Avrasyacılık konusunda faaliyet yürüten, iktidarı ve genel olarak politika yapıcıları etkilemek isteyen içerideki aktörlerin temel motivasyonlarının Rusya-Çin ile ideolojik yakınlık olduğu açık. Türkiye’yi dünyaya kapatmak ve toplumu devlet eliyle ‘adam etmek’ bu aktörlerin siyasal bakış açılarının merkezinde yer alıyor.
Türkiye dış politikasıyla ilgili olarak gündeme gelen konulardan birisi de ‘eksen kayması’ meselesidir. Batı blokundan ayrılıp Rusya-Çin blokuna yöneldiğiyle ilgili olarak, “Türkiye eksen değiştirmiyor, milli çıkarları doğrultusunda, dış politika önceliklerini ve ilişkilerini çeşitlendiriyor” değerlendirmesi yapılıyordu. Ancak Rus-Çin eksenini savunan siyasal kesimlerin tezlerini topluma, siyasete ve devlete ‘dayatma’ çabaları arttıkça, konunun farklı bir noktaya evrilmeye başladığı görülüyor. Öyle ki, Doğu Türkistan ve Kırım meseleleri dahi detay olarak görülmeye başlandı.
Avrasyacılık Meselesi
Genel olarak Avrasyacılık, soğuk savaş ile kaybedilen Rusya hegemonyasını yeniden kurmayı ve emperyalist bir güce dönüşmesini amaçlamaktadır. Bu düzene kendi halkı için sosyalizmi, küresel piyasa için ise vahşi kapitalizmi uygulayan Çin’de eklenmiştir. Bu anlayışın Türkiye’ye ilişkin temel hedefi ise bağımsızlıklarını kazanan Türki Cumhuriyetleri yeniden kontrol altına almak ve Türkiye’nin bu devletlerle ilişki kurmasını engellemek/kısıtlamaktır. Türkiye için önerilen ‘eksen’ değişikliği ise ülkenin siyasal-ekonomik ağırlığını Rusya-Çin hattına kaydırması ve onlarla birlikte hareket etmesidir. Yani temel hedefleri, Türkiye’nin Rusya-Çin ile iyi ilişkiler geliştirmesi değil, Rusya-Çin yörüngesine sokulmasıdır.
Türkiye’nin son yıllarda dış politika değişikliklerine ve Rusya ile geliştirdiği ‘iyi’ ilişkilere rağmen, Rusya’nın Türkiye’yi jeopolitik olarak çevreleme ve nüfuz alanını daraltma çabaları dikkate alındığında, bu konudaki temel politikalarının değişmediği görülür. Unutmamalı ki; Rusya artık sadece Kuzey değil, aynı zamanda Güney ve Doğu komşumuz. Moskova, hem Suriye hem Libya hem de Kafkasya’daki askeri varlığını ve jeopolitik konumunu tahkim etti. Bunun da Türkiye’yi stratejik olarak uzun süreli bir şekilde sıkıştıracağı aşikâr. Yani, son yıllarda yaşanan gelişmeler dikkatlice incelendiğinde, Rusya’nın bir yandan Türkiye içindeki ‘muhipleri’ aracılığıyla yönetimi etkilemeye çalıştığı, öte yandan da coğrafî olarak Türkiye’yi kuşatmaya yönelik hamlelere önem verdiği görülecektir.
Coğrafî kuşatma meselesini anlamak için Ukrayna, Kırım, Gürcistan, Azerbaycan-Ermenistan, Suriye ve Libya meselelerine bakmak fikir verir. Ukrayna ve Gürcistan’da yaşanan işgaller, Azerbaycan-Ermenistan arasındaki sorunun çözümünün konuşulduğu masadan Rusya’nın ‘alan hakimiyetinin’ çıkması, Suriye’de İran ile birlikte yürüttüğü politikalar, Suriye’ye yerleşme, İdlip üzerinden Türkiye’ye karşı yapılan operasyonlar ve Libya’da BM’nin de tanıdığı Ulusal Mutabakat Hükümeti’ne (UHM) karşı çıkan aktörleri desteklemesi gibi konular, Rusya’nın peşinde olduğu ‘alan hakimiyeti’ meselesini netleştiriyor.
