Babamın Siyaseti
Erdoğan, babam ve benzerlerinin ilgilerini uzun süreli bir siyasal bağlanma politikasına dönüştürdü ama bu tercihlerinin sosyal karşılıkları konusunda duyarlı davranmadı. Onları sürekli yanına çağırmaktan, yanlarına gitmeye fırsat bulamaz oldu. Bu bağlılığın, Türkiye’nin daha yaşanılabilir bir ülke olarak gelişmesi ihtimâline gönül indirmedi.
Babamı kaybettim; 4 sene kanser ve sonrasında oluşan komplikasyonlarla mücadele etti. Geçtiğimiz Cumartesi akşamı hayata gözlerini yumdu. Askerden sonra, Ankara’da inşaat işçiliği ve kapıcılık, sonra PTT’de (Çankırı) memurluk yaptı. Oradan emekli oldu. Herkesin babasının bir hikâyesi vardır; babamın ilgi çekici bir hikâyesi yoktu fakat siyasî tercihleri ve kararları, “aşağı”nın Türkiye’deki siyasal macerasını anlamak için bana her zaman kılavuzluk etti.
Atatürk’ten sonra, tanıdığım ilk siyasî figür Bülent Ecevit’ti. 1974 Kıbrıs Harekâtı sırası ve sonrasında salonda karton bir portresi asılıydı. Ecevit, diğerlerinden farklı olarak, yoksuldan yana, hak ve adaleti savunan bir insandı. Bu tartışılamazdı bile. Ecevit’in bir Çankırı ziyareti sırasında zorla seçim otobüsüne binmeye çalışması ve polislerce engellenmesi çoğu Demirel’e oy veren akrabalar arasında neredeyse bir kötü yola düşme hikâyesi olarak anlatılırdı. Babam, 1980 darbesine kadar hep CHP’ye oy verdi, Ecevit’i ve yaptıklarını inatla savundu. O herşeyin en iyisini düşünmekteydi ama “patronlar” izin vermiyordu.
1980’den sonra Özal’a yöneldi; hatırladığım kadarıyla onun için ANAP bir parti olarak önemli değildi, Özal belirleyiciydi. Özal’dan kolaylıkla vazgeçmedi ama sanırım, “Papatyalar” meselesi ve bu meselenin imâları bir müddet sonra kabak tadı verdiğinde tekrar Ecevit’e döndü. Bu dönüşünün onu mutlu etmediğini söylemeliyim, “kerhen” oy vermişti ama Ecevit’in söyledikleri ona 70’lerdeki kadar anlamlı gelmiyordu. Nerde o eski Ecevitti? Namazında niyazında bir adam olmasına rağmen Erbakan’ı sevmediğini ve MSP’ye ve ardıllarına dair olumlu bir söz sarfetmediğini hatırlıyorum.
2000’lere gelince babam, aradığını nihayet bulmuştu. İstanbul’daki belediye başkanlığı sırasında ve sonrasında yaşadıklarıyla taşradan, alttan bir insana seslenmeyi de başaran Erdoğan, onun için her bakımdan önemli bir personaydı. Yoksuldan yana, alnı secdeye giden, haramda gözü olmayan, memleket için elinden geleni, bütün engellere rağmen-askerleri ve bürokrasiyi kastediyordu-yapmak için çaba gösteren biri olarak gördüğü Erdoğan, boynunu bükerek, “bu kardeşiniz” diye söze başladığında babamı fethetmişti bile. Ondan bahsettiğinde, neredeyse gizli kötülüklerden ve düşmanlardan esirgeyeceğini sandığı bir ruh hâliyle konuşurdu. Ümidsizliğe kapıldığında, “bırakmazlar”, siyasî başarısızlık sonrasında da “bırakmadılar” kalıbına müracaat ederdi. Ecevit onun için yine de “yukardaki” bir adamdı; oysa Erdoğan ona bir özdeşleşim imkânı da vermekteydi.
Bu bakımdan 17-25 Aralık babama “adanmışlığın kanıtlanması” için inanılmaz bir fırsat sundu. Söylenenlerin, ortadaki iddiaların hepsi “bırakmayacaklar”ın bir delili olarak işlevselleşti. Bütün dünyanın karşısında yapayalnız bırakılan bir adamın yanında durmak, onun için neredeyse ahlakî bir görev hâline gelmişti. Sonrasında olup bitenlerin babam için anlamı, “görevin sürdürülmesi mecburiyeti”ydi. Son yıllarda tekrar beliriveren geçim kaygısı, tuncunu kırdıysa da, bunu görev ihlâli için bir neden olarak kullanmadı. 70’lerden, 90’ların sonuna kadar evde hemen her gün ve her bakımdan hissedilen iktisadî sıkıntı, diyabet nedeniyle kaybedilen iki evlat, siyaseti ve konuşulmasını baskılıyordu, 2000’lerden sonraki göreli refah ve istikrar, siyaseti öne çıkartı. Babam kendinden emin bir şekilde siyasetten ve Erdoğan’dan bahsetmeye bayılıyor ve “daha ne yapsın?”la sözlerini bağlıyordu.
