Ayasofya’nın Melekleri
Durumumuz, Fetih günü Ayasofya’ya kapanan zavallıların durumuna benziyor. Bir yandan aynı imana sahip, aynı kaderi paylaştığımız memleket insanına sırf muhalif diye en olmadık iftiraları atıyor, diğer yandan da kupon arazileri kollamak, yandaş ve yanaşma ne varsa hepsine kamu malından kaynaklar dağıtmak ve bütün bunları yaparken de paradoksal biçimde Hak cephede olduğumuzu düşünmekte hiçbir sakınca görmüyoruz.
“Bir zaman hendeseden âbide zannettimdi.”
Yahya Kemal
Hammer, Yeorgios Francis’in eski bir Bizans inanışını nakleder. Buna göre düşman Büyük Konstantin sütununa doğru ilerlerken gökten bir melek inecek ve bu melek, sütunun ayağında oturmakta olan halkın en aşağı tabakasından birinin eline bir kılıç vererek ümmetin intikamını almasını emredecekti. O şahıs da Türkleri sadece şehirden ve Küçük Asya’dan değil, İran sınırlarından da ötelere, steplerin boşluğuna sürecekti.
Bu inanışın etkisiyle olacak 29 Mayıs 1453 günü Ayasofya, Latin istilasından bu yana böyle bir izdiham görmemişti. Herkes oraya koşmuştu. Sanki oraya sığınanlar korunacak ve son anda bir mucize gelecekti. Fakat o anda bile dinî ihtilaflar her şeydi. Bu en kritik anda diyor başka bir Bizans tarihçisi olan Dukas, eğer şu son nefesinde Bizans sakinlerine bir melek görünüp de ‘İki kilisenin birleşmesini kabul ederseniz, ben de düşmanları dağıtırım’ deseydi bile ret cevabı alacaktı.
Şehir bu hengâme arasında düşer. Dukas feryat etmektedir. Demektedir ki “Amos Peygamberin sözü yerini buldu. ‘Cenab-ı Hak (kitabında) şöyle buyuruyor: Beytüllahim mihraplarından dolayı intikam alacağım. Kurban sofraları üzerindeki boynuzlar yere atılacak. Mazgallı saray yıkılacak. Fildişiyle süslü binalar mahvedilecektir…’”.
“Harîm-i hikmet-i Sübhanî ve taht-ı şân-ı ilahî olan… mabet”, artık nefret ve dehşet mekânı oldu! Ah! Şehir, sen ki Aziz Meryem’in kutsadığı yer değil miydin? Ne oldu sana? Şu barbarlar kirletti mi seni? Frances, fethin ertesi günü azizlerin tasvirleriyle birlikte kırılan ‘mukaddes vazo” ve hayvan çuluna dönüştürülen kilise elbiselerini böyle düşünüyor olmalıydı muhtemelen.
Fetihler Babası
Dukas böyle düşüne dursun, Fetihler babası bambaşka bir yerdedir. Büyük Türk, göklerde süzülen o büyük kartal, yere inip zafer alayları düzenleyerek mağrur olmak yerine, harabeye dönen şehre bakınca hüzünlenir ve ağzından gayri ihtiyari şu sözler dökülür:
“Kayser’in kasrında örümcek perdedar olmuş,
Efrasiyab’ın sarayında baykuş nevbet vuruyor”
Şehrin yeni sahibi Ebu’l-Feth budur. Fetih anında bile zevali düşünür. Ebedî olan O’dur. O yüzden gelenek her yere “Hüvel Bâki” yazar: Sonra da büyük bir olgunluk ve dirayetle imar faaliyetlerine girişir. Ekrem Hakkı Ayverdi “Osmanlılar, İstanbul’u alır almaz, sanki ezelden beri bu işe hazırlarmış gibi, şehrin bünyesine lazım olanı tatbik mevkiine koydular” diye bir kayıt düşer.
Hakikaten de öyledir. Her şey her şeyle uyumlu ve akrabadır. Deniz toprağa, toprak denize; her ikisi de insana, insan ve mimarî de her ikisine saygılı biçimde şehir yeniden imar edilir.