Rusya için alan hakimiyeti olarak görülen meselelere harita üzerinden bakıldığında ortaya çıkan sonuç, Türkiye’nin kuşatılmasıdır. Bu tablo; Rusya ile hem stratejik iş birliği imkanını ortadan kaldırıyor hem de masada Rusya ile yan yana gelmenin güç olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla; Rusya’nın Avrasyacılık fikri üzerinden istediği şey, bölge ülkelerinin, dolayısıyla da Türkiye’nin, kendisine tâbi olmaları, bağımsız politika izlemekten vazgeçmeleri ve Rusya’nın yörüngesinde olmayı kabul etmeleridir. Mesela; bu aktörler Türkiye’nin Karadeniz’de Ukrayna ile geliştirdiği yakın ilişkilerden hoşnut değiller. Çünkü bu ilişkilerin Rusya’yı Ukrayna’da dengelemeye matuf yönünün olduğunu çok iyi biliyorlar.
Avrasyacılığın ne olduğunu anlamak için bazı isimleri izlemek yeterlidir. Bu isimlerden birisi de Alexandr Dugin’dir. Dugin sık sık Türkiye’ye davet edilir, medyaya çıkarılır, kimi devlet yöneticileriyle görüştürülür. Hatta bir seferinde AK Parti grup toplantısına katılmış ve o zaman başbakan olan Binali Yıldırım ile görüştürülmüştü. Dugin’in yönettiği tsargrad.tv adlı kanalda 4 Mart 2021’de yayınlanan bir makalede, Rusya’nın Suriye’deki hava saldırılarıyla ilgili olarak “Rusya, Şimdilik Türkiye’yi Suriye’de Vuruyor ve Kovuyor” anlamına gelen bir başlık kullanılmış. Yazının içeriğinde ise Türkiye ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ilişkin daha ağır ifadeler var. Bu tür yazılar, Avrasyacılığın Türkiye’ye ilişkin emellerini anlamak için yeterli. Bu arada; “Tsargrad” ise Slav dilinde Doğu Roma’nın başkenti, yani İstanbul!
Türk Milliyetçiliği Rus Avrasyacılığı İlişkisi Mümkün mü?
Avrasyacılık fikrini savunanların kendilerini ‘ulusalcı’, milliyetçi ve ‘anti-emperyalist’ olarak tanıtmaları, üzerinde durulması gereken bir konudur. Uzak geçmişi bir tarafa bırakıp, yakın tarihe baktığımızda, Rus devlet aklının Avrasya’yı, emperyalist emelleri için nasıl perişan ettiğini çok net görebiliriz. İşgaller, sürgünler, milyonlarca insanın katledilmesi, Balkanlarda yürütülen etnik/dini temizlik, Çin’in uyguladığı soykırım politikaları, düşünce/inanç özgürlüğünün yok sayılması gibi insanlık dışı uygulamalar ilk anda akla gelen örnekler. Bu konular gündeme geldiğinde, Batı’nın benzer politikalarıyla tartışmayı gölgelemek en çok başvurulan yöntem. Ancak Avrasyacılık konuşulduğu için bunların gündeme geldiğini görmek istemezler.
Bu fikrin savunuculuğunu yapanların tartışmak istemedikleri konulardan birisi de güncel kimi konulardır. Mesela; PKK’nın resmi olarak ofisinin bulunduğu ender ülkelerden birisinin Rusya olması, PKK’nın kullandığı Rus menşeli silahlar, PKK’nın alt yapılanması olan YPG ile kurulan ilişki, Rusya’nın Ankara Büyükelçiliği Müsteşarının “PKK/YPG’yi terör örgütü olarak kabul etmediklerini “söylemesi, Çin’de yaşayan Müslüman azınlıklara ve Uygur Türklerine yapılan ayrımcılık ve soykırım…
Aslında sayabileceğimiz bütün başlıklarda Rusya’nın temel tezi, Türkiye karşıtlığıdır. Suriye, İran, Irak, Doğu Akdeniz, Libya, Karadeniz, Kafkasya, Kırım vs. Bu çerçevede bakıldığında hem Türk milliyetçisi olmak hem de Avrasyacılık fikrini desteklemek mümkün mü? Türk milliyetçiliğinin kurucu aktörlerinin tarihsel hafızasında Rus karşıtlığı merkezi bir konuma sahipken, böyle bir sonucun neden kaynaklandığına bakmakta yarar var. Bu noktada ise iki konu ön plana çıkıyor; Avrasyacılık fikriyatının taşıyıcı unsuru olan aktörlerin Rusya-Çin ile var olan ideolojik yakınlıkları ve Batı’nın izlediği yanlış politikalar karşısında Rusya’nın sergilediği operasyonel manipülatif dil.
