Ayasofya’nın Hayaletleri

Osmanlı, Ayasofya’yı Bizans uygarlığının mirasının korunduğu bir hafıza mekanı olarak düzenlemek üzere 18. yüzyıla kadar figüratif mozaikleri büyük ölçüde açıkta bırakmış, örtmemiştir. 18. yüzyılda mozaiklerin tamamen örtülmesi, Osmanlı Devleti’nin, Doğu Roma İmparatorluğu’nun İslamlaşmış halefi olarak Devlet-i Aliyye nosyonundan vazgeçip, modern monarşi ve ulus-devlete doğru yönelmesi sonucu kültürel mantığının değişmesinin bir ifadesidir.

Ayasofya’nın Hayaletleri

Sanat tarihçisi Gülru Necipoğlu, “Ayasofya, Justinianus döneminde Hıristiyanlığın paganizme karşı galibiyetini, II. Mehmet’in imparatorluk camii olarak da İslam’ın nihai zaferini simgeliyordu”, diyor.* Bu yorumu destekler şekilde siyasal tarihçiler, Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesini laikliğin bir zafer nişanesi olarak okuyorlar. Bu şekilde, yani tarihi kopuşlar üzerinden okumanın biraz indirgemeci ve tek boyutlu olmak gibi bir sakıncası var. Halbuki aynı süreci sürekliliklere vurgu yaparak da okuyabilmemizi sağlayan tarihsel gerçekler var.

 

Örneğin, Ayasofya Justinianus tarafından pek ala Hıristiyanlığı yüceltmek amacıyla yaptırılmış olabilir, ama bu paganizmden bir kopuş anlamına gelmez. Nitekim, paganizm ayinleri dönüşerek litürjiyle ve görsel temsili dönüşerek ikonalarla Ayasofya’nın içine girmiş, dolayısıyla Hıristiyanlığın içinde varlığını sürdürmüştür. Hem de görkeminden hiçbir şey kaybetmeden, hatta daha görkemli bir şekilde.

 

 

 

 

II. Mehmet’in İstanbul’u fethinden sonra Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi de Osmanlının, dolayısıyla İslam’ın zaferini ilan eden bir sembolik anlam taşıyabilir. Ama Bizans, dolayısıyla Hıristiyan imparatorluk kültünün İslamileşerek varlığını sürdürdüğünü de gösterir. Gerçekten Bizans müesseselerinin Osmanlı müesseselerine tesirinin en açık görüldüğü yerdir Ayasofya. Mimari bakımdan Hıristiyan Roma’ya özgü merkezi planı birleştiren kubbeli bazilika tipinin cami mimarisine taşındığı model olmuştur. Bu model siyasal düzlemde, Selçuklular tarafından inşa edilen çok kubbeli ulu camilerin temsil ettiği, beylikler arasında dağılmış iktidarı tek elde toplayan ve yeniden dağılmasına engel olacak şekilde hukuki temele (kardeş katli) oturtulan “Devlet-i Aliyye”yi temsil eder. Bu bağlamda Ayasofya II. Mehmet’in Osmanlı Devletini, Bizans İmparatorluğu’nun Müslüman halefi olarak yeniden kurma iradesinin sahneye koyulduğu bir yerdir.

 

Bu saikle Ayasofya’yı Tanrının ve imparatorluğun gücünün sembolü olarak yansıtan Bizans efsaneleri, Osmanlı vakanüvislerince hemen uyarlanarak İslami menkıbelere dönüştürülmüştür. Diğer taraftan, Ayasofya’yı Bizans uygarlığının mirasının korunduğu bir hafıza mekanı olarak düzenlemek üzere 18. yüzyıla kadar figüratif mozaikler büyük ölçüde açıkta bırakılmış, örtülmemiştir.