Bütün bu sürecin sosyal karşılıkları ise benim gözleyebildiğim kadarıyla ilginç bir değişikliğe yol açtı. İlkokulda rahmetli öğretmenim Doğan Kayıhan’ın isteğiyle yavrukurt olmuştum ve millî bayramlarda babamın beni özenle giydirdiğini, bir türlü bağlayamadığım fularımı dizlerinin üzerinde sıkıca bağladığını hatırlıyorum. PTT’ye gittiğimde son derece sosyal, şakacı ve Ecevitciliğinden ötürü hafif dalga geçilen bir insan görüp şaşırmıştım. Evde bunun hiçbir yansıması yoktu-annemin uzun süreli hastalıkları ve geçim kaygısı muhtemelen, bunda etkili olmaktaydı. Yine de okumamıza yazmamıza karışan, hayatımızı bir dereceye kadar kontrol etmeye çalışan ve öğretmeyi seven, haneye gazete sokan bir babaydı. Mahallede –yoksulların ve Kürtlerin ağırlıkla yaşadığı Sarıbaba mahallesi- oldukça erken bir tarihte eve, üstelik zorlanarak televizyon almasına çok sevinmiştim; evet, evde bir telefon vardı, askerden evlâdı, hastahaneden hastası arayanların akşamları evi istilâ etmesine kızardım. O ise annemin ve bizlerin söylenmesine aldırmadan, telefonu kamusal kullanıma açık tutmakta ısrar ediyordu. Son derece yardım sever, köyden gelip mecburen kalanlar için evini bir otel gibi kullandıran geniş gönüllü ve cömert bir insandı-tabii annemin ezilmesi karşılığında.
Emekliye ayrılması, onun için sosyal bir denetim mekanizmasının devre dışı kalması anlamına geldi. Hafiflediğini söylüyordu ama çalışma hayatının yokluğunu da hissediyordu. Camii cemaatine katıldı ve dinsel konularda bıktırıcı bir muhafazakârlığa soyundu. Tekkesi, tarikâtı yoktu ama dinî hususlarda hep bir bildiği vardı. Hacca gidip geldikten sonra daha da katılaştı. Kendisinin ve başkalarının hayatını zorlaştırmak bakımından ustalaştı. Bütün bu süreç, babamın Erdoğan hayranlığı ve bağlılığıyla neredeyse paralel gelişti. Siyaseten onayladığı şeylerin, hayatında bir karşılığı olmaması onun için bir çelişki anlamına gelmiyordu. Daha ahlâkcı bir insan hâline geldi. 70’lerdeki sosyal adam, artık sadece kendisini düşünen bir varlık hâline dönüşmüştü. Yardımlaşmayı ve dayanışmayı eskisi gibi önemsemiyordu. Herkes kendi yağıyla kavrulmalıydı. Devlet isteyene, istediğini veriyordu. Erdoğan’ın özellikle Gezi’den sonra çizdiği biz ve onlar ayrımı, bu ruh hâline büyük bir destek sundu. “Bırakmayacakları” açıktı. PKK nedeniyle Kürtlerin, Gezi nedeniyle de “ötekilerin” namazında niyazında, ekmeği peşinde koşan insanların hayatına kasteddiğini düşünmekteydi.
Erdoğan babam ve benzerlerinin ilgilerini uzun süreli bir siyasal bağlanma politikasına dönüştürdü ama bu tercihlerinin sosyal karşılıkları konusunda duyarlı davranmadı. Onları sürekli yanına çağırmaktan, yanlarına gitmeye fırsat bulamaz oldu. Bu bağlılığın, Türkiye’nin daha yaşanılabilir bir ülke olarak gelişmesi ihtimâline gönül indirmedi. 2000’lerin başında onlara çizdiği Türkiye resmini kabul etmekte zorlanıyorlardı ama daha sonra yaşadıkları Türkiye’nin Erdoğan’ın anlatısında bile gerilediğini farkettiler. Babam için Erdoğan başlangıçta, onun sözleriyle, “kimseyi aç ve açıkta bırakmayan bir insan”dı fakat giderek sadece “alnı secdeye varan insanların temsilcisi” oldu. Bunun Türkiye için sonuçlarını başka bir zaman tartışırız.
Bir evlât olarak yaşadığım kederi hafifleten şey, adını koyarak, iyi bir insan olmaya çalışan bir babaya sahip olmamdı. Bir sürü fırsata rağmen ifade edilmeyen ve gösterilemeyen sevginin hayatlarımızda yarattığı eksikliği gidermek için yapılacak bir şey yok. Bunun için artık çok geç. Babalar biraz da evlâtları onlara haksızlık etsin diye vardırlar. Umarım beni affeder. Allah rahmet eylesin.