Batı’nın İzlediği Kimi Politikalar
Aslında; Türkiye’de ortaya çıktığı iddia edilen eksen kayması, stratejik bir tercih değil, Batı ile yaşanan sorunlara ve izlenen kimi yanlış politikalara karşı ortaya çıkmış reaktif bir durum. Türkiyenin perspektifi üzerinden, Batı ile yaşanan sorunları özetlemek gerekirse; (1) Türkiye’deki tüm askeri darbeler ile Batı ülkeleri arasında kurulan ilişki. (2) IŞİD’in Türkiye’nin temel fay hatlarını hedefleyen saldırılarından sonra sergilenen ‘duyarsız’ tutum ve PKK-FETÖ yönlendirmesiyle Türkiye’nin IŞİD’e ‘yardım’ ettiği konusunda yapılan suçlamalar. (3) PKK’nın desteklendiğine ilişkin yaygın kanaat. (4) Türkiye’nin, Doğu Akdeniz’de ortaya çıkmakta olan enerji ve güvenlik denkleminin dışında bırakılmaya çalışılması. (5) Türkiye’nin AB sürecinin akamete uğraması ve Kıbrıs meselesinin çözülmemiş olmasına rağmen AB müktesebatlarına aykırı bir şekilde Kıbrıs Rum tarafının bütün Kıbrıs’ı temsil edecek şekilde AB üyeliğine kabul edilmesi. (6) Arap Baharı sürecinde otoriter Arap yöneticilerden yana tavır alınması, İslamcılara duyulan ‘alerji’ nedeniyle demokrasi talebinin ötelenmesi ve şiddet karşıtı ana akım İslami hareketlerin terörle ilişkilendirilmeye çalışılması. (7) İsrail politikalarına teslim olunması. (8) Suriye’de sergilenen politikasızlık ve Türkiye’nin savunma sistemi taleplerinin yok sayılması…
Bültenimize Üye Olabilirsiniz
Bunlar; ilk anda akla gelen ve devlet ile halkın büyük bir kısmı tarafından da kabul edilen sorunlu politikalarıdır. Bunların tümünü, “Erdoğan hükümeti siyasi kazanç için komplo teorilerini tutarlı bir şekilde üretiyor ve kitlesi kesinlikle onlara inanıyor” şeklinde değerlendirmek meseleyi anlamamaktır. Bu arada; dile getirilen sorunlu politikaları anlamaya ilişkin bir çaba göstermemek hem iletişimin kesilmesi hem de sorunların derinleşmesi demektir.
Avrasyacıların Temel Motivasyon ve Argümanları
Avrasyacılık konusunda faaliyet yürüten, iktidarı ve genel olarak politika yapıcıları etkilemek isteyen içerideki aktörlerin temel motivasyonlarının Rusya-Çin ile ideolojik yakınlık olduğu açık. Türkiye’yi dünyaya kapatmak ve toplumu devlet eliyle ‘adam etmek’ bu aktörlerin siyasal bakış açılarının merkezinde yer alıyor. İdeolojik arka planları nedeniyle hem demokrasiye hem de hürriyetlere karşı bir alerjileri var. Dün anti-kapitalist bir dil kullanan bu aktörler, bugün Çin ve Rusya’nın kapitalizmin en vahşi hallerini sergilemelerini görmezden geliyorlar.
