Avrasyacılık Bağlamında Türkiye-Rusya İlişkileri
Avrasyacılık, Rusya’nın kendine özgü siyasi ve entelektüel dönüşüm sürecinin bir parçası olarak ortaya çıktı ve 1990’ların ikinci yarısında Doğu Perinçek üzerinden Türkiye’nin gündemine geldi. Türkiye-Rusya ilişkilerinde yaşanan ilerleme sonrasında 2000’lerin başında Türkiye’de popülerlik kazanan Avrasyacılık, 15 Temmuz 2016’da yaşanan başarısız darbe girişimi sonrasında siyasi gündemdeki yerini sağlamlaştırdı. Ancak, son birkaç yıl içinde artan yakınlaşmaya rağmen Türkiye-Rusya ilişkilerinin Avrasyacı bir stratejik ortaklığa doğru evrildiğini söylemek fazla iddialı olur.

Son dönemde Türk dış politikası üzerine yapılan tartışmalarda sıklıkla Türkiye’nin geleneksel Batılı müttefiklerinden uzaklaşarak Rusya’ya yaklaştığından bahsediliyor. Bu iddiayı savunanlar özellikle 2016’dan sonra Türkiye’nin Rusya’yla siyasi diplomatik ve ekonomik alanda geliştirdiği ilişkilerin hızına vurgu yaparken, ABD ve AB ile kurulan stratejik bağların giderek zayıfladığına işaret ediyorlar. Bu durum ise çoğunlukla uzun zamandır Türkiye’de belli kesimlerin de ilgi odağında olan Avrasyacılık düşüncesine referans verilerek açıklanıyor.
Türkiye’nin geleneksel NATO müttefiklerinden uzaklaşıp Rusya’nın liderlik ettiği bir Avrasya eksenine doğru kayıp kaymadığı sorusunu cevaplamak ve bunun olası stratejik sonuçlarını tartışabilmek elbette çok önemli. Ancak bu tartışmaların sağlam bir entelektüel zeminde yapılabilmesi için Avrasyacılığın Türkiye açısından tam olarak ne anlama geldiğinin ve özellikle Rusya’yla son dönemde gelişen ilişkileri Avrasyacı bir perspektiften değerlendirmenin ne ölçüde doğru olduğunun daha iyi anlaşılması gerekiyor.
Rus Avrasyacılığının Tarihsel Gelişimi
Türkiye’de Avrasyacılık üzerine yapılan tartışmalarda çoğunlukla ihmal edilse de bu düşünce akımının esasen Rusya’nın özgün siyasi ve entelektüel dönüşüm sürecinin bir parçası olarak ortaya çıktığına dikkat çekmek gerek. Bolşevik Devrimi’nden kaçarak Avrupa’ya sığınan bir grup Rus göçmen yazarın görüşleri etrafında şekillenen Avrasyacılığın özünde; Ortodoks Hristiyanlık ve kolektivist/dayanışmacı/ruhani bir toplumsal geleneği temsil eden Rusya’nın, neden Katolik Hıristiyanlık ve bireyci/materyalist bir toplumsal gelenekle özdeşleştirilen Avrupa ülkelerinden farklı olduğunu anlama çabası yatıyordu.
Piyotr Savitski ve Nikolay Trubetzkoy gibi aydınların başını çektiği bu yazarları daha önceki Rus milliyetçi entelektüellerden ayıran en önemli özellik ise Rusya’nın kültürel olarak Moğol/Tatar mirasıyla, coğrafi olarak da Asya kıtası ile tarihsel olarak kurmuş olduğu özel bağları öne çıkarmalarıydı. Rusya’yı Avrupa ve Asya’nın kesiştiği bölgede kendine has bir coğrafi alan olarak tanımlayan bu yazarlar, bu açıdan Rus milliyetçiliğine oldukça özgün bir yorum getirmeyi başarmışlardı.
