‘Ayrı Dünyalar’: İmkânsız Dostluklar, Harcanabilir Hayatlar ve Kırılgan Öfke
- HAVVA YILMAZ
- 15 Temmuz 2022

Fransa bir süredir ciddi bir ekonomik krizle boğuşuyor. Tüm dünya gibi Rusya-Ukrayna savaşından etkilenen Fransız ekonomisi yükselen enflasyon, enerji krizi, Omicron dalgası, tedarik zincirindeki problemler gibi çeşitli sorunların etkisiyle yılın ilk çeyreğinde durma noktasına geldi. INSEE’nin (Fransa Ulusal İstatistik Enstitüsü) verilerine göre ekonomi sıfır (%0) büyüme gösterirken, enflasyon 1980’lerden bu yana yaşanan rekor seviyelere gelebilir. Türkiye’nin de şu sıralar yabancısı olmadığı bu gelişmeler, ekonomi politikalarıyla birlikte sosyal adaletsizlik tartışmalarını da alevlendirmiş gözüküyor.
2021 Cannes Film Festivali’nde “Yönetmenlerin On Beş Günü” bölümünün açılışında gösterilen Ayrı Dünyalar filmi, bu tartışmalara önemli bir katkı sağlama potansiyeline sahip. Emmanuel Carrère’in yönettiği film, Fransız gazeteci Florence Aubenas’ın bir süre mesleki kimliğini gizleyerek işçi olarak çalıştığı günlere dair gözlemlerini kaleme aldığı kitabı Le Quai de Ouistreham’dan uyarlama. Başrollerini, Juliette Binoche, Hélène Lambert ve Léa Carne’ın paylaştığı film yeni kitabının hazırlığı içinde olan bir yazarın, mesleğini gizleyerek temizlik işçiliğine başlamasını ve işçi kadınların arasına karışarak günlük hayatta karşılaştıkları problemleri bizzat deneyimlemesini konu ediniyor. 2021 San Sebastián Uluslararası Film Festivali’nden “En İyi Avrupa Filmi Seyirci Ödülü” ile dönen film, ses, renk, ışık hatta kostüm tercihinden müziğe varıncaya kadar her hususta oyunu sadelikten yana kullanırken, seyirde hafif, duyguda sert bir üslup benimsemiş.
Sosyal Adaletsizliği Görünür Kılmak
Marianne Winckler (Juliette Binoche) adındaki yazarın sosyal adaletsizlikleri ve işçi sınıfının geçim kaygısını anlatmayı hedefleyen kitabını tamamlayabilmek üzere yola çıktığı serüven ve bu sırada, ağır çalışma koşullarına karşılık kazandıkları her kuruşu hesaplayarak harcamak zorunda kalan insanların hayata tutunma çabalarına yakından tanıklık etmesi filmin ana kurgusunu oluşturuyor. İzleyiciyi, bir yandan bu tanıklığa ortak olmaya, bir yandan da yazarın aralarına karıştığı insanlardan gerçek kimliğini gizlemesinin film boyunca neden olduğu etik gerilimi düşünmeye davet eden Ayrı Dünyalar, Parazit (2019), Arakçılar (2018), Roma (2018) gibi sınıf çatışmasına temas eden güncel filmlerle ortak bir temaya sahip olmakla beraber görece daha yumuşak bir film sayılabilir.
Marianne, filmde, böylesi bir maceraya girme sebebini krize, işsizliğe dair gerçekleri öğrenmek olarak ifade eder. Bir yandan sürekli krizden bahsedilirken, diğer yandan sanki bu krizin doğurduğu problemleri yaşayan gerçek insanlar yokmuşçasına davranılmasından, pratikte nelerin olup-bittiğinden bihaber yorumlar yapılmasından rahatsızdır. Ancak gerçekleri ortaya çıkarmak için seçtiği yol, etik açıdan problemlidir. Temizlik işçisi olarak çalışmak için başvurduğu kurumdaki memur Lucie (Aude Ruyter), filmde bu probleme dikkat çeken ilk karakter olur. Lucie’nin Marianne’in kalkıştığı işe dair haklı kaygıları vardır, eninde sonunda bir kitap yazmak için girişilen bir oyundur bu; amaç gerçeği ve görünmeyeni “görünür kılmak” olsa da, oyun bitince herkes kendi gerçekliğine dönecektir. Sosyal adaletsizliğe maruz kalan işçiler için Marianne gibi yorulduklarında mevcut koşulları terk edip konforlu alanlarına dönmek gibi bir seçenek söz konusu değildir. Yine de Marianne’in oyununa onun gerçek kimliğini ifşa etmeyerek ortak olur genç memur. Marianne ise Lucie’nin kaygısını çektiği potansiyel problemle Christèle (Hélène Lambert) ve Marilou (Léa Carne) ile dostluk kurduktan sonra yüzleşecektir.
