Avrupa Konseyi ve Türkiye – II
Venedik Komisyonu’na göre, yanlış bilgi yaymanın suç haline getirilmesi, “medya üzerinde caydırıcı etki yapacaktır. Otosansür, özellikle yaklaşan 2023 seçimleri bağlamında bilgi akışını ve tartışmayı sınırlandıracak, halkın bilgi edinme ve her türlü düşünceye ulaşma hakkını büyük ölçüde tahrip edecektir.”
25 Ekim 2022 tarihli yazımda Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi’nin (AKPM) Türkiye’de demokratik rejimin işleyişindeki aksaklıkları konu alan 12 Ekim tarihli kararı incelenmişti. Bu yazımda Avrupa Konseyi’nin başka bir önemli organı olan Venedik Komisyonu’nun 7 Ekim tarihli raporu [CDL-PI, (2022)032] ele alınacaktır.
Venedik Komisyonu (Hukuk Yoluyla Demokrasi Komisyonu) Avrupa Konseyi’nin hukukî konularda danışma organıdır. Komisyon raporlarının hukukî bağlayıcılığı olmamakla birlikte, Avrupa hukuk çevreleri ve Konsey üyesi ülkeler üzerinde büyük manevi etkisi olduğu kuşkusuzdur. Bu rapor, Avrupa Konseyi “İnsan Hakları ve Hukuk Devleti Genel Direktörlüğü”nce (DGI) ortaklaşa ve durumun aciliyeti nedeniyle acil (urgent) usule göre hazırlanmıştır. Raporun konusu, Dezenformasyon ya da Sansür Kanunu olarak bilinen 7418 sayılı Kanun’un 29’uncu maddesidir. Raporun kabulü tarihinde bu metin henüz kanunlaşmış değildi. Dolayısıyla rapor, kanun teklifine dayanmıştır. Ancak teklif, daha sonra hiçbir değişikliğe uğramaksızın kanunlaşmış olduğundan, rapordaki görüş ve eleştiriler bugün için de aynen geçerlidir.
Bilindiği gibi, kanunlaşan metnin 29’uncu maddesi aynen şöyledir: “(1) Sırf halk arasında endişe, korku veya panik yaratmak saikiyle, ülkenin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığı ile ilgili gerçeğe aykırı bir bilgiyi, kamu barışını bozmaya elverişli şekilde alenen yayan kimse, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır.
(2) Suçun, failin gerçek kimliğini gizlemek suretiyle veya bir örgütün faaliyeti çerçevesinde işlenmesi halinde, yukarıdaki fıkraya göre verilen ceza yarı oranında artırılır.”
Raporda ilkin Türk makamlarının, benzer düzenlemelerin Almanya, Fransa, İngiltere, ABD ve Avrupa Birliği’nde de mevcut olduğu yolundaki iddiaları ele alınarak bu ülkelerdeki durum incelenmekte ve söz konusu iddiaların gerçekle bağdaşmadığı ifade edilmektedir. Almanya, Fransa ve İngiltere’de gerçeğe aykırı bilgileri yayan kişiler hakkında cezaî kovuşturmada bulunulması söz konusu değildir (para. 15-19). İsveç’te yanlış bilgi yayma, ancak kanun dışı zorlama veya kanun dışı tehditle birlikte bulunduğu takdirde hapis cezası uygulanır (para. 25-26).
Komisyon daha sonra, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) ifade hürriyetine ilişkin 10’uncu maddesi ve bu maddede değinilen sınırlandırma kriterleri ışığında, 29’uncu maddenin Sözleşme’ye uygun olup olmadığını tartışmaktadır. Bu kriterler; kanunla belirlenmiş olmak, maddede belirtilen meşru amaçlardan hiç değilse birine uygun olmak, demokratik bir toplumda gerekli olmak ve korunan meşru amaçla orantılı olmaktır.
Kanunla belirlenmiş olma şartı, AİHM içtihatlarına göre, sınırlamaya temel teşkil eden kanun hükmünün, kolayca erişilebilir, anlaşılabilir, açık ve öngörülebilir olmasını, yani bireylerin belli bir eylemin hukukî sonuçlarını öngörebilmesini ve davranışlarını ona göre ayarlayabilmesini gerektirir. Oysa 29’uncu maddedeki birçok kavram (gerçeğe aykırı bilgi, alenen, saikiyle, sırf, ülkenin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni, genel sağlık, elverişli şekilde, bir örgütün faaliyeti) bu niteliklerden yoksun, muğlak, çeşitli anlamlara çekilebilecek kavramlardır (para. 38-54). Komisyon, söz konusu düzenlemenin “meşru amaç” kriterine uygunluğunu kabul etmekle birlikte (para. 55-57) “demokratik bir toplumda gereklilik” ve “orantılılık” kriterleri açısından ciddi eleştiriler getirmektedir. Komisyon’a göre Türk ceza mevzuatında yanlış ve yanıltıcı bilgi yaymanın en tehlikeli türleri hakkında zaten müeyyideler bulunduğuna göre, yeni bir cezaî müeyyide yaratma konusunda “zorlayıcı bir sosyal ihtiyaç” yoktur. Bu, ifade hürriyeti üzerinde keyfî sınırlamalara kapı açabilecektir (para. 61). Orantılılık (proportionality) kriteri de meşru amacı gerçekleştirmek için, hürriyetleri en az sınırlandırıcı yolun tercih edilmesi gerektiğini ifade etmektedir. Düzenleme bu açıdan da AİHS’nin 10’uncu maddesiyle bağdaşmamaktadır (para. 61-69).