Şehir, o sıralar zaten, Latin istilası nedeniyle tam bir harabe halindeymiş. Türk İstanbul bu harabe üzerine kurulmuş. Fatih’in kurduğu ilk saray mahalli Bayazıt Meydanı ve etrafı, bahçeleri de Süleymaniye Camii’ne doğru uzanan bir saha imiş. Daha sonra bakışlar bir Türk icadı ve bir “deniz caddesi” olan Boğaziçi’ne yönelmiş.
Aslında Bayazıt Meydanı ve Süleymaniye tarafı bile öyledir. Orası da denize bakar.
Gerçekten de Boğaziçi Medeniyeti bütünüyle bize aittir. Eski Bizans sarayının sırtı denize dönük mekânı yerine, Türkler Boğaziçi’ni şehrin mihveri yapmış. Fethi gören Üsküdar o tarihlerde zaten Türk’tür. Beykoz ve sahilleri de öyledir. Oralar da Türk’tür.
Türk dehası, fetihten sonra her türlü tantana ve gösterişten uzak, doğa ve çevreyle kaynaşmış yeni bir saray inşa eder. Artık köhne Bizans’ın yerine yeni bir şehir kuruluyor ve bu şehrin merkezi de Bayazıt merkez olmak üzere, şehrin ihtiyacına uygun biçimde Sirkeci’ye doğru uzanan muazzam bir kompleksle tamamlanıyordu.
Bu kompleks, her türlü büyüklük iddiasından uzak biçimde tasarlandı ve kademe kademe inşa edilen Kapalı Çarşı ve bedestenlerle tezyin edildi. Fatih’in 30 yıllık saltanatında büyük bedesten ve sandal bedesteniyle beraber 2.000 dükkânı olan bu çarşı zamanla genişledi ve 4.000 dükkân, iki bedesten ve 21 handan oluşan emsalsiz bir büyüklüğe ulaştı.
Sonra da bu manzume taçlansın diye Sarayburnu’na Topkapı Sarayı inşa edildi.
Merhum Ekrem Hakkı Ayverdi Bey, sarayı tasvir ederken söyleyecek söz bulamaz. Ama Yahya Kemal bu sarayı ve içindeki ruhu anlatırken bambaşka bir havaya girer. Sultan Selim-i Evvel’in odasındaki o anlar ve Mukaddes Emanetler odasında tilavet edilen Kur’an-ı Kerimler bütün bir ruhaniyet olur ve Anadolu mayasını karar.
Kapalı Çarşı da öyle tasarlanmıştır ki, bu tarz büyüklükte bir kapalı çarşı ne Avrupa ne Kahire ve Şam ne de İsfahan’da yoktur. Gerçekten de şehir bir şehrayine dönüşür. Fatih Camii’nin alanı 120 dönümlük bir sahada tasarlanmış ve cami kubbesi de 26 metre olarak inşa edilmiş ise de deprem sonrası yıkılan kubbe, III. Sultan Mustafa tarafından yeniden inşa edilirken 19 metrede kalmıştır.
Ya daha sonraları; sonrası malum. Ondan sonra gelenler ve bilhassa Sinan’ın ellerinde şehir bambaşka olur. Kullandıkları malzeme sadece taştır. Tabiattaki en sade, en basit ve en gösterişsiz bu malzeme, en ufak bir kabalık izi taşımadan bütün abidelerin harcı, kendisi, sembolü olur.
Taştan bir abide olan Süleymaniye, sanki şehrin eksik kalan manzarasını tamamlamak için yapılmış gibidir. Sarayburnu öyle, Bayazıt Meydanı öyle, denizin hemen kenarında gelenleri karşılayan Yeni Cami öyle; bütün mimari aynı şekilde birbiriyle uyumlu bir konser gibi birbirinin peşi sıra sökün etmiştir.
Ya Bugün
Bugün ranta teslim edilen bir şehirle karşı karşıyayız. O gün, şehrin her karışına ipek mendille dokunur gibi dokunan atalarımıza mukabil, bugün çelik eldivenlerle şehri yağmalayan bir türediler grubu her tarafa saldırmakta, şehri lime lime doğramaktadır.
Ve aynı adamlar şehri hayasızca yağmalarken, bir yandan da şehre meleklerin inmesini bekler gibi İsrail’in Filistin’deki katliamını retorik ve protestolarla karşılamakta, halktan gelecek tepkileri absorbe etmenin telaşını yaşamaktadırlar.