Film, herhangi bir sosyal güvenceye sahip olmadan, sürekli işten atılma tehdidi altında hayatını idame ettirmeye çalışmanın zorluklarını oldukça yalın bir şekilde gözler önüne serer. Filmin odaklandığı toplumsal gruptaki bireyler için sadece asgari ücretli bir işte, kalıcı bir pozisyon edinmek bile büyük bir imkândır. Televizyon programlarında analistlerin kendilerinden bir hayalet gibi bahsettiği, sefaletin dibine vurmuş insanlardır söz konusu olan. Bu insanların yaşam koşullarının detaylarına sızan Marianne, onlarla birlikte yoğun bir temponun içine girer ve çalışana hiçbir güvence sunmamasına rağmen, kusursuz bir çalışma disiplini bekleyen bir sistemin dişlileri arasında bulur kendini. Çalışan işe vaktinde gelmeli, işini çok kısa sürede tamamlamalı ve hiyerarşiye saygı duymalıdır. İşleyişe dair herhangi bir eleştiri, küçücük bir aksaklık işten kovulma sebebidir. Gig ekonomisi adı verilen, prensipte çalışana ve işverene eşit düzeyde özerklik sağlamakla birlikte, uygulamada, çoğunlukla işverenin sorumluluk almamasına yarayan bu sistemde akışkan bir belirsizlik, kaos ve karmaşa hali hakimdir.[1]
Marianne’in çalışanların arasına girebilmek için kendisine biçtiği rol, muhasebe mezunu olmasına rağmen eşinin tamirci dükkânının hesaplarını tutmak dışında hiçbir iş yapmamış, dolayısıyla CV’sine bakanların kayda değer bir şey göremediği bir kadındır. Eşi kendisini aldattığı için ondan ayrılmış ve herhangi bir birikime sahip olmaksızın bir başına kalmıştır. Kendisini toplumun en zayıf halkalarından biri olan yalnız, işsiz, orta yaşlı kadınlar sınıfına dâhil gösteren Marianne, çalışma hiyerarşisinin de en altındadır. Son derece yabancı olduğu bu dünyanın içinde en büyük desteği yine kendisi gibi toplumsal hiyerarşinin en alt kademelerinde yer alan güçsüz kadınlardan görür. Marilou, cam silmede Fransız ve Amerikan usulleri arasındaki farkı bilecek kadar konuya hakimdir ve temizlik yapmanın inceliklerine dair sahip olduğu bilgileri tereddüt etmeden Marianne ile paylaşır. Marianne, yöneticilere itiraz ettiği için ilk işinden kovulduğunda, imdadına Michèle ve onun komşusu yetişir; eski arabasını ödünç vererek yeni bir iş bulmasını kolaylaştırır. Christèle ise hem yeni bir iş bulmasına yardım eder hem de yeni işinde ona yol arkadaşı olur, bir anlamda mentorluk yapar. Bu açıdan filmin Ken Loach sinemasıyla ortaklaşan bir yönü olduğu söylenebilir.
Dip Yaşamlar, Sınırlı Zevkler
Diğer yandan bütün bunlar, Marianne’in aklının “saatlerin, rotaların ve yönergelerin garip kombinasyonlarıyla” dolup kendisini düşünemeyecek hale gelmesine engel olamaz. “Şu mekânda alarmı kapatmayı unutma. Öbür iş için ekspres yoldan git. Anahtarları gizli bölmeye bırak. Kafeteryanın da çöpünü unutma…” derken gündüzün ve gecenin birbirine girdiği, bir işten diğerine koşarken en basit kişisel zevklerin bile tadını unuttuğu bir koşturmacanın içine girer. Bu düzende, nadiren ele geçen imkânlar bile oldukça sınırlıdır: Arkadaşlarıyla bowlinge gittiklerinde evden getirdikleri mojito’yu mekânın bahçesinde içerler; deniz kenarında oturmak, bir fincan kahve içmek, yeni kıyafetler almak hep hesap-kitap işleridir. Bourdieu’nun toplumsal beğeni eleştirisiyle işaret ettiği taklit mekanizmasını örnekleyen bir üst sınıf zevklere öykünme halinden bahsetmek bile neredeyse mümkün değildir.