Tüm Sovyet dönemi boyunca Marksizm/Leninizm’e alternatif oluşturabilecek diğer düşünce akımlarının ciddi bir baskı altında tutulması nedeniyle Avrasyacılık uzun süre Rus entelektüel yaşamında marjinal bir akım olarak görüldü. Bu düşünce akımının Rusya’da yeniden gündeme gelmesi ise ancak Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra mümkün olabildi. 1990’ların Rusya’sında Aleksandr Dugin gibi milliyetçi yazarlar o dönemde Rus elitleri tarafından geniş kabul gören Batı yanlısı tezleri çürütebilmek için klasik Avrasyacılığın argümanlarını yeniden kurgulayarak Rusya’nın güncel siyasi, kültürel ve coğrafi koşullarına göre dönüştürdüler.
Her ne kadar Dugin’in savunduğu haliyle “Yeni Avrasyacılık” orijinal Avrasyacı yazarların görüşlerinden ziyade Batı kökenli “Yeni Sağ” ideolojiden ve Halford J. Mackinder ve Karl Haushofer gibi klasik jeopolitik kuramcıların fikirlerinden besleniyorsa da, Sovyet sonrası Rus milliyetçi düşünce akımları arasında kendisine özel bir yer edindiği söylenebilir. Rusya’nın “Atlantik” olarak adlandırdığı ABD liderliğindeki uluslararası düzenin hiçbir zaman parçası olamayacağını savunan Dugin ile takipçileri, Rusya’nın bunun yerine başta eski Sovyet cumhuriyetleri ve İran olmak üzere yeni bir Avrasya kıtasal jeopolitik ittifak projesine önderlik etmesi gerektiğini iddia ediyorlar.
Dugin’in 2000’ler boyunca Avrasyacılığı uluslararası bir entelektüel platforma dönüştürmek için gösterdiği yoğun çabalar da bu düşünce akımının Rusya dışında geniş bir taraftar kitlesi bulmasına yardımcı olmuş gibi görünüyor. Özellikle “Atlantik’e karşı Avrasya” söyleminin İtalya’dan Macaristan’a, Fransa’dan Kazakistan’a ve Türkiye’ye uzanan geniş bir coğrafyada Batı karşıtı gruplarda belli bir ilgi doğurmayı başardığını söylemek mümkün.
Türkiye’de Avrasyacılık
Bir düşünce akımı olarak Avrasyacılığın 1990’ların ikinci yarısında Türkiye’nin gündemine gelmesinde eski adıyla İşçi Partisi, yeni adıyla Vatan Partisi’nin genel başkanı Doğu Perinçek’in katkılarından özellikle bahsetmek gerek. Türkiye’nin bağımsız bir dış politika yürütebilmek için Batı’ya karşı başta Rusya olmak üzere Çin, İran ve Hindistan gibi ülkelerle işbirliği yapması gerektiğini “Avrasya Seçeneği” adını verdiği bir kavramla savunan Perinçek’in, zaman içinde Dugin’le kurduğu yakın kişisel ilişkilere de bağlı olarak Avrasyacılığın Türkiye’deki en önemli temsilcisi haline geldiğini söylemek yanlış olmaz.
Ne var ki Dugin’in uzunca bir süre Türkiye’nin Avrasya bloğu projesindeki rolüne şüpheyle yaklaştığını ve ABD ile stratejik ilişkileri nedeniyle Türkiye’yi adeta “Atlantikçilerin Avrasya’daki ajanı” olarak gördüğünü de unutmamak gerek. Dugin özellikle 1990’ların ilk yarısında Türkiye’nin Orta Asya Türk cumhuriyetleri ve Azerbaycan’la geliştirdiği ilişkilere sert tepki göstererek bu tür bir Türkçü Avrasya vizyonuna sıcak bakmayacağının işaretlerini vermişti. Buna rağmen Türkiye’de Rus Avrasyacılığına duyulan entelektüel ilginin özellikle 2000’lerle beraber yoğunlaşması ve aynı dönemde Perinçek ailesiyle dostluğunun pekişmesi üzerine Dugin’in görüşlerinin zaman içinde belirgin biçimde değiştiği ve Türkiye’ye daha olumlu bakmaya başladığı söylenebilir.
