Attila İlhan ve ‘Ulusal Bileşim’in Eksik Parçası

Attila İlhan, farkında olarak ya da olmayarak Cumhuriyet aydınlarından miras aldığı sancıları taşır. O da Yahya Kemal gibi, Tanpınar gibi tarihsel ve millî benlik düşüncesini, millî terkip ve devam fikrini kendi cümleleriyle yeniden harmanlayıp kurmaya çalışır. Yanlışı yapılan devrimlerde değil, aydınların devrimleri yanlış yorumlamalarında görür.

Attila İlhan’ın “Hangi Edebiyat” adı altında derlenmiş edebiyat yazılarında bir yandan Cumhuriyet’le birlikte belirli kırılmalarla, dönüşümlerle ilerleyen edebiyatımızın serencamını; paralelinde ise kendi edebiyatını, nerede durduğunu, eleştirilerini okuruz.

 

İlhan, farkında olarak ya da olmayarak Cumhuriyet aydınlarından miras aldığı sancıları taşır. O da Yahya Kemal gibi, Tanpınar gibi tarihsel ve millî benlik düşüncesini, millî terkip ve devam fikrini kendi cümleleriyle yeniden harmanlayıp kurmaya çalışır. Edebiyatının da; bu fikirlerle kurduğu, ilk şiirlerinden son dönemlerdekine değin yaşadığı dönüşümlerin altında bu ideale varma çabası olduğu anlaşılıyor. Fakat onu Yahya Kemal, Tanpınar ve çoğu yerde andığı Necip Fazıl’dan ayıran temel fark onun toplumcu gerçekçi bir edebiyatı savunması. Kendi deyimiyle varmak istediği “ulusal bileşim”, ulusal sentezi oluşturan sac ayaklarından biri Marksizm’e ve bunun öncülüğünü yapan Nazım Hikmet’e ve onun şiirine dayanıyor. İlhan’ı modernist şairler, düşünürler arasında iyice farklılaştıran diğer yönü ise Hasan Bülent Kahraman’ın belirlemesiyle Marksizm’in evrensel duruşunu, onun bir tür yerelleştirilmesi çabası olarak Kemalizm’le buluşturmaya çalışmasıdır. Bir şaire ait bu özellikleri arka arkaya saymak gerçekten biraz kafa karıştırıcı görünüyor. Peki bu sentez nasıl bir sentez?

 

 

Modernleşme toplumlarında yaşanan hızlı, ani ve acele Batılılaşmaya karşı aydınların, edebiyatçıların bir ‘öz’e varma ya da kayıp bir ‘öz’ü, geçmişi ele geçirme kaygısı, telaşı olabilir bu. Yahya Kemal’in imtidadı, Tanpınar’ın dönüşerek değişmek ve değişirken dönüşmek diye tarif ettiği şey. İlhan da bir ulusal bileşime varmaya çalışıyor, Kemalist ideolojiyi merkeze koyuyor, halk edebiyatı ve divan şiiri geleneğini yeniden yorumlamamız gerektiğini söylüyor. Yine Kahraman’ın görüşüne göre İlhan’ın halk edebiyatı ve divan şiiriyle ilişkisi, onun modernist özü kurmak eyleminde yatar. Bu kurma eylemi, geçmiş birikimi yeniden kurma çabasıdır.

 

Toplumcu gerçekçi bir ulusal edebiyat onun edebiyat anlayışının temel dayanağını oluşturuyor. Yazılarında bununla ne demek istediğini dönüp dolaşıp anlatıyor. Bu anlayışı Atatürk’ün sanat anlayışına bağlıyor, yani Tanzimat’tan beri tutulan Batılı, alafranga çeviri ve adaptasyon bir edebiyat değil bu. Nasıl bir edebiyat peki? Selçuklu-Osmanlı sentezinden çıkacak ama bunu rasyonel bir akılla çağın gereklerine göre yeniden yorumlayacak bir edebiyat. Atilla İlhan, Mustafa Kemal’in bir konuşmasına atıfta bulunuyor sıklıkla, şöyle soruyor: “…Aydınların halka telkin edeceği idealler, halkın ruh ve vicdanından alınmış olmalı. Oysa bizde böyle mi olmuştur? O aydınların telkinleri ulusumuzun ruhundan alınmış idealler midir? Şüphesiz, hayır.”

