yeni bir dinamiği de beraberinde getiriyor.
Türk-Yunan ilişkilerinde NATO şemsiyesinin belirleyiciliği oldukça güçlü. NATO ittifakı bir yandan yeni tehditlere karşı manevralarında uyumlanmaya çalışırken, öte yandan mevcut ve potansiyel üyeler arasındaki dengeyi korumaya çalışıyor.
Sonuç
Yunanistan’ın 1830’da ulusal bir devlet olmasıyla birlikte Osmanlı İmparatorluğu ile arasında başlayan ihtilaflar, 1923’te Lozan Antlaşması sonrasında bir başka ulusal devlet modeli olan Türkiye Cumhuriyeti ile devir teslim alınmıştı. Yunanistan’ın “Büyük Yunanistan” (Megali İdea) düşüncesi ve daralan misak-ı milli haritası, ilişkilerdeki gerilimi temel anlamıyla besleyen iki farklı jeopolitik tahayyülü teşkil etmekteydi.
Tüm bu jeopolitik tahayyülü; statüsü belirsiz adalar, hava sahasındaki gerilim, Uçuş Bilgi Bölgesi (FIR Hattı) sorunu, Arama Kurtarma (SAR) ihtilafı ve karasuları sorunu gibi yaklaşık 100 yıldır süregelen somut çıkmazlar besliyor. Bunun ötesinde sosyolojik ve siyasi boyutuyla Akdeniz havzasındaki Kıbrıs ihtilafı, Batı Trakya’daki azınlıklar, İstanbul’daki Rumlar ve Patrikhane sorunu da beraberinde geliyor. Kısacası, Türk-Yunan ilişkilerinin buzdolabı oldukça dolu. Söz konusu gerilimler özellikle Yunanistan genel seçimleri öncesinde “ihtiyaç halinde” masaya tekrar konuluyor ve siyasi karar alıcılar diplomatik krizleri bir iç politika malzemesi haline getirebiliyor.
Karşılıklı bağımlılık ve ittifak ilişkileri nedeniyle Türk-Yunan ilişkilerinde ciddi bir askeri bir tırmanma mümkün görünmese de (not possibble) uzun vadede her zaman muhtemel (but probable) bir risk olarak masanın altında duruyor. Unutulmamalı ki ABD kutuplu uluslararası sistem özellikle 2008 dünya ekonomik krizi ve 2011 Arap isyanları sonrasında savruldu ve Rusya, Çin, Hindistan ve Avrupa Birliği gibi yeni kutup başlarının kendini gösterdiği çok kutuplu bir düzene doğru yol alıyor. Yeni düzenin kritik çıktısı ise Türkiye gibi orta büyüklükte güce sahip ülkelerin “stratejik otonomi” tahayyülü çerçevesinde kutup liderine olan “sadakat”inin zayıflaması oldu.
Stratejik otonomi, Türkiye’nin kendi çıkarları için vazgeçilmez gördüğü politika alanlarında özerk olarak -diğer ülkelere bağımlı olmaksızın- hareket edebilmesini ifade ediyor. Fakat stratejik otonominin en büyük riski, hayaller ile gerçekler arasındaki büyük boşluk. Türkiye kendisini uluslararası sistemde küresel bir güç olarak görüyor. Bu tahayyül onun dış politika manevralarına güçlü bir motivasyon katıyor olsa da sahip olduğu kapasite ile idealleri arasındaki mesafenin açılmaması gerekiyor. Ne yazık ki uluslararası ilişkiler boşluk kabul etmiyor.
Türk-Yunan ilişkilerinde Ege semalarından gelen ABD sinyalini dikkatli okumak gerekiyordu, Türkiye’nin Atina Bildirgesi adımı kayda değer oldu. Şu bir gerçek ki Bildirge’yle iki tarafın kazanacağı fayda, üçüncü tarafların çıkarlarından daha üstün. Fakat belki karamsar bir yaklaşım ama Bildirge’nin buzdağının altındaki yorgun yükü de kaldırması gerekiyor.