Avrasyacılığın Türkiye’de farklı ideolojik kesimler arasında popülerlik kazanması ise Dugin-Perinçek bağlantısından ziyade Türkiye-Rusya ilişkilerinde meydana gelen olumlu dönüşümle açıklanabilir. 2000’de Rusya’da Vladimir Putin’in devlet başkanı seçilmesi ve 2002’de Türkiye’de Adalet ve Kalkınma Partisi döneminin başlamasıyla birlikte Ankara ve Moskova arasındaki ilişkiler hızlı bir gelişme gösterdi. 2003’te Mavi Akım doğalgaz boru hattının faaliyete geçmesi ve 2004’te Putin’in ilk kez Türkiye’yi ziyaret etmesi bu süreçte önemli dönüm noktalarıydı.
Bu dönemde Rusya’yla ilişkiler gelişirken Türkiye’nin ABD ve AB ile ilişkilerinde ortaya çıkan bazı sorunlar ise özellikle ulusalcı çevrelerde Avrasyacılığa duyulan ilgiyi arttırdı. 1 Mart 2003’te TBMM’de oylanan Irak tezkeresi ve hemen ardından Kuzey Irak’ta yaşanan “çuval krizi” hadisesi bu kesimlerde ABD’ye yönelik olumsuz düşünceleri beslerken, aynı çevreler 2004’te Kıbrıs’ta referanduma taşınan Annan Planı ve ardından bu planı reddetmesine rağmen Güney Kıbrıs’ın AB’ye tam üye yapılmasına tepki gösterdiler. Hatta o dönemde Türkiye’de hem Batı’ya, hem de hükümetin politikalarına karşı milliyetçi ve ulusalcı gruplar arasında “Kızıl Elma” adı verilen kısa süreli bir pragmatik siyasi yakınlaşma bile görüldü.
Her ne kadar MHP lideri Devlet Bahçeli Avrasyacılığın aslında “Avrusyacılık”, yani bir tür yeni Rus emperyalizmi olarak görülmesi gerektiğini söyleyerek ulusalcılarla arasına mesafe koyduysa da, özellikle 2002’den sonra Avrasyacılık Türkiye’de akademik, siyasi ve askeri çevrelerde bir dış politika seçeneği olarak daha ciddi olarak tartışılmaya başladı. Nitekim dönemin MGK Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç bile AB’ye karşı Türkiye’nin Rusya ve İran’la bir stratejik yakınlaşma içine girmesi gerektiğini iddia ediyordu.
Kılınç’ın bu görüşleri aynı zamanda Türk Silahlı Kuvvetleri içinde Rusya’yla yakın ilişkiler kurulması gerektiğini savunan bir grubun giderek daha öne çıktığını simgelemesi açısından da anlamlıydı. Batı’nın Kıbrıs, PKK ve Irak gibi hayati meselelerde Türkiye’ye karşı ikircikli yaklaşımını eleştiren ve iç politikada seküler/Kemalist bir siyasi çizgiyi savunan bu kişiler özellikle Putin’in savunduğu “çok kutuplu dünya düzeni” söylemine ilgi gösteriyor ve Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) gibi Avrasya merkezli yeni uluslararası platformlara sempatiyle yaklaşıyorlardı. Putin’in 2007 yılında Münih Güvenlik Konferansı’nda yaptığı ve ABD’nin tek taraflı ve dayatmacı politikalarını sert bir biçimde eleştirdiği konuşmasının Genelkurmay Başkanlığı’nın resmî internet sitesinde yayımlanması bu bakımdan oldukça dikkat çekici bir gelişmeydi.