 

Bu alıntıya yine döneceğim ama öncelikle İlhan’ın söylemlerini daha büyük bir çerçeve içerinde ele alırsak belki onu da sıkıntılarını da daha iyi anlayabiliriz. Bu çerçeve ya da şemsiye kavram “kültür” kavramı olabilir. Asıl meselemiz modernlik ve bu aşamadaki tökezlemelerimiz ise Batı tecrübesinin bir ürünü olan modernliğin öncelikle kültürel bir süreç olduğunu hatırlamakta fayda var. Bu belirmeyi Besim Dellaloğlu’nun “Poetik ve Politik” isimli çalışmasından hareketle söyleyebiliyorum, nitekim bu çalışma bizim gibi modernleşme toplumlarında neleri yanlış anladığımızı, kavramlardaki belirsizliği ortaya koymaya çalışıyor. İlhan’ı anlamakta da faydalı olduğunu düşündüğüm için sıklıkla ona başvuracağım.

 

Modernlik-Modernleşme Ayrımı

 

Besim Dellaloğlu, modernlikle modernleşme arasındaki ayrımı burada görür, modernlik öncelikle bir kültürel inşa sürecidir. Modernleşme projeleri ise kalkınma ve siyaset odaklıdır, siyaset de buna dahildir. Modernliğin liberalizm, sosyalizm, millîyetçilik, muhafazakârlık vb. bazı siyasi ütopyaların bir ürünü olduğu hep söylenegelir. Ama aslında modernliğin asıl ütopyası “kültür”dür.

 

Dellaloğlu, kültür kavramını üçe ayırır. Bunlardan ilki içine doğduğumuz kültür, yani antropolojik kültür, ikincisi Rönesans’tan beri Avrupa’da oluşan kültürel kamusal alan sayesinde muhatap olduğumuz bütün kitaplar, romanlar, tiyatro oyunları, operalar, sergilerdir. Buna müfredat diyor. Müfredat, Batı’da matbaa, Rönesans, Reformasyon, Aydınlanma’dan beri gelişen, genişleyen kültürel kamusal alanda toplumun temel “kaynakça”sını oluşturan poetik, estetik, kültürel yapıtlar, performanslar bütünü. Bir toplumu toplum yapan bütün kültürel ürünleri. Üçüncüsü ulus devletin inşa sürecinde gelişen zorunlu ulusal eğitimdir, buna da maarif diyor.

 

Üçe ayrılmış bu kültür tanımını akılda tutarak meseleye yeniden dönmeye çalışalım.

 

Yukarıda bahsettiğim Yahya Kemal’de bir imtidad, Tanpınar’da devam ederken değişen, değişirken devam eden bu anlamda kültür kavramıdır. Batı, modernliği kendi kültürel tarih(ler)ini askıya alarak değil sürekli onun bir parçası olmaya devam ederek ve ondan beslenerek inşa etmiştir. Hatta bu tutum onun sürekli olarak kendini aşması ve yeniden inşa edebilmesinin de anahtarıdır. Kendinizden tamamen vazgeçerek ötekini anlayamıyoruz; ötekini anlamak için bile kendiliğinizi sürdürebilmemiz gerekiyor.

 

Mustafa Kemal’in konuşmasına dönersek, aslında bu alıntıda Tanzimat’tan beri yapılagelen bir yanlışlığa işaret ediliyor, zemini kendi kültürümüze basmayan, bu kültürün içerisinden çıkmayan çözümler, Batı’dan alınmış adaptasyon kavramlar, sanatlarla başlayan bir Batılılaşma sürecinden dem vuruluyor. Konuşmada bu yanlıştan dönebilmek için çözüm de sunuluyor. Buna göre aydınlar, “Bu ulusa gideceği yolu gösterirken dünyanın her türlü biliminden, buluşlarından, ilerlemelerinden yararlanmalı, ama asıl temeli kendi içimizden çıkarmak zorundadır.” Ziya Gökalp’ın hars anlayışıyla yoğrulmuş bu konuşmanın görünürde hiçbir çelişkisi yoktur. Nitekim İlhan’ın da neredeyse tüm yazılarını bu paragrafın şerhi gibi okuyabiliriz. Ama çelişki tam da İlhan’ın bu alıntının altında serdettiği cümlede başlıyor. Diyor ki; Atatürk, Türk Dil Kurumu’nu ve Türk Tarih Kurumu’nu içimizden çıkarmak zorunda olduğumuz bu temeli aramak için kurmuştur.