Oysa atalarımız, daha şehre girer girmez, daha o gün, stratejik bir adımla birleşme ihtimali olan (Katolik-Ortodoks) kilise ittifakını tek bir hamleyle parçalamış ve o günden bugüne uzanan yapısal bir ihtilafın temellerini atmışlardı. Bu adım, Rum Ortodoks Kilisesi’ne sağlanan muhtariyet ve imtiyaz ve muafiyetlerle sağlanmıştı.
Her şey tereyağından kıl çeker gibi suhulet ve zarafetle yapılıyordu. Sanki bu adamlar sırf bunun için yaratılmış da biz fanilerin arasına bu maksatla gönderilmişti. Fatih öyle, sonrası öyleydi.
Ya bugün! Bugün işler başka türlü yürüyor. Stratejik yorumcularımız eski saray soytarılarını fersah fersah gerilerde bırakmış bulunuyor. Fala bakar gibi gelecek tahminleri yapıyor, kâğıt üzerinde ülkeler kurup ülkeler yıkıyorlar. Fakat bütün bunlar, ekonomiden dış politikaya kadar her şeyin gün aşırı yaz-boz tahtasına dönmesini engelleyemiyor.
O gün atalarımız, fetihle birlikte Venedik’ten İsfahan, Delhi ve Kahire’ye kadar Doğu ve Batı’da büyük yankılar uyandıran bir kahır ve saygınlığın timsali olmuşken, bugün onların torunları olan bizler, üç kuruşluk döviz girdisi için en büyük hasımlarımıza petrol satıyor, çelik malzeme ve kurşun geçirmez camlar gönderiyoruz.
Bütün bunlar olurken de sosyal medyada bazıları şaka gibi “coca-cola” ve “pepsi” içmeyelim diye göstermelik paylaşımlar yaparken, her yerde övündüğümüz insansız hava araçları yapmasıyla övünen cumhurbaşkanının damadı, sokaklarda eşiyle birlikte İsrail’i protesto ediyor.
Onlar bunu yaparken kimse de çıkıp, “Yahu, bunları yapacağınıza cumhurbaşkanına söyleseniz de İsrail’deki büyükelçiyi çekse ya da Yumurtalık’tan petrol sevkiyatını durdursa ya” diyemiyor.
Durumumuz, Fetih günü Ayasofya’ya kapanan zavallıların durumuna benziyor. Bir yandan aynı imana sahip, aynı kaderi paylaştığımız memleket insanına sırf muhalif diye en olmadık iftiraları atıyor, diğer yandan da kupon arazileri kollamak, yandaş ve yanaşma ne varsa hepsine kamu malından kaynaklar dağıtmak ve bütün bunları yaparken de paradoksal biçimde Hak cephede olduğumuzu düşünmekte hiçbir sakınca görmüyoruz.
Oysa kamu ve kamuya ait iş ve kaynaklar ne kadar zamandan beri kamuya mı belli bir zümreye mi aktarıldığı belli olmayan bir ritimde ilerlemeye devam ediyor. Şu cümleler güncel bir değerlendirmeye ait:
“Başkanlık Sistemi, zaten epeyi zayıflamış olan hesap verebilirliği neredeyse bitkisel hayata soktu. Bırakın hesap vermeyi, kamu idaresinde gizil kapaklı işlerin çetelesi dahi tutulamıyor. En başta da ihaleler. Davet usulü sistemin derinliği, parasal hacmi ve devleti uğrattığı zararı bilmiyoruz. Az da olsa sızan bilgilerle tahmin yapabiliyoruz ancak. Ya da hangi şirketlere ve şahıslara vergi istisnası sağlandığını… Niye sağlandığın da bilmiyoruz. En azı iki trilyon lirayı aştığını biliyoruz ama ücretli kesimin attığı her adım vergilendirilirken, kimin ne karşılığında vergi istisnalarından istifade ettiği bilgisine ulaşamıyoruz”.
Memleket siyasi polemiklerle kutuplaştırılırken, bunun, ülkenin bekası ve memleket hayrı için değil, sırf parti ve zümre menfaatleri için yapıldığı artık saklanamıyor.
Yeni bir ruhla bütün kodlarımız ve referans setlerimizi kontrol etmeden bu çürümüşlüğe bir son vermek zor gibi gözüküyor. Bu da çok ciddi emek ve özveri istiyor.