15 Temmuz ve Sonrası
Türkiye’de Avrasyacı tezlere yakınlığıyla dikkat çeken isimlerin önemli bir bölümü için 2007-2008 sonrasında yaşanan gelişmeler önemli bir kırılma noktası oldu. Pek çoğu Ergenekon ve Balyoz soruşturmaları kapsamında hükümete karşı darbe girişiminde bulundukları iddiasıyla gözaltına alındılar veya tutuklanarak cezaevine gönderildiler. Bu dönemde Perinçek ve Kılınç’ın da belli bir süre cezaevinde kalmalarına yol açan bu sürece bağlı olarak Avrasyacılığın Türkiye’de sonunun geldiği yorumları yapılıyordu.
Ancak bizzat Dugin’in de sert eleştirilerine maruz kalan Ergenekon ve Balyoz davalarına karşın Türkiye-Rusya ilişkileri hız kesmeden gelişmeye devam etti. İki ülke bir taraftan 2010’da Akkuyu Nükleer Santrali için anlaşmaya varırken bir taraftan da karşılıklı olarak vizeleri kaldırmaya karar verdiler. İzleyen yıllarda ise Türkiye’de Avrasyacı jeopolitik blok projesinin en önemli simgelerinden birisi olarak görülen ŞİÖ’de “diyalog ortağı” statüsü elde etti. Hatta o dönem başbakan olan Erdoğan 2013 yılında verdiği bir röportajda; AB’nin Türkiye’yi oyalamaya devam etmesi durumunda ŞİÖ’ye tam üyeliğin söz konusu olabileceğine bile dikkat çekti. Bu durum Avrasyacılığın Türkiye’de ideolojik anlamda olmasa da, en azından bir dış politika vizyonu olarak hâlâ belli bir ilgi yaratmaya devam ettiğini gösteriyordu.
Avrasyacılığın ideolojik olarak Türkiye’nin siyasi gündemine dönüşünü sağlayan en önemli gelişme ise 15 Temmuz 2016’da yaşanan başarısız darbe girişimi oldu. Bu durumu üç faktör ışığında değerlendirmek mümkün. Birincisi, darbe girişimini tertipleyen FETÖ’nün aynı zamanda Türkiye’de Avrasyacılıkla ilişkilendirilen pek çok yazar, asker ve siyasetçinin yıllarca yargılandıkları Ergenekon ve Balyoz davalarının da sorumlusu olarak görülmesi. Bu durum 15 Temmuz sonrasında Perinçek başta olmak üzere bu isimlerin önemli bir bölümünün FETÖ’ye karşı mücadelede hükümetin yanında saf tutmalarına neden oldu. Ayrıca daha önce Ergenekon ve Balyoz’da yargılanan bazı askerlerin 15 Temmuz sonrasında TSK içinde üst düzey görevlere getirildiği iddia edildi.
İkinci faktör, bizzat Dugin’in kendisinin bu süreçte Türk kamuoyunda giderek daha görünür hale gelmiş olması. Tesadüfen darbe girişiminin olduğu gün Ankara’da Melih Gökçek’le bir görüşme yapmış olan Dugin’in olası bir darbeye karşı Türk hükümetini önceden uyardığına yönelik iddialar yerli ve yabancı medyada geniş yer buldu. Her ne kadar bu iddialar Türk veya Rus yetkililer tarafından teyit edilmediyse de, Dugin’in 15 Temmuz sonrasında sık sık Türkiye’ye gelerek aralarında Başbakan Binali Yıldırım’ın da olduğu hükümet yetkilileriyle görüşmesi Avrasyacılığın Türkiye’de yeniden ilgi odağı olmasının önemli bir göstergesi sayıldı.