İktidarı ve genel olarak politika yapıcıları etkilemek isteyen Avrasyacı aktörlerin kullandığı argümanları özetlemek gerekirse; (1) Batı’nın Türkiye’ye karşı uyguladığı yanlış ve ‘hasmâne’ politikalar sonucu ortaya çıkan milli duygular üzerinden yürümek, kullanmak. (2) Türkiye’nin Batı tarafından işgal edilmek ve bölünmek istendiğine ilişkin teoriler üzerinden toplumu ve yöneticileri ‘korkutmak’. (3) Soğuk savaş dönemi sloganlardan olan “tam bağımsız Türkiye” söylemi üzerinden hem milliyetçileri hem de muhafazakarları etkilemeye çalışmak. Bu slogan ile kast edilen ise tam bağımsız Türkiye’den öte, Batı ile ilişkilerini kesmiş ve Rusya-Çin eksenine tabi olmuş bir Türkiye’dir. Çünkü Rusya ve Çin’le ilişkilerde bağımsızlık vurgusu pek yapılmıyor. Yani Batı’dan bağımsızlık olarak formüle edilen söylem Rusya ve Çin’e bağımlılık şekline bürünüyor. (4) Demokrasi, hukuk ve özgürlük gibi kavramların ülkeyi yönetmek için ‘yük olduğu’, Batı’nın bu kavramlar üzerinden Türkiye’yi ‘hesaba’ çektiği, bundan kurtulmanın yolunun ise Rusya-Çin eksenine dayanmak olduğuna ilişkin kabul. (5) Yunanistan’ın Batı’dan aldığı destekle sergilediği ‘şımarıklığı’ kullanmak…
Avrasyacılığın Devlet Perspektifi
Tam da bu noktada üzerinde durulması gereken konulardan birisi de bu kesimin devlet anlayışı ve bu anlayış üzerinden amaçlananın ne olduğudur. Bunların devlet anlayışı; bir yandan Stalinizim, öte yanda toplumu yok sayan Maoculuk ve son olarak bu iki baskıcı anlayış ile kapitalizmi birleştirmeye çalışmaktır. Yani; devletin toplumu ‘dövdüğü’, ezdiği, ‘adam’ etmeye çalıştığı, değersizleştirdiği ve dar bir azınlığın yönettiği bir model öneriliyor. Türkiye için önerdikleri devlet modelinin özeti bu. Önerilen devlet anlayışı, Şeyh Edebali’nin, “insanı yaşat ki devlet yaşasın” sözünün tam tersi. Ayrıca, örtülü biçimde dayatılmak istenen bu model ile demokrasi dışı vesayet yapılarına yeniden davetiye de çıkartılmak isteniyor. Yani; devletin demokrasiyi, hukuk güvenliğini, insan haklarını önemsemeyen bir eksene oturması ve Stalinist-Maocu bir anlayışının egemen olmasıdır. Bu modelin bölgemizdeki adı Baasçılıktır. Baasçı anlayışının bölgemize ve ülkelere neler yaşattığı ise ortadadır.
Devlet modeline ilişkin arzularının yanı sıra, iktidar partisinin tabanını ve kadrolarını soyut tarih, ham muhafazakarlık ve çokça negatif milliyetçiliğe doğru dönüştürmek de istenmektedir. ‘Millîlik’ vurgusu üzerinden toplumun dönüşmesi isteniyor ki, önerilen ‘sakat’ devlet anlayışı da kabul görsün. Bu konu, özellikle iktidar partisi tarafından dikkate alınması gereken bir toplumsal mühendislik projesidir ve ülkenin geleceği açısından oldukça risklidir.
Peki; Bağımsız Bir Eksen Mümkün mü?
Soruyu, ‘Türkiye’nin herhangi bir eksene mahkûm olmadan, kendi çıkarlarını önceleyebileceği ve otonom davranabileceği bir eksen mümkün mü?’ şeklinde de sorabiliriz. Aslında çıkarların maksimize olduğu bir zaman diliminde bir eksene mahkûm olmanın doğru olmadığı açıktır. Zaten, soğuk savaş sonrası ortaya çıkan yeni dünya düzeni, özünde Türkiye gibi ülkelere daha otonom dış politika geliştirme ve yürütme imkânı tanımıştı. Ancak Türkiye, o dönemlerde var olan iç sorunların derinliği, bunlara ilişkin adım atılamaması, toplumsal zeminin tahkim edilmemesi ve 2000 öncesi dönemlerdeki yönetici kadroların otonom politika geliştirme ve uygulama konusundaki iradesizliği gibi faktörler nedeniyle ilerleme sağlayamamıştı. 2002 yılından sonra AK Parti iktidarı ise uzun bir dönem soğuk savaş sonrası ortaya çıkan ve devam eden belirsizlikten yararlanmayı bildi. Özellikle AB gündemi üzerinden Batı ile kurulan ilişkiler Türkiye’ye önemli imkanlar tanıdı. Tümden bir tarafa/bloka yaslanmadan otonom politikalar geliştirme ve uygulama şansından yararlandı.