 

Gülru Necipoğlu, 18. yüzyılda mozaiklerin tamamen örtülmesine, dönemin Osmanlı padişahlarının gittikçe daha ortodoks bir Sünni anlayışı benimsemelerinin neden olduğunu söylüyor, ama bu pek tatmin edici bir açıklama olarak gelmiyor bana. Daha çok, Osmanlı Devleti’nin, Doğu Roma İmparatorluğu’nun İslamlaşmış halefi olarak Devlet-i Aliyye nosyonundan vaz geçip, modern monarşi ve ulus-devlete doğru yönelmesi sonucu kültürel mantığının değişmesinin bir ifadesidir bu. İmparatorluğun içerici kültüründen ulus-devletin dışlayıcı kültürüne geçiş, Ayasofya’nın mozaiklerinin örtülmesinde kendini göstermektedir. İslam, egemen olduğu toplumun kültürel özelliğine göre, içerici veya dışlayıcı olmasına göre, hoşgörülü veya hoşgörüsüz söylemler geliştirmektedir.

 

Ayasofya’nın Atatürk tarafından müze yapılması, tarihi kopuşlar üzerinden okuyunca semboller düzeninde laikliğin egemenliğini ilan etmesi anlamına geliyor. Fakat bu sav da pek kesinlik taşımıyor. Her ne kadar Ayasofya müze yapılarak ibadethane özelliğini kaybetmiş ve dini kimliğinden çıkmışsa da, 1936’da düzenlenen tapuda cami olarak kaydedilmiştir. Ayasofya, laikliğin anayasaya girdiği ve radikal uygulamalarının olduğu yıllarda müze olduğu için, bu karar doğrudan laiklikle ilgili bir adım gibi anlaşılıyor.

 

Halbuki, Cumhuriyet’in ilk on yılında Ayasofya dini öneminden ve cazibesinden hiçbir şey kaybetmemiştir. Kutsal gecelerde, Ramazan ayında ve bayramlarda Ayasofya’da ibadet ayrıcalıklı yerini korur. Ayasofya laiklikten ziyade, İslami Protestanlık girişimlerine sahne olur. 1932’deki Kadir Gecesi’nde, Atatürk’ün emriyle düzenlenen programda 25 hafız tarafından Türkçe Kuran okunur.

 

 

Ayasofya’nın 1935’te müzeye çevrilmesine neden olabilecek gözden kaçan başka etkenler olduğunu düşünüyorum. 1930’lu yıllarda Batıda Bizans sanatına ilgi uyanır. Bu yıllar ilginçtir, çünkü bir yanda ABD’deki 1929 Büyük Buhranı dünya ölçeğinde bir ekonomik krize neden olmuştur. Ama 1921-1932 yılları arasında ABD Hazine Bakanlığı görevini yapan Andrew Mellon, çelik sanayiinden kazandığı serveti, Stalin’in Sovyet sanayileşme girişimi için gereken finansal kaynak karşılığında el altından sattığı sanat koleksiyonlarına yatırmıştır. Durum ortaya çıktığında, koleksiyonun ABD’de bir ulusal müze kurmak için yapıldığı açıklanır. Aksi takdirde, insanlar işsizlikten ve fakirlikten geçim sıkıntısı çekiyorken, hazine bakanının sanat eserleri için milyarlarca dolar harcamasının kabul edilebilir başka bir gerekçesi olamaz.

 

30’lu yıllarda Batıda avangard sanat akımları peşpeşe ortaya çıkmakta ve teknolojinin ilerlemesiyle sinema ve fotoğraf gibi yeni sanat dalları gelişmektedir. Buna koşut olarak kültür endüstrisi de ortaya çıkmakta ve büyümektedir. Müzeler de kültür endüstrisinin önemli bir ürünü olarak çoğalmaktadır. 1931’de ABD’li arkeolog Thomas Whittemore’un Ayasofya’daki mozaikleri ortaya çıkarmak için Türkiye’ye müracaat etmesi bu minvalde bir girişim olabilir.

 

Whittemore 1931’in Aralık ayından itibaren çalışmalara başlar. 1932’inin Temmuz ayında Whittemore, Atatürk tarafından çalışmalar hakkında bilgi vermek üzere davet edilir. Bu görüşmeden komplo teorileri üretmek yerine daha akla uygun tahminler yapılabilir. Whittemore, bu görüşmede Atatürk’ü, Ayasofya’nın katedral olarak ve mozaiklerinin Bizans sanat tarihi bakımından önemi hakkında bilgilendirmiş ve müze olması için ikna etmiş olmalıdır. Kültür ve sanata özel bir önem veren Atatürk, Ayasofya’nın müzeye dönüşmesinde hem diplomatik hem ekonomik bakımdan da fayda görmüş olabilir.