 

Evet bir yönüyle doğrudur, şöyle der 1930 yılında Mustafa Kemal: “Millî his ve dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması, millî hissin inkişafında başlıca müessirdir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil şuurla işlensin.” Ülkesini, yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır”.

 

Buraya kadar da bir sorun varmış gibi görünmüyor. Zaten İlhan bu aşamalarda bir sorun görmediği için eleştirilerini İnönü dönemine yöneltiyor.

 

Köklerini Kaybeden Sanat

 

Atatürk’ün bu gayretlerine karşılık İnönü döneminde yürütülen politikalar bizi bu köklerden, zeminden ayırmış ve şiirimiz, sanatımız köksüzleşmiştir. İlhan’ın temel yanılgısı ve çelişkisi İnönü dönemini Atatürk döneminden bu kültür politikaları bağlamında tamamen ayırmakta yatıyor olabilir. Ona göre Kemalist ideoloji millî bir sentez çıkartma gayretindeyken, İnönü kültürümüzün temellerini Yunan Latin klasiklerinin çevrilmesinde aradı. Nurullah Ataç da bu yeni kültür politikasının en büyük ideologlarındandı, kaldı ki edebiyatımıza da tamamen bu ideoloji ve bu isimler yön veriyordu, ona göre “Garip” akımının şairleri, geçmişten tamamen kopan köksüz edebiyatın temsilcileriydi ve bizzat Ataç bunu istiyordu…

 

İlhan’ın basit bir düzlemde kurduğu ayrım gerçekte ne kadar doğru? Biz Atatürk ve İnönü dönemi kültür politikalarını bıçak gibi keserek birbirinden bu kadar kolaylıkla ayırabilir miyiz?

 

İlhan’ın bazı yerlerde yaptığı tutarlı belirlemelerin toplamda kendi içerisinde ayrıksı düşmesini, kültür kavramını yerinde kullanamayışından, aslında kullanamayışımızdan kaynaklandığını düşünebilir miyiz? Besim Bey’in yapmaya çalıştığı tasnif, yani üç ayrı kültür tanımı bize İlhan’ı ve kendimizi anlamakta yardımcı olabilir mi? Deneyelim.

 

İlhan’ın ayağını bastığı Kemalist ideoloji, devrimler bize nasıl bir kültür anlayışı vaat ediyordu? İlhan tarafından hiç bahsi geçmiyor ama 1928’de yapılan Harf Devrimi’nin bizi köklerimizden, özellikle İslami köklerimizden ciddi bir şekilde kopardığını ve koparmayı hedeflediği malum. Nitekim Mustafa Kemal de henüz 1921’de İlhan’ın deyimiyle kültür devriminin ne tür bir bileşim olacağını şöyle açıklıyor. İlhan’dan alıntılayarak aktarıyorum:

 

“… Millî bir terbiye programından bahsederken, eski devrin hurafatından ve evsaf-ı fıtriyemizle hiç de münasebeti olmayan yabancı fikirlerden, şarktan ve garptan gelen bilcümle tesirlerden uzak, seciye-i millîyeye ve tarihimizle mütenasip bir kültür kastediyorum…”

 

İlhan, bu alıntıya atıfla Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu’nun kurulduğunu, onların yapacakları araştırmalarla şarktan ve garptan gelen tahrip edici unsurlardan uzak bir şekilde kültürümüzün keşfedileceği düşünür.

 

Harf Devrimi’nin bizi kültürün müfredat ayağı anlamında, yani yüzyıllardır biriktirdiğimiz kültürel kamusal alanda toplumun temel kaynakçasını oluşturan edebi, yazınsal, estetik mirası tek kalemle sildiğini gördüğümüzde zaten kültürün basacağı zeminin bizzat Atatürk ve çevresindeki aydınlarca yıkıldığı söylenemez mi?

 

Harf Devrimi’nden sonra müfredatımızdan uzaklaşma ameliyesi, 1932’de toplanan 1. Dil Kurultayı ve devamında yapılan kurultaylarla bir ileri aşamaya taşınacaktır.