İstediği spor ayakkabıyı satın almanın, beğendiği dövmeyi yaptırabilmenin, ehliyet alabilmenin ancak çıkacak bir piyangoyla mümkün olabildiği hayatlara ortak olmuştur Marianne. Yine de daha aşağıya inmek, daha sert koşulları tanımak ister. Temizlik işinin “komandoluğu” sayılan ve bir odanın 4 dakika içinde tertemiz yapılması gereken feribot işine girer. Sabah 06.00’da, henüz hava aydınlanmadan başlayan temizlik “operasyonu”, yolcular gelmeden ve feribot limandan ayrılmadan önce hızlıca tamamlanmalıdır. Tüm odalardaki yataklar toplanmalı, çöpler alınmalı, klozetler silinmeli, kirliler yıkamaya götürülmeli, yerler süpürülmeli ve tüm odalar pırıl pırıl olmalıdır. 1-2 dakikalık oyalanma işten atılmakla sonuçlanabilir. Aşka, dostluğa ayrılan vakit bile sınırlıdır. Buna rağmen, ortak bir kaderi paylaşmanın, toplumun geri kalanı tarafından yok sayılmanın getirisi olan bir dayanışma duygusu belirgindir: “Anlaşılan buralarda tutunamayan herkes bir şekilde kendini feribot işinde buluyor. Et paketleme işinden kovulunca, tıpkı Marilou gibi, kendini feribotta buluyorsun. Berbat bir temposu olan üç vardiya ve uzunca saatler seni bekliyor. Yine de günün sonunda hoş bir ortam oluyor.”
Film, toplumun daha alt kademelerinde yer alan, hatta toplumda yer aldığını söylemenin bile oldukça zor olduğu gruplara da temas eder. Christèle, feribotta temizlik yaparken telefonu klozete düşürdüğü için hayıflanan Marianne’e “Sudan’da olsan böyle problemlerin olmazdı” diyerek Sudan’da ve pek çok başka Afrika ülkesinde yaşanan su kıtlığına dikkat çeker, feribota giderken yolda gördükleri Sudanlı mültecileri hatırlatır. Polisler sabah 05.30 civarında kovalamaya gelmeden önce, ayakkabılarını ve battaniyelerini alıp yattıkları yol kenarlarından uzaklaşan kalabalık siyah erkek grubu, Christèle için kendi haline şükretme vesilesidir. Giderek yakından tanıdığı toplumsal grubu bir etnograf titizliğiyle inceleyen Marianne içinse Christèle’den edindiği tüm bilgiler çok kıymetlidir.
Sahte Hayatla Gerçeğin Peşine Düşmek…
Marianne’in araştırmasının etik boyutu etnografi alanında süregelen araştırmacının rolüyle ilgili tartışmaları hatırlatır. Basitçe, “Kişinin çalıştığı sosyal durumun içinde yaşaması ve bir dereceye kadar onun katılımcısı olması”[2] anlamında kullanılan etnografik araştırma yönteminde araştırmacının pozisyonu sadece gözlem yapmaktan, Marianne’in tercih ettiği gibi araştırma sahasının yerlisi olmaya kadar uzanır. Bu tür araştırmalarda edinilen bilginin sıhhatini artıran en önemli faktörlerden biri sahaya hâkim birinin “içerden” sağladığı bilgilerdir. Filmde bu rolü Christèle ve Marilou üstlenir. Ancak Marilou yaşça genç ve daha tecrübesiz olduğu için Christèle Marianne için biçilmiş kaftandır. Üstelik Christèle’in yaşamı, Marianne için başlı başına bir ilham kaynağıdır. Öyle ki, Christèle’le yakınlaşmak, tam da tıkandığını düşündüğü yerde kaleminin çözülmesini, hikâyenin elle tutulur hale gelmesini sağlar:
“Böyle oluyor işte. Deniyorsun, tökezliyorsun. Notları karalıyorsun ve hiçbir anlam ifade etmediğini görüyorsun. Sanki asla başaramayacakmış gibi hissediyorsun. Derken bir noktada bir şeyler oluyor. Bir şeyler ya da birileri çıkıyor. Bir grubun tasviri olacağını sanıyorsun. Böyle olması normal ama birdenbire bir kişi o grubun içinden sıyrılıveriyor. Ardından kitabın o kişinin tasviri olduğunu fark ediyorsun.”
