Avrupa Sanıldığı Gibi Kozmopolit mi?
Son on yılda aşırı sağ yükselirken, AB çok güç bir durumda kaldı. Bu savaş sonrası dönemde ortaya çıkan yurttaşlığa dayanan kırılgan kimliğin daha kültürel ve hatta etnik bir kimliğe teslim olmakta gibi göründüğü anlamına geliyor – özellikle de İslam’a karşı tanımlanmış bir kimliğe.
- HANS KUNDNANI
- 19 Eylül 2021

Avrupa Birliği, beyaz ve Hristiyan bir kıta kimliği fikrini giderek daha fazla benimsiyor. AB gerçekten de Brexit sırasında Birlik’te kalmaktan yana olanların liberal anlatısının vücut bulmuş hali mi?
Ağustos ayı ortalarında Kabil düştüğünde Avrupa liderlerinin neredeyse hepsinin verdiği ilk tepki, kıtaya bir mülteci dalgası daha geliyor endişesi idi. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron “Büyük düzensiz göçmen akınlarına hazır olmalı ve kendimizi korumalıyız” diyordu. İki hafta sonra yapılacak olan seçimde Angela Merkel’in yerini alarak Almanya Başbakanı olmayı umut eden Hristiyan Demokrat aday Armin Laschet ise, Almanya’nın bir milyondan fazla sığınmacıyı kabul ettiği 2015 mülteci krizinin tekrarlanmasının mümkün olmadığını söyledi. Avrupa Konseyi Ağustos ayı sonunda, “geçmişte karşılaşılan büyük çapta yasa dışı kontrolsüz göç hareketlerinin yinelenmesini önlemek üzere ortak hareket etme” konusunda anlaşmaya varmıştı.
Avrupa Birliği’nin Avrupa’yı bir sığınmacı akınından “koruma”ya ağırlık vermesi, son on yıldaki rahatsız edici dönüşümünün bir yansıması. Geçmişte “Avrupalılık yanlıları”nın, dünyanın neredeyse kaçınılmaz bir biçimde AB suretinde yeniden kurulacağından emin olduğu zamanlar olmuştu. Zira söz konusu zamanlarda AB, esaslarını durmadan genişlettiği ve “sosyal piyasa ekonomisi” ve refah devleti etrafında şekillendirdiği modeli ihraç etmişti. Ancak 2010’da Euro bölgesi borç krizinin başlamasından bu yana Avrupa daha defansif oldu ve artık dünyayı büyük ölçüde tehditler üzerinden okuyor.
Aynı zamanda bununla ilişkili olarak, Avrupa kendini giderek daha fazla kültürel kavramlarla tasavvur ediyor. Avrupa modelinin – özellikle Merkel liderliğindeki Avrupa daha “rekabetçi” olmaya çalışırken bu modelin altını oyduğu için – daha az inandırıcı ve ikna edici olmaya başlaması nedeniyle, “Avrupalılık yanlıları” artık durmaksızın “Avrupa değerleri”nden bahsediyor. Hatta, Ursula von der Leyen’in “jeopolitik” Avrupa Komisyonu, Avrupalı yaşam tarzını teşvik etmek (aslında böyle bir yaşam tarzını “teşvik etmekten” ziyade “korumak”) üzere sığınma ve göç konularından sorumlu olan bir temsilciye de yer veriyor.
Macron 2017’de Fransa Cumhurbaşkanı olduğunda, qui protège bir Avrupa’dan – yani “koruyan” bir Avrupa’dan – bahsediyordu. Başlangıçta bu, yurttaşları her şeyden önce piyasadan korumakla alakalıydı. Macron sermaye dağılımındaki eşitsizliklerin azaltılabilir olduğu bir Avrupa Birliği tesis etmek için Euro bölgesinde reform yapmayı ummuştu. Ancak planları engellendi, başka bir ifadeyle Merkel tarafından düpedüz görmezden gelindi. Macron o tarihten bu yana, aşırı sağın baskısıyla ve aşırı sağı giderek daha fazla taklit ederek, ekonomiye ilişkin bir koruma fikrinden çok kültürel olarak koruma fikrini yeniden keşfetti – özellikle de Müslüman olandan koruma.
Macron gibi “Avrupalılık yanlısı” merkeziyetçiler uluslararası siyaseti giderek Huntingtoncu bir “medeniyetler çatışması” çerçevesinden düşünür oldular. Samuel Huntington Batı’yı soğuk savaş sonrası dönemde kendini Çin ve İslam’la çatışma halinde bulacak tek medeniyet olarak ele alırken, Macron gibi merkeziyetçiler Avrupa’yı Birleşik Devletler’den ayrı ve kendi otoritesini de kabul ettirmek zorunda olan bir medeniyet olarak görüyorlar.