Nihayet Komisyon, düzenlemenin, özellikle seçim dönemlerindeki caydırıcı etkisine (chilling effect) ve otosansürü teşvik etme eğilimine işaret etmektedir (para. 70-78). Komisyon’a göre, yanlış bilgi yaymanın suç haline getirilmesi, “medya üzerinde caydırıcı etki yapacaktır. Otosansür, özellikle yaklaşan 2023 seçimleri bağlamında bilgi akışını ve tartışmayı sınırlandıracak, halkın bilgi edinme ve her türlü düşünceye ulaşma hakkını büyük ölçüde tahrip edecektir.” (para. 79). Bu endişenin ne kadar yerinde olduğu, Sayın Kılıçdaroğlu hakkında, çok normal bir eleştirisi nedeniyle 29’uncu maddeye dayanılarak soruşturma açılmış olmasından da anlaşılmaktadır.
Türkiye’nin Alacağı Tutum
Avrupa Konseyi’nin iki önemli organının raporlarının incelenmesi, Türkiye’nin Konsey’in ana ilkeleri olan demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti ideallerinden hayli uzaklaşmış olduğunu ortaya koymaktadır. Bir yandan da Konsey’in diğer bir organı olan Bakanlar Komitesi’nin başlatmış olduğu ihlâl prosedürünün de yürümekte olduğu unutulmamalıdır. Bu süreç, muhtemelen üyelikten ihraç gibi en radikal müeyyide ile sonuçlanmayacak olsa da Parlamenter Meclis’te oy hakkından yoksun bırakılmamız gibi daha hafif bir müeyyide ile karşılaşmak ihtimali çok güçlüdür. Çünkü Bakanlar Komitesi, elbette AİHM kararlarının tümüyle etkisiz kılınmasına seyirci kalamaz; bu, Konsey’in dayandığı temel değerlerin inkârı demek olur. Bu manzaraya bakınca, AKP iktidarı döneminde Avrupa Birliği ile tam üyelik müzakerelerinin başlamasının davul-zurna ve havaî fişeklerle kutlanışını hatırlamamak ve “Nereden nereye?” dememek mümkün değildir.
Türkiye’nin Avrupa Konseyi ile ilişkilerinde izleyeceği tutum ne olacak? Bu sorunun cevabı, çok büyük ölçüde, önümüzdeki seçimlerin sonucuna bağlı. Seçimleri muhalefet cephesi kazandığı takdirde ilişkilerin olumlu bir mecraya gireceği, “eski iyi günler”in geri geleceği kuşkusuzdur. Çünkü bütün muhalefet partileri, Konsey’in eleştirilerinin tümüne katılmakta ve iktidara geldikleri takdirde gerekli reformları derhal gerçekleştirmeyi taahhüt etmektedirler. Seçimleri Cumhur İttifakı kazandığı takdirde ise, iki olasılık görünmektedir. Birincisi, iktidarın otoriter gidişinden vazgeçmemekle birlikte bazı uzlaşmacı jestlerde bulunması, özellikle Kavala ve Demirtaş’ın tahliye edilerek AİHM kararlarının yerine getirilmesinin sağlanması, böylece ihlâl müeyyidesi ihtimalini bertaraf etmesidir. İkinci ve çok daha kötümser olanı ise, Konsey’in taleplerini milli egemenliğimize bir müdahale olarak görüp hiçbir olumlu adım atmamaktır. Sayın Cumhurbaşkanı’nın son günlerdeki “Konsey’in dedikleri, AİHM’nin dedikleri bizi pek ilgilendirmez” yolundaki sözleri, ikinci olasılığın daha güçlü olduğu izlenimini uyandırmaktadır. Bu senaryo gerçekleştiği takdirde, Türkiye’nin Tanzimat döneminden beri devam eden, Cumhuriyet’le çok daha güçlenen Batı’ya yaklaşma eğilimi sona erecek; Türkiye, kurucu üyesi olduğu ve 70 yıldır bütün faaliyetlerine aktif şekilde katıldığı Avrupa Konseyi’nden tümüyle koparak sıradan bir Ortadoğu devleti olma durumuna düşecektir. Bunun manevi ve siyasi sorumluluğunun çok büyük olacağı açıktır.