 

Bunu Cumhuriyet’in kurucu elitlerinden Falih Rıfkı’nın Dil Kurultayı’nın beklentisini ifade ettiği bir yazısında şu şekilde fark ederiz:

 

“Yeni Dil Cemiyeti’nin meydana koyacağı eserleri en fazla sabırsızlık ve heyecanla bekleyen sanat ve sanatkârdır. Bundan sonra Türkiye’de Öztürkçeyi sevenlerden başka sanatkâr yetişmeyecek olması, sanat mukavemetinin ortadan kalkması, ruh ve kulak hastalığından kurtuluşumuz, kurultay eserinin pek çabuk, zannedildiğinden çok daha çabuk muvaffak olacağının en sağlam delillerindendir” (105).[1]

 

Yani, eski kelimeler; yazılışlarıyla, telaffuzlarıyla ve temsil ettikleri medeniyetin (İslam Medeniyeti’nin) birer sembolü olarak çağrıştırdıklarıyla, uluslaşma sürecindeki Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceğe taşımak istemediği unsurlar arasında bulunuyordu.

 

Dil ve Edebiyatta İki Yönelim

 

Kurultaylarda sunulan bildirilere dil ve edebiyat bağlamında yakından bakıldığında iki ana yönelim olduğu görülür. İlkinde, Dil ve zihniyet arasında kurulan ilişkiden yola çıkılarak eski dille üretilen “Divan Edebiyatı”nın eski zihin yapısını yansıttığı ve yeni zihniyetin de ancak yeni bir dille yaratılabileceği savunusu…

 

İkincisi ise, Osmanlı Edebiyatı’nın (yakın geçmiş) kabul edilemezliği nedeniyle Türk Edebiyatı’na kaynak olarak Orta Asya Türk Edebiyatı’nın (uzak geçmiş) ve “Divan Edebiyatı”ndan bağımsız üretildiği ve geliştiği düşünülen “Halk Edebiyatı”nın (orta geçmiş) gösterilebileceğiydi.

 

Aslında harf ve dil devrimlerini doğuran düşünceye bu kısacık bir yakından bakma bile uzaklaşılmaya, silinmeye çalışılan geçmişin bizim modernleşme sürecinde yenileyerek dönüştüreceğimiz kültürün müfredat kısmına denk düştüğünü kavrayabiliriz. Sürekli bir parçası olmaya devam edeceğimiz, ondan beslenerek inşa edeceğimiz bir ‘ben’in, ‘öz’ün bu politikalar gerçekleştirilirse pek de ortada kalmayacağı öngörülebilirdi. Kemalist ideolojinin bu büyük hamlesinin doğurduğu boşluk, müfredat boşluğu, modernleşme sürecimizin temel çıkmazını oluşturuyor bence. Attila İlhan, Türk Dil ve Tarih kurultaylarına yakından bakmayı, mahiyetini anlamayı ve sonrasında gelen gelişmeleri bu bağlamda irdelemeyi denememiş görünüyor.

 

Oysa bu çıplak gerçeklik 1940’larda İstanbul Üniversitesi’nde hocalık yapan Alman entelektüellerce daha net görülüyor ve ifade ediliyordu. Nazi Almanyası’ndan kaçarak Türkiye’ye sığınmış İstanbul Üniversitesi’nde görev yapan Mimesis’in yazarı Erich Auerbach, Walter Benjamin’e mektubunda bunu şöyle ifade ediyordu:

 

“Aslında her şey kötü bir biçimde modernleştirilmiş ve barbarlaştırılmış durumda ve bu eğilim giderek artıyor. Genelde çok akıllı ve becerikli olan yönetim bu modern barbarlaşma sürecini hızlandırmaktan aşka bir şey yapamıyor… Dindarlığa karşı mücadele ediliyor ve Arap kültürünün başka yerlere sızması olarak değerlendirildiği için İslam kültürü de küçük görülüyor. Hem modern hem saf Türk olma isteği söz konusu. Bu çabalar, eski yazının yürürlükten kaldırılması, Arapçadan alınmış kelimelerin atılması ve yerlerine ‘Türkçe’ ya da Avrupa dillerinden alınmış kelimelerin konması yoluyla dilin tümüyle bozulmasına kadar vardı: Eski edebiyatı okuyabilecek tek bir genç bulamazsınız; düşünsel alanda son derece tehlikeli bir yönsüzlük söz konusu”.