 

Ne var ki konulara hep akli düşünceden uzak, argümanı zayıf ama hamaseti güçlü komplo teorileriyle bakan sağ ideolojiler, Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesini Batının bir dayatması, fethin rövanşını almak üzere Hıristiyanların bir oyunu, milli hakimiyet haklarından verilen taviz olarak görmüşlerdir.

 

Sağ ideolojiler Ayasofya’ya baktığında hep hayaletler görmüşlerdir. Bizans’ın hayaleti, Hıristiyanlığın hayaleti, Haçlıların hayaleti… Aslında İstanbul’un II. Mehmet tarafından fethedilmesinden beri hayaletler var olagelmiştir. Çünkü hayalet, ölünce bu dünyayı terk etmek istemeyen, bu dünyadan gitmeye direnen ruhtur. Zaten II. Mehmet de Bizans’ın bedeninden kalan son hayati organı Osmanlı bünyesine naklettikten sonra, Bizans’ın ruhunun, hatta tininin yaşamasını istemiş, Ayasofya’da olduğu gibi hayalet olarak ikametine izin vermiştir.

 

 

Hayaletlerle yaşamaya İslam da imkan sağlar. Namaz kılarken göğe bakmak mekruhtur; huşu içinde bir namazın şartı başı öne eğik, dış dünyayla tamamen irtibatı kesmiş olmaktır. Böyle olunca etraftaki hayaletler ibadete halel getiremezler. O yüzden Hıristiyanlığın simgeleri bir hayalet gibi Ayasofya’da adil bir şekilde İslam’ın simgeleriyle yan yana yaşayabilmiştir. Ta ki yabancı olanın ya asimile edilmesi ya da yok edilmesi gereken düşman, öteki olarak görülmeye başladığı 18. yüzyıla kadar. Çünkü 18. yüzyıl Osmanlı’nın Batılı metafizik düşünceden neşet eden ikili karşıt kavramlar sistemine dayalı bir dille dünyayı yeniden anlamlandırmaya başladığı döneme kökten geçişe sahne olmaktadır. Yeni dilde hayaletin yerini heyula almıştır. Heyula, korku verici, ürkütücü bir hayaldir. Hayaletten farklı olarak bir varlık değil, zihnin ürettiği bir görüntüdür; aslında bir vesvesedir.

 

Cumhuriyet’in kurulmasından sonra Bizans’ın heyulasına, Osmanlının hayaleti eşlik etmiştir. Çünkü Cumhuriyet, Osmanlıdan bir kopuş değil, onunla süreklilik üzerine kurumlarını tesis ettiği için Osmanlının bir hayalet olarak kendisine musallat olmasından kaçınamamıştır. Bu yüzden hem Cumhuriyet milliyetçiliğine hem de Osmanlı milliyetçiliğine, Zeynep Direk’in farklı bir bağlamda dediği gibi, hayaletlerin musallat olmasına dayanan bir mantık ve söylem sirayet etmiştir. Bu bakımdan Türkiye siyasal ve kültürel tarihinin Derridacı bir kavram olan musallatbilimsel (hauntology) okumaları yapılabilir.

 

Atatürk, inşa etmeye çalıştığı ulusal kimliğe musallat olabilecek “başka” zamanlara ait hayaletlerin zararlı olmayacak şekilde kapatılacağı bir yere, bir heterotopyaya dönüşmek üzere Ayasofya’nın müze olmasına karar vermişti. Bugün ise, bütün sağ ideolojilerin terkibini temsil eden Erdoğan tarafından Ayasofya cami olarak ibadete açılarak hayaletler salıverildi. Yıllardır, sağcıların istediği gibi “Zincirler kırıldı, Ayasofya ibadete açıldı”. Bakalım bunun sonucunda serbest kalan hayaletlerin, II. Mehmet’in yaptığı gibi birlikte yaşamasına imkan verilecek mi? Yoksa üzerimizde hayaletler mi dolaşacak?

__

Gülru Necipoğlu, “The Life of an Imperial Monument: Hagia Sophia after Byzantium”, Hagia Sophia from the Age of Justinian to the Present içinde, Cambridge University Press, 1992

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.