Avrasyacılıkla ilgili tartışmaların Türkiye’de öne çıkışını anlamak için üçüncü ve belki de en önemli faktör ise 15 Temmuz sonrasında Türkiye-Rusya ilişkilerinde meydana gelen dönüşüm. 15 Temmuz’da ABD ve AB yetkililerinden gelen cılız tepkilere rağmen Putin’in Erdoğan’ı bizzat arayarak darbecilere karşı kesin destek vermesi 24 Kasım 2015’te meydana gelen uçak krizinin Türkiye-Rusya ilişkilerinde yarattığı olumsuz etkilerin kısa sürede silinmesine vesile oldu. Nitekim Ankara ve Moskova Ağustos 2016’dan itibaren Suriye’de yakın bir askeri koordinasyon içine girdiler. TSK’nın Suriye’de yapmış olduğu Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı gibi önemli sınır ötesi operasyonlar bu koordinasyon sayesinde mümkün olabildi.
İran’la birlikte başlattıkları Astana ve Soçi gibi yeni diplomatik süreçler de Türkiye ve Rusya arasındaki stratejik ilişkilerin gelişmesine önemli katkı yaptı. Öte yandan ABD’nin tüm yaptırım uyarılarına karşın Ankara, Rus S-400 füze savunma sistemini satın alarak Moskova’yla yakınlaşmasının sadece Suriye meselesi ile sınırlı kalmayacağını göstermiş oldu. Tüm bunlara ilave olarak özellikle Rusya için çok önemli olan Türk Akım Doğalgaz Boru Hattı’nın da açılışı gerçekleşti. ABD ve AB ile ilişkilerin olumsuz seyrettiği bir dönemde yaşanan bu gelişmeler, Türkiye’nin dış politikada Rusya’ya doğru kaymakta olduğu iddialarına güç kazandırdı.
Avrasya İttifakı Mümkün Mü?
Her ne kadar iki ülke arasında son birkaç yıl içinde dikkat çekici bir yakınlaşma yaşandığını belirtmek mümkünse de, Türkiye-Rusya ilişkilerinin Avrasyacı bir stratejik ortaklığa doğru evrildiğini söylemek fazla iddialı bir saptama olur. Daha önce de belirtildiği gibi, Ankara ve Moskova’nın Avrasya tahayyüllerinin örtüşmesi oldukça zor görünüyor. Zira Rusya’daki siyasi çevrelerin Avrasyacılıktan esas anladıkları Moskova liderliğinde kurulacak bir jeopolitik blok iken, Türkiye’de Avrasyacılığa sempati duyan kesimler daha ziyade Rusya’yla eşitler arası diyalog temelinde şekillenecek bir stratejik işbirliğinden bahsediyorlar.
Putin’in 2012’den itibaren öne çıkardığı ve eski Sovyet cumhuriyetleri arasında ekonomik bütünleşmeyi esas alan Avrasya Ekonomik Birliği de Moskova’nın Avrasyacı vizyonu hakkında önemli ipuçları sunuyor. Rus yetkililer son dönemde bu örgütü Çin’in “Kuşak ve Yol” projesi ile uyumlaştırmaya çalışarak, “Büyük Avrasya Ortaklığı” adını verdikleri yeni bir inisiyatifi gündeme getirmeye başladılar. Öte yandan Rusya ile Çin arasındaki ekonomik ve siyasi ilişkilerin de son yıllarda hızla geliştiğine dikkat çekmek gerek. Dolayısıyla Rusya’nın Avrasya vizyonunun şekillenmesinde Türkiye’den ziyade Çin’in daha kilit bir rol oynadığını söylemek mümkün.
Türkiye’nin NATO ile sıkı askeri bağlara sahip olması da Avrasyacılık üzerinden bir Türkiye-Rusya ortaklığının kurgulanmasını oldukça zorlaştıran bir faktör. Bu noktada ŞİÖ’nün kuruluş amacının esasen NATO’ya karşı bir jeopolitik blok oluşturmak olduğunu unutmamak gerek. Ayrıca Türkiye’nin stratejik ve ekonomik öncelikleri hâlâ Rusya veya Çin’den çok Batı ülkeleri ile örtüşüyor. Örneğin; bu iki ülke ile bugüne kadar tesis edilen ekonomik ilişkilerde Türkiye aleyhine büyüyen ciddi bir dış ticaret açığı söz konusu. Öte yandan Türkiye’nin ihracatının büyük bölümü AB ülkelerine gerçekleşirken, Rusya ve Çin’den Türkiye’ye yapılan doğrudan yatırımların miktarının AB ile kıyaslanamayacak kadar küçük olduğu görülüyor.