Türkiye’nin temel meselesi; son yıllarda adı konulmamış bir biçimde ortaya çıkan yeni iki kutuplu dünya sistemiyle birlikte, her iki kutuptan destek aldığı değerlendirilen çevrelerin, ülkedeki seçilmiş iktidarı kuşatma, bloke etme, devirme girişimleriyle karşı karşıya kalmasıdır. Bu durum, 2000’li yıllarda elde edilen kazanımları kaybetme riskini de içeriyordu. Tam da bu atmosfer içinde farklı bir akıl devreye girdi ve Türkiye’nin Rus-Çin eksenine yakınlaşması tezi işlendi. Soğuk savaş döneminde Batı ile kurulan tek taraflı ilişkiler üzerinden dile getirilen “tam bağımsız Türkiye” sloganı, hükümet dışındaki kimi aktörler ve hükümet içindeki kimi ‘danışmanlar’ aracılığıyla Avrasyacılık fikriyatını desteklemek, yani farklı bir bağımlılık için ‘dolgu malzemesi’ olarak kullanıldı.
Tüm bunlara rağmen, dünya dengeleri değişiyor ve Türkiye bir bloka mahkûm olmak zorunda değil. Türkiye’nin ihtiyacı olan şey bir tarafa yaslanmak değil, kendisine otonom/özerk alanlar oluşturmaktır. Var olan iki eksen de Türkiye gibi bölgesel güç merkezlerinin bağımsız, özerk politikalar yürütmesinden hoşnut değil. Ancak önümüzdeki süreçte rolleri artacağı açık olan bölgesel güçlerin, bir eksene bağlı olmadan kendileri olabilmeleri çok önemli. Türkiye kendi içinde toplumsal ve siyasal konsolidasyonu sağladığı an hem bir bloka mahkûm olmak zorunda kalmayacak hem de kendi çıkarlarını sınırlayan birçok dayatmayı bozabilecektir. Bunu yaparken var olan ittifaklarını ve kazanımlarını da koruyabilir. Bu noktada; hem bir eksenin ‘ucuz karakolu’ hem de kimi aktörlerin etkileriyle öteki eksenin demokrasi dışı önermelerine teslim olmamalıdır. Bununla birlikte bir adım daha ötesine giderek, iki eksenin politikalarını vicdan ve ahlak odaklı sorgulamalı ve dünya halklarına yansıtmalıdır.
Sonuç olarak birkaç noktayı netleştirmek gerekirse; Batı’nın politik yaklaşımlarının, kimi alanlarda, milli çıkarlarımızla çeliştiği açıktır. Ancak Batı artık tek bir blok değil ve Batı içerisinde de geleceğe ilişkin hararetli tartışmalar yaşanmaktadır. Bu durum Türkiye’ye yeni imkanlar sunabilir. Bununla birlikte; Batı ile var olan kriz alanlarımızı, Avrasyacıların yanlış reçeteleriyle aşma, üstesinden gelme imkânımız da yok. ‘Kurtarıcı’ gibi gösterilmek istenen Rusya-Çin blokunun dün sosyalizm, bugün ise vahşi kapitalizm üzerinden vatandaşlarına yaşattıkları ortada. Bu anlamıyla insanlığın önüne koyabileceği evrensel bir değere sahip olmadıkları açıktır. Ayrıca soğuk savaş bitti ve sahici olmayan korkular üzerinden ülkeleri bloklara mahkûm etme dönemi de kapandı. Kısacası; Türkiye’nin, yağmurdan kaçarken doluya tutulmaması gerekir.