 

Dağıtma, Dağılma ve Yeniden Doğuş

 

Yine Auerbach 1938’de bir asistanına yazdığı mektupta, İstanbul’da görev başında olduğu süre boyunca, Türk öğrencilerin Latince, antik Yunanca ve Batı Avrupa dilleri eğitimi aldıklarını ama Osmanlıca, Arapça ve Farsça metinler okumalarının artık zorunlu tutulmadığını gördüğünü belirtir. Dünya Edebiyatı Filolojisi (1952) başlıklı denemesinde ise böylesi siyasi kararların tarih bilincinin kaybedilmesine ve kültürün standartlaşmasına yol açtığını yazmıştır.

 

Yani İlhan’ın bileşim dediği şeyin tam da bir dağıtma, dağılma ve yeniden doğuşa imkân tanıyacak zemini kazıma ve silme hamlesi olduğunu söyleyebiliriz. Kaldı ki dışarıdan ve uzaktan bakıldığında Atatürk dönemiyle İnönü dönemi uygulanan kültür politikalarının bir bütün olduğu da Auerbach’ın satırlarından bakıldığında daha iyi görülüyor.

 

Belki de İlhan yanlışlığın farkında ama Kemalist ideolojiye bağından, sevgisinden ötürü suçu İnönü döneminde arıyor. Çünkü İlhan, ilginç bir biçimde ulusal bileşimi, sentezi yakalayamayışımızı ısrarla İnönü dönemine, o dönemde yönümüzü ulusala değil yine Batı’ya hem de Yunan Latin kaynaklarına çevirmemize bağlıyor.

 

İlhan burada “neden?” sorusunu sormuyor ya da şu temel gerçeği göremiyor: İnönü döneminde Yunan/Latin kaynaklarına dönülmesinin çok temel bir nedeni var. Bunu anlayabilmek için Mayıs 1939’da toplanan I. Türk Neşriyat Kongresi raporlarına bakmamız yeterli olur. Kongrede tartışılan ve dönemin aydınlarının ve yazarlarının hemfikir olduğu bir yokluk var: Millî bir kütüphanemizin yokluğu. Alfabe Devrimi üzerinden 11 yıl geçmiş ve ortaokul çağındaki gençlerin okuyacağı kanonik eserler, en somut anlamıyla eski harfleri bilmeyen gençlerin ellerine alıp okuyabilecekleri edebiyat, tarih metinlerini içeren bir kütüphanemiz yoktur. Osmanlıca eserler Latinize edilmemiş, edilmelerine de gerek duyulmamıştır. Çünkü eski eserler zaten değersiz görülüyordu. Bunu Nurullah Ataç pek çok kez ifade etmiştir.

 

Dolayısıyla genel kanıya göre Alfabe ve Dil devrimleri zaten eskinin değersizliğinden, köhneliğinden ve bize artık bir şey veremediğinden yapılmıştı. Bize de yeni bir temel ve kaynak gerekiyordu. Hasan Ali Yücel’in hümanizma anlayışına göre aslında bu kaynak bize uzak değildi, kökleri Anadolu’da yatan Yunan kaynakları zaten bizimdi ve bu eserler hızla çevrilerek yeni nesillere okutulmalıydı. İlhan bu politikayı şiddetle eleştirir, klasiklerin çevirilerine kıyasıya yüklenir.

 

Şimdi yeniden zihnimizi toparlamaya çalışarak kültür bahsinde meseleyi anlamaya dönersek, devrimlerle silinen bir müfredatın yerine İnönü döneminde girişilen yoğun tercüme hareketini, yeni bir maarifi ikame etme hamlesi olarak değerlendirebiliriz. Yeni bir kütüphane, gençlere eğitim yoluyla aktarılacak yeni bir maarif, eski müfredatı içermeyen ya da çok az içeren bir müfredat. Tercüme bürosunun yaptığı çevirilerde Fransız-Alman Edebiyatı ağırlığı görülür. Yine 1940-50 arası çevirilerin yaklaşık yüzde 11’i antik Yunancadandır. Burada çeviri klasiklerin Köy Enstitüleri’nde yoğun bir şekilde okutulduğunu hatırlamakta yarar var.