Bölgesel Sorunlar
Türkiye ve Rusya arasında Avrasyacılık temelinde bir ortaklığı zorlaştıran faktörlerden birisi de iki ülkenin bölgesel sorunlara yaklaşımlarında görülen derin fikir ayrılıkları. Örneğin; Suriye meselesinde her ne kadar Rusya ve İran’la sahada girişilen işbirliği Türkiye açısından belli askeri kazanımlar sağlamış olsa da, en son İdlib krizinde öne çıkan anlaşmazlıkların da gösterdiği gibi hâlihazırda bu işbirliğinin sınırlarına ulaşılmış durumda. Nitekim Ankara’nın İdlib’de Rusya’yla yaşanan sorunlar üzerine NATO’nun askeri desteğini almaya çalışması özellikle dikkat çekici. Bu açıdan Rusya’yla Suriye özelinde kurulan pragmatik ilişkilerin Türkiye açısından stratejik bir dış politika yöneliminin lokomotifi olarak algılanması yanlış olur.
Suriye dışındaki bölgesel meselelerde de Türkiye ve Rusya arasında bir jeopolitik uyum bulunduğunu iddia etmek zor. Örneğin; Rusya “Libya krizinde” ve genel olarak Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarının paylaşımı konusunda Türkiye ile aynı önceliklere sahip değil. İki ülke ayrıca Ortadoğu’daki pek çok önemli meseleye ilişkin olarak da farklı pozisyonları temsil ediyorlar. Nitekim Rusya’nın son yıllarda bölgede Mısır, İsrail, Suudi Arabistan ve BAE gibi Türkiye’yle ciddi sıkıntılar yaşayan ülkelerle yakın siyasi ve ekonomik ilişkiler geliştirdiğini unutmamak lazım.
Avrasyacılık açısından kilit önem taşıyan Karadeniz-Kafkasya-Balkanlar üçgeni ise Türkiye-Rusya ilişkilerinin belki de en zayıf noktasını oluşturuyor. Rusya ile önemli sorunlar yaşamakta olan Gürcistan ve Ukrayna’nın son yıllarda Türkiye ile stratejik ilişkilerini geliştirme çabalarına karşın Rusya’nın da Türkiye’nin sorun yaşadığı Ermenistan’la işbirliğini derinleştirmesi dikkat çekici. Öte yandan Rusya’nın son dönemde Kırım’ı silahlandırarak Karadeniz’deki stratejik dengeyi belirgin biçimde kendi lehine değiştirmesi de Türkiye’yi endişelendiriyor. Ankara’nın genel olarak Balkan ülkelerinin NATO üyeliğini desteklemesine karşın Rusya’nın buna kesin bir dille karşı çıkması da iki ülkeyi karşı karşıya getiren bir başka önemli bölgesel konu. Yine örneğin; Kosova ve Bosna gibi meselelere ilişkin olarak iki ülke arasında önemli görüş farklılıkları mevcut.
Ankara ve Moskova arasında bölgesel konulara ilişkin bu ciddi fikir ayrılıklarının yakın dönemde ortadan kalkmasını beklemek pek gerçekçi değil. Rusya elbette stratejik anlamda Türkiye’nin dış politika öncelikleri açısından önemli bir aktör olmaya devam edecektir. Ancak bu ülkeyle tesis edilen siyasi ve ekonomik ilişkileri realist bir bakış açısıyla tahlil etmek ve mevcut durumda Rus Avrasyacılığının öngördüğü gibi bir jeopolitik ortaklık için uygun koşulların oluşmadığını özellikle akılda tutmak gerekiyor.
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

EMRE ERŞEN