Öte yandan Marianne sahanın içine girdikçe, Christèle ve Marilou ile dostluğu ilerledikçe, kimliğini gizlemekten rahatsız olmaya başlar. Özellikle Christèle’in samimi dostluğuna karşılık içinde bulunduğu riyakâr durum içini kemirir. Etnografik araştırmaların etik koşullarından kabul edilen aydınlatılmış rıza (informed consent)[3] prensibini ihlal ederek veri toplamanın bedeli, belki de “gerçek” hayatında rastlayamadığı bu özel dostluğu kaybetmesine neden olur. Yaşadığı toplumun içinde bulunduğu kriz haline dair gerçeklerin peşine düşen yazar, günün sonunda sevgili dostunun gözünde tüm inandırıcılığını yitirir. Kamuoyunda anonim etiketlerle anılan yoksullar ve sosyal güvenceden mahrum toplumsal grupların yaşadıkları zorlukları tüm çıplaklığıyla gözler önüne seren Marianne, toplumsal hiyerarşiye dair güçlü bir bilince sahip olan Christèle tarafından, araştırma nesnesi haline getirdiği toplumsal grubu aşağılamakla suçlanır. Toplumsal hiyerarşide kendisinden aşağıda yer alan toplumsal gruplarla empati kurmak için Marianne gibi oyunlara ihtiyaç duymayan Christèle, hiyerarşinin üstündeki toplumsal gruplardan olanlarla kendi grubu arasındaki korkunç uçurumun da farkındadır. Karakterleri uyuşmamasına rağmen tüm samimiyetiyle evini ve kalbini açtığı dostuna gösterdiği tepki, aslında, değişmeyecek olana tepkidir; toplumda “herkesin yeri ayrı”dır ve kendisi hâlâ aynı feribotu temizleyen bir işçiyken, eski dostu çoktan şık bir yazara dönüşmüştür bile… Gerçekler, Christèle’in Marianne’e hazırladığı doğum günü pastası kadar sade, iki sınıfın arasındaki dostluk ise Marianne’in kolyesindeki dört yapraklı yonca gibi imkânsıza yakındır.[4]
__
[1] Tarif için ilham alınan kaynak: Bryant, Antony. “Liquid Uncertainty, Chaos and Complexity: The Gig Economy and the Open Source Movement.” Thesis Eleven, vol. 156, no. 1, Feb. 2020, pp. 45–66, doi:10.1177/0725513619898286.
[2] Abbott, Andrew, The Methods of Discovery – Heuristics for the Social Sciences, NY: W. W. Norton Company, 2004, s. 15.
[3] Detay için bkz. Paul Atkinson (2009) Ethics and Ethnography, Twenty-First Century Society: Journal of the Academy of Social Sciences, 4:1, 17-30
[4] Richard Sennett’ın 2014 yılında “tek kullanımlık hayatlar” (disposable life) bağlamında verdiği röportajda bahsettikleri de benzer bir çözümsüzlüğe işaret eder: “(B)u yapısal bir sorundur. Bu, iş sayısından daha fazla insan olduğu anlamına gelir. İşsizlik bu sorunun çok zayıf bir ölçütüdür, çünkü tam istihdamlı bir ekonomide bile, işçiler sürekli olarak ortadan en alta, yurt dışındaki insanlar veya makineler tarafından yapılan orta düzey işlere doğru itilmektedirler. Alt düzey işler yüz yüze hizmet işleridir ve bu tür işler gerçek bir geleceği olmayan şeylerdir.
(…) Bu bariz bir çözümü olmayan bir problemdir. ‘Daha azla daha fazlasını yapmak’ klişesinin daha az insanla, daha ekonomik olarak yapmak anlamına geldiğini biliyorsunuz. Ve bu sorunun çözümü net değil.” Tamamı için bkz: https://www.historiesofviolence.com/disposablelife
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

HAVVA YILMAZ