Avrupa projesinde medeniyete yönelim kendimize anlattığımız Brexit hikâyesini karmaşık bir hâle getiriyor. Ayrılmadan yana olanlar genellikle, 1950lerde başlayan kitlesel göç öncesinin beyaz Britanyası özlemi içindekiler olarak tasvir edildi. Ancak gerçek çok daha karmaşık. Örneğin 2016’da Britanya’nın siyah ve Asyalı nüfusunun üçte biri ayrılmadan yana oy verdi. Siyaset bilimci Neema Begum’ın belirttiği gibi, pek çoğu bu yönde oy verdi çünkü AB’yi “beyaz kale” olarak gördüler – hatta AB’de kalınsın oyu verenler de Avrupalı olarak tanımlanmama eğilimindeydi. Kıta Avrupası ırk eşitliği bakımından Birleşik Krallık’ın genellikle gerisinde kalıyor – örneğin, Brexit Avrupa Parlamentosu’nda etnik azınlıklardan olan parlamenter sayısını dramatik bir biçimde düşürdü. (Buna dair tam rakam yok çünkü Fransa ve Almanya gibi üye devletler etnik veriler toplamıyor.)
Kıtada, “Avrupalılık yanlıları” diğer Avrupalılarla onları dünyanın kalanından ayıran ortak bir şeyleri olduğuna inanıyor – Avrupa’yı Almanların Schicksalsgemeinschaft olarak adlandırdığı şey ya da bir kader birliği olarak düşünüyorlar. Ayrılmayalım diyenlerin çok azı böyle düşünüyor; çoğu gerçek kozmopolitanlar. Sorun şu ki onlar da genellikle, tıpkı ayrılmadan yana olanlar gibi, AB gerçekliğinden habersizler ve gerçekte var olan AB’den ziyade hayali bir AB’yi destekliyorlar. Özellikle Britanya solundaki pek çok kişi AB’yi gerçekte olduğundan çok daha açık ve ilerici olarak hayal ediyor. AB’nin Brexit müzakerecisi ve şu aralar önümüzdeki yıl yapılacak Fransa cumhurbaşkanlığı seçiminin Cumhuriyetçi adayı olmaya hazırlanan Michel Barnier, geçen hafta Avrupa dışından gelen göçmenlerin kabulünün askıya alınması çağrısında bulundu.
Bunun üzerine düşündüğünüzde, “Avrupa” ile özdeşleşmenin kozmopolitanizmin bir ifadesi olarak görülmesi özellikle tuhaf. Avrupa dünya değil ve AB’yi desteklemek ya da kendinizi Avrupalı olarak düşünmek sizi, bırakın Theresa May’in 2016’da belirttiği gibi “hiçbir yerin vatandaşı” yapmayı[1], bir “dünya vatandaşı” yapmaz. Sizi daha çok belirli bir bölgenin, yeryüzündeki en beyaz bölgenin, vatandaşı yapar. Aslında tarihsel olarak “Avrupalı” ve “beyaz” önemli ölçüde eş anlamlı olmuştur – örneğin Güney Afrika aparteidinde “Avrupalı”nın ne anlama geldiğine bakın.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, en azından seçkinler arasında, yeni ve daha yurttaşlığa dayanan bir Avrupalı kimliğinin ortaya çıktığı ve bunun AB olan şeyin merkezinde yer aldığı doğrudur. Ancak meşruluk sağlamak ve bir takım hisler uyandırmak için sıklıkla eski etnik ve kültürel Avrupa fikirlerine başvurulmuştur – örneğin “pro-Avrupacılar”ın en prestijli ödülü Şarlman onuruna verilir ve Şarlman Hristiyanlıkla eş anlamlı bir orta çağ Avrupalı kimliğini simgeler. Hatta “pro-Avrupacılık” teriminin kendinin de gösterdiği gibi, yurttaşlık, etnik ya da kültürel Avrupalı kimlik fikri her zaman görmezden gelinmiştir.
Kaldı ki AB, Avrupa’da İkinci Dünya Savaşı’yla sonuçlanan çatışmalarla geçen yüzyıllardan çıkardığı derslere dayanırken ve kademeli olarak Holokost’un kolektif hafızasını anlatısına katmışken, “Avrupalılık yanlıları” Avrupalıların dünyanın kalanına yaptıklarından ders çıkarmaya dahi çalışmadı ve kolonyalizm tarihi hakkında söyleyecek bir şeyleri hiç olmadı.
Son on yılda, aşırı sağ, kıtanın her yerinde aniden yükselişe geçerken ve merkez sağın hatta Danimarkalı Sosyal Demokratlar gibi bazı merkez sol partilerin gündemini belirlerken, AB çok güç bir durumda kaldı. Bu savaş sonrası dönemde ortaya çıkan yurttaşlığa dayanan kırılgan kimliğin daha kültürel ve hatta etnik bir kimliğe teslim olmakta gibi göründüğü anlamına geliyor – özellikle de İslam’a karşı tanımlanmış bir kimliğe. Bir diğer ifadeyle, aslında beyaz olmanın Avrupalılık projesindeki önemi azalmıyor, daha da artıyor olabilir.
_
[1] İngiltere Başbakanı Theresa May 2016’da bir parti konferansında şunları söyledi: “Bir dünya vatandaşı olduğunuza inanıyorsanız, hiçbir yerin vatandaşı değilsiniz. Vatandaşlığın ne demek olduğunu anlamıyorsunuz.”(ç.n.)
Bu yazı The Guardian sitesinde yayınlanmış olup, Evrim Yaban Güçtürk tarafından Perspektif için çevrilmiştir. Yazının orijinal linki için burayı tıklayınız.
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

HANS KUNDNANI