 

Peki Atilla İlhan’ın şikâyetçi olduğu edebiyatımız tam olarak nasıl bir haldeydi? Şiirimiz nereden nereye gelmişti ve hangi şairler hangi konumda yer alıyordu? “Ne Günlere Kaldık” (12 Şubat 1991) başlıklı yazısında Türk şiirinin geldiği noktanın vasatlığından dem vurur. Nazım Hikmet, Necip Fazıl, Ahmet Muhip ve Fazıl Hüsnü gibi şairlerle doruklarda gezen Türk şiiri şimdi can çekişiyordur ona göre. 1950’lerde Ahmet Arif’in uzun tartışmalar sonucu dahil olduğu Varlık Yıllığı’na derginin 1000’inci sayısı şerefine dağıttığı ödülde, “Sayrı duyarlıkları çiğneyerek/beynimle yiyip yüreğimle çiğneyemediğim/kusturucu bir sevi/ öğürdüm betonarme binaların balkonlarına” dizelerine verilir.

 

“Devrimler Yanlış Değil, Aydınlar Yanlış Yorumluyor”

 

Aslında dizelerde gün yüzüne çıkan şey, 1980’lere kadar Türk Edebiyatı’nın en belirgin unsuru olan Öztürkçeciliğin tezahürüdür. İlhan başka bir yazısında bunun sorumlusunun Türk Dil Devrimi’nin değil bunu gereksiz yere ileri götüren kendilerine halktan uzak bir dil kurmak isteyen aydınlar olduğunu savunur. Selanik’te Genç Kalemler ile başlayan “Millet Türkçesi”ni yaratacak hareketin istikametinin doğruluğunu ve Atatürk’ün de bu yolu takip ederek halkla aydının aynı dili konuşmasını sağlamaya çalıştığını savunur. Fakat İlhan’a göre “aydın yarı özleştirmeci, yarı ecnebi bir jargona bulaşmış, halkından ‘kopmayı’ yine ‘başarmıştır’.”

 

İlhan, yanlışı yapılan devrimlerde değil, aydınların devrimleri yanlış yorumlamalarında görüyor. Peki İlhan için ideal şair kimdi? Nazım Hikmet onun sözünü ettiği Osmanlı-Türk bileşimini, sentezini başarabilmiş bir şair. Ona göre bunu ancak toplumcu şairler yapabilirdi. Nazım, halk ve divan şiiri geleneğini özümseyip dönüştürmüştür. Nazım’ın hayatı boyunca yasaklı bir şair olması, sanırım İlhan’ın İnönü dönemine itiraz noktasının odağında duruyor.

 

Aşırı yorum olabilir ama en azından İlhan’ın perspektifinden bakılırsa Nazım, Besim Dellaloğlu’nun “kültür” kavramının üç tanımını sentezleyebilmiş bir şairdi.

 

Attila İlhan’ın ‘ulusal bileşimi’nin eksik parçasının Harf ve Dil devrimlerine getirmediği eleştiri olduğunu düşünüyorum. Bu parçalarla, yani eski harflerle kopan ani bağımızın tesisiyle ve çağrışımlı şiir ve kelimelerin yerine eski Türkçe metinlerden devşirilen yeni kelimelerle, dilde bu bileşimin asıl mayasını oluşturabilirdik.

 

Bugün Cumhuriyet’in kuruluşundaki travmalarla yüzleşme pratiğinden uzaklaşmamız sanki dönüp dolaşıp aynı yere geldiğimiz hissi uyandırıyor. Bugün itibarıyla tarihte yaşanmış olanları bilgisayardaki metin gibi geri alma imkânımız yok. Ama Atilla İlhan özelinde ve günümüz tartışmalarında, tarihimizle, yaşadığımız kırılmalarla yüzleşilmediği takdirde olan biteni anlamak da mümkün olmayacak. Dellaloğlu’nun sınıflandırması ile müfredat eksiğimiz de hep yarım kalacak.

 

[1] Atatürk ve Türk Dili 2, Atatürk Devri Yazarlarının Türk Dili Hakkındaki Görüşleri: Gazetelerden Seçmeler. Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Dil Kurumu Yayınları: 662. Ankara, 1997. s.105

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.